Bu sorunun cevabı kimimize göre coşkulu bir “ evet”, kimimize göre hüzünlü bir “hayır”. Melankoliden beslenenleri saymazsak, hemen hemen herkes mutluluğun peşinden koşuyor. Bu nedenle olsa gerek kişisel gelişim kitapları, seminerleri, kurslarına olan talep çığ gibi büyümeye devam ediyor. Ancak tüm bu çabaya rağmen hala beklediğimiz mutluluğu bulamıyoruz. Bu kaynakları detaylı incelediğimizde ise sunumlarının neredeyse mükemmel ama içeriğinin yavan olduğunu görüyoruz. Yani tadı damağımızda kalacak beklentisi ile oturduğumuz sofradan hem gözümüz hem de ruhumuz yalnızca yarı tok kalkıyoruz. Bunun temel nedeni işleyişi incelemek yerine yüzeysel dileklerle çözüme ulaşacağımıza olan inancımız.
Psikolog değilim bu nedenle bilimsel kısmını anlatmayı onlara bırakıyorum. Ancak lezzetli yaşamayı yirmili yaşların sonuna doğru öğrenmiş birisi olarak bu konuda birkaç kelam etmek isterim.
Öncelikle salt bir mutluluk yaşama arzusunu her öğün bal yiyerek doyma isteğine benzetiyorum. Düşünün... Görüntüsü, kokusu, tadı ve hacmi ile sizi tatmin edecek bir bütün yerine sadece tatlı olduğu için bal tercih ediyorsunuz. Sonuç? Doymadınız, daha çok acıktınız, haz almadınız ve mideniz bulandı. Oysa her lezzeti dozunda barındıran güzel bir kahvaltının sonunda yediğiniz balın size yaşattığı tatmin buna kıyasla çok daha fazladır.
Ben tat tomurcuklarını düşüncelere benzetiyorum. Hayattan aldığımız tadı belirleyen en önemli nokta algımız ve yaşadığımız duygular. Bunu belirleyen ise tıpkı tat tomurcukları gibi çalışan düşünce tomurcuklarımızın sağlıklı oluşu. Bu sağlıklı olma hali sevginin içerisinde bulunan masum kıskançlıkla, şiddet ve kısıtlamayı birbirinden ayırabilen, hassasiyet ve melankoli arasındaki ince çizgiyi görebilen veya yardımcı olmak ve suiistimal edilmek arasındaki farkı hissedebilmemize yardımcı olabilen şeylerdir. Çünkü lezzetleri dozunda alırsak hissedebiliriz.