Dünyanın sadece bir aptal tarafından anlatılan bir masal olduğu fikrine inanmak istemeyiz, öyle değil mi? Ancak ne yazık ki böyle yaşarız. Dünyaya gelir, kimliklerimize, statülerimize sarılır ve koca yaşamı tüketerek, neredeyse uykuda geçirir ve göçer gideriz. Ancak yine içten içe hayatımızda bir anlam olmasını isteriz, kendimizi tanımaya, bilmeye çabalarız.
Delphi tapınağının kapısındaki meşhur söz ne diyordu? “Kendini bil.” Peki kendini bilmek ne demek? Bu sorunun cevabını pek çoğumuz sadece ego bilinci üzerinden veririz diyor Jung. Örneğin ben Özlem, bir yayınevinde editörüm, falancanın dostuyum, şu okulu bitirdim, şu semtte yaşıyorum, şiir okumaktan çok hoşlanıyorum, yalandan ve yılandan çok korkuyorum. Peki Özlem’in özü ne durumda? Ruhu ne diyor?
Jung bize bir bireyleşme süreci vaat eder. Yol nereden geçerse geçsin, onun tek bir derdi vardır: Yaşamı daha sağlıklı, anlamlı ve mutlu bir hale getirmek. Bunun da yolu tüm kıyafetlerden soyunarak kişinin kendisini bulması, ruhunu keşfetmesi ve bütünleşmesi yani bireyleşmesidir. Onun kurduğu psikoloji ekolünün özü budur. İnsan bireyleşme sürecini tamamladığında bilinç ve bilinçdışı barış içinde yaşamayı ve birbirini tamamlamayı öğrendiğinde bütünleşmiş, sakin, verimli ve mutlu olur.
O zaman bireyleşme nedir? Kişinin maskelerinin (persona) bilincine varması, karanlıklarıyla (gölge) yüzleşmesi, anima-animusunun doğasını anlaması ve onları ehlileştirmesi yani hem bilinci hem de bilinçdışını keşfetmesi ve iki dünyanın ustası olmasıdır. Tabii bunlar çok derin konular, kitapta biraz olsun açmaya çalıştım.
Her bir bireyi tek tek toplayarak tek bir insan haline getirmeye kalktığımızda, bütünün de tıpkı tek bir insan gibi davrandığını görürüz der Jung. İnsanlık da tek bir insanın yaptığını yapar. Toplumlar da depresyona girer, psikoz geçirir ve kontrolünü kaybeder. Ancak sonuçları bireysel yaşantılarla kıyaslandığında daha yıkıcı olur. Savaşlar, katliamlar bunun sonuçlarıdır. İnsanı ortaya çıkaran katmanları tam anlamıyla çözmek imkansızdır, insan bu nedenle bir muammadır. Ancak yine de hayatta işler yolunda gitmediğinde başkalarını suçlamak yerine kendi doğamıza bakabiliriz. Bizi üzen, inciten ya da yaralayan şeylerin çaresinin yine kendimizde olduğunu anımsayabiliriz. Bu tek kişilik bir yolculuk da değildir üstelik, bütünleşmeyi, bireyleşmeyi başaran her insan sağlıklı bir toplumun da gelişmesini olanaklı kılar.
Bu iki meseleyle birlikte Bir Başkadır üzerinden önemli iki mesajı da almış oluyoruz böylece. Bizler çağımızın birer kurbanı değil aynı zamanda onun yaratıcısıyız da der Jung. Bana göre çok büyük bir laf bu, sorumluluğu dış dünyaya atmaktan vazgeçip bugün, burada ve şu anda ne yaptığımıza bakmamız gerekiyor. Yargılamadan, etiketlemeden, gölgemizi başkasına yansıtmaktan, ötekileştirmeden kendi ruhumuzdaki çekişmeleri dindirerek, nefrete ve öfkeye kapılmadan kendimizi ve insanlığı iyileştirmenin yollarını kovalamalıyız. Bazen tıkandığım yerlerde döner kendime sorarım “Elimden gelen bu kadar mı?” diye. Belki de hepimizin dönüp kendisine sorması gereken bir soru bu, iyilik ve güzellik namına elimizden gelen bu kadar mı?