Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

ÖZGÜR Gündem gazetesine yönelik baskılara karşı dayanışma göstermek için 'nöbetçi genel yayın müdürlüğü' yapan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu'nun tutuklanması Türkiye'deki rejimin otoriter ve baskıcı yönünün giderek daha da artacağının bir işaretidir.

Hükümet uygulamalarına muhalefet edenleri tutuklamak amacıyla ihdas edilen Sulh Ceza Hâkimliği kurumu da böylece işlevini yerine getirmiş oluyor.

Tutuklama kararı veren yargıcın, adli kontrol uygulamasını “suç ve şüpheli açısından yetersiz” bularak tutuklama kararı vermesi, adalet tarihine eklenecek bir utanç sayfasıdır.

Tutuklanan kişilerin kim oldukları kamuoyu tarafından biliniyor.

Böyle bir suçlamadan korkarak kaçacak olsalardı zaten gönüllü olarak nöbetçi genel yayın müdürü de olmazlardı.

Bizim kısaca İngiltere dediğimiz, İngilizlerin tercih ettiği adıyla Birleşik Krallık veya Britanya, yarın, tarihi bir dönüm noktası oluşturacak olan bir halk oylamasına gidiyor.

Referandumun konusu, ülkenin Avrupa Birliği’nde kalması veya ondan çıkmasıyla ilgili. Haftalardan beri süren hararetli tartışmalardan sonra, oy sandığından ne sonuç çıkacağı şu anda dahi belli değil. Son anketler iki zıt görüşün taraftarlarını başa baş gösteriyor.

Belli olan tek şey, AB’de “kalmak ya da çıkmak” meselesinin Britanya halkını iyice böldüğüdür. Bunu sadece siyasi partiler arasında değil, halk arasında (ve de aynı ailelerin içinde) görmek mümkün.

Bu bölünmüşlüğün sandığa tam olarak nasıl yansıyacağını yarın gece sonuçlar ilan edildikten sonra anlayacağız.

Provokasyonun Türkçesi: tahrik, kışkırtma. Bir canlıyı, bir insanı, özellikle de kitleleri tepki vermeye zorlayacak söz, davranış, uygulama anlamında kullanılır. Bireyin ya da kitlenin kutsallarına, değerlerine, inançlarına hakaret, aşağılama, fiilî saldırı ya da hassas noktalara yönelen kışkırtıcı davranışların amacı, provoke edilenin tepkisinden, kendi konumunu güçlendirmek, kendi planını uygulamak için yararlanmaktır.

Kitleler her yerde ve her zaman provokasyona açıktır. Provokatörün kıvılcımı yakması yeter, yangın bir anda dört bir yanı sarıverir. Provokatörü, provokasyonu bol bir ülkedir Türkiyemiz. Mesela 1955’te 6-7 Eylül olaylarının patlak vermesi için Selanik’te Atatürk’ün evine bomba kondu haberinin zamanın iktidara yakın gazetesinde yayınlanması yetmişti.

Suriye’de cihadı destekleyenler, KTKB'deki bir hesapta bağış topluyor ama ‘’dava’’nın Türkiye bağlantısı bundan ibaret değilHürriyet ’ten Tolga Tanış, Pazar günü, ABD’de “terör finansmanı” ile ilgili olarak açılan davanın Türkiye’ye uzanabileceğini gösteren bir haber yazdı. Çok kısaca: Kuveyt Türk Katılım Bankası, Kuveyt Finans Evi ve namlı bir Kuveytli adamla birlikte, “terör finansmanı”yla suçlanıyor. Burada aktaracaklarımın anlam ifade etmesi için o haberi lütfen okuyun.

Haccac bin Fahd El-Acmi

Tanış’ın haberinde ismi geçen zat, Haccac el-Acmi (o İngilizce yazılışına sadık kalıp, Hajjaj al-Ajmi demiş, ben, daha önceki örneklere bakarak, el-Acmi’yi tercih ettim). Bu kimse, Suriye’deki silahlı cihatçı gruplara yardım toplayıp gönderme işlerinde organizatör olarak rol oynadığı uzun zamandır bilinen bir Kuveytli. Hattâ toplanan paraları Suriye'ye bizzat götürüp teslim ettiği ve bu işi neredeyse periyodik olarak yaptığı ileri sürülüyor.

Britanyalı, özellikle de İngiliz seçmenin büyük bölümü için bu oylama, aslında ülkenin gerçek anlamda küresel bir güç olduğu, imparatorluğun üzerinde güneşin hiç batmadığı dönemlere dönüş özlemi. 

Birleşik Krallık'ta geçtiğimiz hafta İşçi Partisi milletvekili Jo Cox'un öldürülmesi üzerine ara verilen Avrupa Birliği (AB) referandumuna ilişkin kampanya çalışmalarına yeniden başlandı. İki günlük ara süresince kampanya kapsamında daha 'saygılı bir üslup' benimsenmesi gerektiği üzerinde bolca duruldu ki bu hiç de haksız bir talep sayılmazdı.

'Brexit' tartışması, İngilizlerin bugüne dek gördüğü en zehir zemberek seçim söylemlerine sahne oluyor.

Geçtiğimiz hafta, Jo Cox'un kendi seçim bölgesinde silahla vurulup bıçaklanarak öldürülmesinden birkaç saat önce, AB karşıtı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) lideri Nigel Farage, partisinin son seçim posterini tanıttı.

“Soru: 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Musevi asıllı pek çok akademisyen Almanya'dan kaçarak Atatürk'ün daveti üzerine Türkiye'ye geliyor ve üniversitelerde dersler veriyor… Bildiğim kadarıyla Almanya'da istenmeyen bu Musevi akademisyenlerin müracaatını sadece Türkiye kabul ediyor. Diğer ülkeler ise Hitler'in korkusundan reddediyor…

Cevap Hitler 1933 yılında, kendisi Musevi olan ya da ailesinde Musevi bulunan tüm eğitimcileri işlerinden atıyor. Bu anlattığım toplu katliamlardan önce yapılıyor. Bu öğretmenler işsiz, parasız kalınca, hemen İsviçre'de bir yardımlaşma derneği kurup, tüm devletlere hocalık için müracaat ediyorlar. Ancak hiçbiri kabul etmiyor. Göçmen ülkesi Amerika bile, Hitler korkusundan kabul etmiyor bunları. Sadece Albert Einstein'ı davet ediyorlar. Türkiye'de ise Atatürk, yüksek öğretimi kapsamlı hale getirmek istiyor ama elinde program yok. İsviçre'den politikacı bir profesörü, Albert Malche 'yi davet ediyor Türkiye'ye. Ancak Atatürk yine de her şeyi bir profesöre bırakmayı istemiyor. Eğitim müfredatının bizim kültürümüz çerçevesinde olmasını arzuluyor. O zamana kadar Türkiye'nin adı bile yok!

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel ile twitter’da karşılıklı yazışırken konu bir anda AKP ve yolsuzluklara geldi. Bir kullanıcı,“AKP’li olmak kolay değil, hırsızlık, çalma çırpma” diye yazdı. Ben de siyasetçilerin birbirinden farkı olmadığını anlatmak için CHP için “Şişli Belediyesi gayrimenkullerini 1 TL’ye başında olduğu vakfa peşkeş çeken Sarıgül’ü İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkan adayı yapmadılar mı?” diye yazdım. Bahsettiğim konu 14 Haziran 2016 günü Cumhuriyet’in manşetindeki, Sibel Bahçetepe’nin “1 Liralık Yağma” başlıklı haberiydi. Haberde Mustafa Sarıgül’ün Şişli Belediye Başkanı olduğu dönemde, değeri 500 milyon doları bulan belediyeye ait 9 gayrimenkulü, 30 yıllığına ve yalnızca 1 TL karşılığında yine Sarıgül’ün mütevelli heyeti başkanı olduğu Şişli Meslek Yüksekokulu’nu kiraladığı yazılıyordu.

Erzincan üzerinden bir bahar gecesi yola çıktılar, insanlar ve katırlar, piyadeler süvarilerin çıkardığı tozdan öksürüp duruyor, katırlarla atlar durmadan tuhaf bir uyumla kişneyip duruyordu. Binlerce asker, mayıs ayının ilk günlerinde Karasu’yu geçerek, Hel dağını aştı, aşağıdaki yaylada konakladı. Konserveler açıldı, erlere kavurma ve ekmek dağıtıldı, atların yulaf torbası önlerine sürüldü, nöbetçiler dikildi, serin gece, apaydınlık yıldızlar altında sakin ve huzurla geçti. O gece, battaniye başına sarıp yatmış, yıldızların parlaklığına bakmış, mis gibi havayı ciğerlerine çekmiş boz üniformalı askerler, üç dört ay sonra ortaya çıkacak kanlı tabloyu görünce, o gecenin sükunetine daha bir şaşacak, böyle bir gecenin belki yaşanmadığına inanacaktı.

Gıcır üniformalı subayların başında bulunduğu, aç-bilaç, avurtları içe çökmüş, köylü askerleriyle Üçüncü Ordu, nihayet beklenen manevraya başlamıştı, birkaç ay boyunca ziyaretlerin diyarı, üç yüz altmış altı evliyanın, yüz sekiz aşiretin yurdu, on iki dağın sırrı Dersim’de kıyamet kopacak, taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacaktı.

Tarihler 26 Aralık 2014’ü gösterdiğinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gazetecilere, yazarlara gözdağını dilinden şu sözler dökülürken veriyordu: “Ey eli kalem tutanlar acaba gazeteciler suç işlemez mi? İşliyorsa bunun bedelini ödemek zorundadır. Gazetecilerin eli sadece kalem tutmuyor ki, yeri gelir silah da tutar.”

Aynı konuşmada, “Dünyanın hiçbir yerinde medya Türkiye'deki kadar serbest değildir. İddialı konuşuyorum. O kadar serbesttir ki, demokratik ülkelerde bile müsaade edilmeyen hakareti, iftirayı, karalamayı, ırkçılığı nefret suçlarını her gün işleyebilmektedir. Bunu şahsımda yaşıyorum. Kusura bakmasınlar ailemle yaşıyorum. Onlara yapılan hakareti dünyanın hiçbir yerinde yapamazsınız. Bu hakaretin de yerden tavana sınırı yok. ABD'de bile bunu yapamazlar” diyordu.

Aradan geçen bir yılı aşkın sürede süreçte gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri işsiz kalmaya, baskı görmeye, hapse atılmaya devam ederken, 14 Mart 2016 tarihine geldiğimizde Erdoğan, aynı tehditkar dilini bir kez daha gösterdi bize.

Kamusal alan meselesi, mikro siyaset talepleri, bunun karşısında ataerkil iktidar krizi, katılımcı demokrasi tartışması, cemaat kumpası iddiaları, polis şiddeti, gençlik patlaması, ayaklanma girişimi, Taksim-Tahrir bağlantısı, darbe beklentileri ve darbe endişeleri...

Bu ve benzeri daha pek çok ifadeyi alt alta yazmak mümkün.

Hepsi bir arada ya da her biri ayrı ayrı Gezi olaylarına, bu olayların farklı algılanma biçimlerine gönderme yapar.

Ancak hangi açıdan bakarsanız bakın şu gerçek değişmez:

Bu olaylar siyasi-toplumsal ittifaklar ve algılar açısından AK Parti döneminde kritik bir eşiği oluşturur.

Popüler İçerikler

Önce Meydan Okuyup Sonra R Yapmıştı: Murat Övüç "Bülentinkiler Sahte" Dediği Diva'nın Eteklerine Kapandı!
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
Müge Anlı'da Yeni Bir Fenomen Doğdu: Habibe Kendine Has Tarzı ve Tavrıyla Hepimizi Fena Gaza Getirdi!