Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

245 maden işçisi önce vilayet binası önünde eylem yapıyor, 2016 yılında kendilerine hiç ücret ödenmediği ve ücretlerinin ödenmesini istedikleri için.

Kimse oralı olmuyor, kimse ilgilenmiyor ne Ankara’da, ne eylem yaptıkları Zonguldak’ta. Yaparlar ya.

Bunun üzerine kentte yedi katlı bir binanın tepesine çıkıyorlar, ücret alamadıklarını gırtları patlayıncaya kadar bağırıyorlar. Bağırırlar ya.

Kimse oralı olmuyor, kimse ilgilenmiyor, ne Ankara’da, ne eylem yaptıkları Zonguldak’ta.

On gün önce çalıştıkları maden ocağında açlık grevine gidiyorlar. Giderler ya.

Açlık grevine dayanamayan arkadaşları birer birer dışarıya çıkıyor. Maden ocağında yirmi sekiz işçi kalıyor.

Ve onlar dün maden ocağı girişinde bilerek göçük yaratarak, kendilerini ocağa hapsediyor, dış dünya ile bağlantılarını kopartıyor.

Ne içeriden dışaraya, ne dışarıdan içeriye giriş mümkün.

Ölmeye yatıyor yirmi sekiz işçi.

Amerikalı komandoların Suriye'de omuzlarında YPG armasıyla çekilmiş fotoğraflarının yayınlanmasına Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu sert tepki gösterdi, malum. ABD’yi “ikiyüzlülükle” suçladı, o zaman neden IŞİD arması da takmadıklarını sordu ve “bu kabul edilemez” dedi. Hükümet hem Ankara, hem de Washington’da diplomatik girişimde bulundu, protesto etti.   

Oysa AK Partili Naci Bostancı’nın CHP ve MHP’den gelen tepkilere karşı cevabı Çavuşoğlu kadar sert olmadı.   

Bostancı’ya göre ABD askerleri “kamuflaj amaçlı” bir stratejinin parçası olarak o armaları takmış olabilirlerdi; Bostancı adeta makul bir gerekçe arıyor gibiydi açıklamak için.

Sadece son bir haftaya bakın: Cuma günü Meclis milletvekili dokunulmazlıklarını kaldırdı. Bir Meclis darbesiydi bu...

Yasama tam kontrol altına alındı. Salı günü 65. Hükümet açıklandı. Görevinden kovulan Başbakan Davutoğlu “Milletin maşeri vicdanında oluşan rahatsızlığın farkındayım” dedi. Bir hükümet darbesiydi bu...

Yürütme tam kontrol altına alındı. Ve dün... Sıra yargıdaydı. Cumhurbaşkanı, yanında yüksek yargının 3 başkanıyla yurt gezisine çıktı. Bahane, Ahilik Haftası’ydı. Ama Erdoğan, her zamanki gibi partizanlık yaptı, muhalefete çaktı. 

Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkanları iştahla alkışladı. Bir yargı darbesiydi bu... Devleti ayakta tutan üç güç, bir hafta içinde atılan 3 adımla doğrudan Erdoğan’a bağlandı.

 “Fezlekeler yargıya tekrar gönderilecek, yargı kararını verecek, uygulamaya geçecek.” Talimat veriyor yani... Yargı başkanları ne yapıyor? Alkışlıyorlar. Tıpkı Erdoğan’ın mesajını ayakta dinleyen “parti devleti”nin kurşun askerleri gibi...

Bir grup kadın beş katlı binanın dar merdivenlerinden yavaş yavaş çıkarken, her katta durup kapısı açık evlere bakıyor. Altı ay sonra evlerine dönebilenler evlerindeki sağlam kalan eşyalarını topluyor.

Kadınlar hüzünlü sesle geçmiş olsun dileklerini iletiyor. Ağır ağır merdivenleri çıkarken bir yandan da beddua ediyorlar: “Bunları bize yaşatanlar Allah’ından bulsun…”

Binanın üstüne çıktıklarında ise manzara karşısında şaşkınlığa uğruyorlar. Onlarca yıldır yaşadıkları sokaklarından eser yok. Şaşıran sadece onlar değil, binanın üzerine çıkan herkes aynı durumda. İlk şoku atlatan kadınlar bu kez evlerinin yerini bulmaya çalışıyor. Onlar da binanın üstündeki herkes gibi birbirlerine evlerini işaret ediyor: “Bak bizim ev şuradaydı”, “Hayır orası sizin değildi, sizinki caminin arkasına düşüyordu”. Artık ne caminin arkası, ne de evleri yerinde duruyor.

Endişeleri gidermek için siyaset ve demokrasi ana yol oluşturur. Türkiye'nin Kürt meselesiyle ilgili olarak Ortadoğu'daki gidişattan endişe duyması, Suriye'de PKK devleti, Irak'ta Barzani devleti gibi ihtimaller üzerinden kendi Kürtlerini etkileyecek, içine çekecek hareketleri savuşturmak istemesi, bunu milli sınırlarını, bütünlüğünü tehdit eden bir mesele olarak görmesi tabii bir durum. Sorun bu endişenin ya da bu somut tehlikenin nasıl bertaraf edileceğinde... Altını dün çizdik, karşı tehdid, silah, güç kullanma, bu konuda çözüm oluşturmuyor. Ülke içinde alınan güvenlik tedbirleri, siyaset kapılarını kapamadıkça, dokunulmazlıkların kaldırılması gibi hamleler içermedikçe, kamu düzenini sağlamak ve terör/şiddet hareketlerine doğal ve gerekli yanıtı vermek için elbet kaçınılmaz. Ancak aynı araçlar sınır ötesi için bir anlam taşımıyor. Uluslararası destekler, ittifaklar, bölgedeki gidiş ve dengeler Türkiye'nin istemediği istikamette ilerliyor.

PKK’nın iddiasına göre Türkiye’de, Suriye’de ve Irak’ta yaşanan çatışmalı süreçte “şehir savaşları” çok önemli bir yer tutacaktı. Hesaplarını buna göre yaptılar.

“Şehir savaşlarını” Kobani olayından sonra neredeyse bir “şehir efsanesine” dönüştüren PKK;Güneydoğu’da da benzer bir etki yaratmak için propagandaya yöneldi.

Güneydoğu’da tüm hazırlıklarını “şehir savaşlarına” göre yaptıklarını son bir yılda yaşananlar da gösterdi.

Çözüm süreci boyunca Diyarbakır’ın Sur ilçesinden başlayıp Nusaybin’e kadar uzanan, en az 15 yerleşim yerinde tahminlerin çok ötesinde bir “tahkimat” yaptıkları anlaşıldı.

Bu süreçte yerel yönetimlerin personelinden ve iş araçlarından yararlanarak, tüneller, hendekler, çukurlar, binalar arası geçişler inşa ettiler, tonlarca patlayıcı yığdılar, bombalı araçlar, tuzaklar hazırladılar ve ev ev, sokak sokak çatışmayı başlattılar.

Terör örgütünün dağ kadrosundan takviyeler getirdiler.

Kimse merak etmesin, endişelenmesin, şüpheye kapılmasın.

Halkın bitmez tükenmez 'iç düşman' safsatalarıyla mutlak itaat ve korku içinde yaşatıldığı eski vesayet düzeni, tadilat-tamirat ve restorasyon sürecinden sonra artık yeniden yürürlüğe girmiştir.

Partisinden sivil siyaset adına ne varsa söküp atan Yüce Lider, onu körü körüne itaatle, şahsına efsunlaşmış halde izleyen kitlesiyle beraber 'devlet-i ali'ye teslim etmiş, yıllardır Batı'dan kopuk has bir Türk-İslam Sentezi hayali kuranların arayıp da bulamadığı kalibre ve kullanışlılıkla, devletle çıkarlar üzerine kurulu bir iş birliği geliştirmeyi başarmıştır.

Her ne kadar baskın dinî-mezhebî kimlik unsuruyla genetiği hayli değiştirilmiş görünse de devlet yine aynı devlet, ve yurttaşla ilişki kodları bundan böyle de tek yönlü hükmetme ve koyun gibi gütme üzerinden sürecek.

Geriye sadece, otoriterliğin tahkim edilmesi yönündeki genetik değişikliğin son safhası olan Orta Asya Tipi Başkanlık Rejimi'ne geçiş kaldı.

Dünya İnsani Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Türkiye, zirvenin sonunda yayımlanan ortak bildiriyi imzalamadı. Alışıldık bir durum değil. Genellikle bu tür toplantıya ev sahipliği yapan ülke, yayımlanan ortak bildiriyi de sahiplenir. Hatta bildirinin ülkesinin veya kentin adıyla anılmasını ister. 

Zirvenin açılışında, böyle bir konu etrafında ve Birleşmiş Milletler çatısı altında ilk kez gerçekleşen bir toplantıya ev sahipliği yapmakla övünen Tayyip Erdoğan, zirvenin kapanış bildirisi konusunda hiç ses çıkarmadı. Türkiye yönetimi, ev sahipliği yaptığı toplantının bildirisine yok muamelesi yaparak, bu metinde gocunduğu ifadeler ve çiğnediği ilkelere göndermeler olduğunu kabul etmiş oldu. Hiç olmazsa açık davrandı, riyakârlık yapmadı, denebilir. 

Çatışma bölgelerinde uluslararası insani hukukun uygulanması çağrısını imzalayan 48 devlet arasında, bu hukuku açıkça çiğneyenlerde var. Örneğin İsrail. Türkiye ise, çatışmalı bölgelerde insani hukuk gereklerine uymaya niyeti olmadığını veya bu konuda gocunacak işler yaptığını bir bakıma “açık ve net olarak” ifade etmiş oldu.

Bir Galatasaraylı olarak nasıl teşekkür etmem, Fenerbahçe'ye.. Bizim futbol yoksunu sözüm ona teknik direktör, ya da Sneijder'in sempati ve antipatilerinin kuklası korkak, kupayı Fener'e vermek için elinden geleni yaptı.. 

Hele de maçın ikinci yarısındaki akıl almaz ölçüde aptalca, adeta intihar müdahaleleri ile bir kaleyi açmadığı kaldı.... Fener'e adeta 'Gel, golleri at, kupayı al, git' dedi.. Ama Fener daha inatçı çıktı 'Almam' demekte.. Geçen yıl Şampiyonluğu ve Dördüncü Yıldızı nasıl altın tepside sundularsa Galatasaray'a, bu yıl da kupayı ikram ettiler. Aziz'e teşekkürüm sonsuz.. 

Dilerim ligden sonra kupayı da kaybettiği için kızar ve sözünü tutup 10 yıl daha Fener Başkanı kalır.. Dünkü Sabah'ta harika bir başlık vardı, gerçek Fenerlileri üzen ve utandıran.. (Öyle olduğunu biliyorum. Çünkü ne kadar Fenerli tanıdığım varsa, 'Aziz için az yazıyorsun, daha yaz' diyor.) 'Yıldırım döneminde Aslan'a 18 yılda 21 kupa!.' Aziz Yıldırım Galatasaray'ın 9 lig, 6 kupa şampiyonluğunu görmüş. Aman Aziz, kız.. Çıldır.. 10 yıl daha kal!..

Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz iki taraf açısından da tam bir ızdırap haline dönüştü. Aynı sözler, aynı kelimelerle yıllardır tekrarlanıyor ve aşağı yukarı aynı noktada duruluyor.   2004 yılındaki tam üyelik başvurusuyla canlanan ilişkiler, önce Avrupa tarafından gelen engellemelerle soğutuldu. Tam üyelik giderek Türkiye açısından öncelikli bir perspektif olmaktan çıktı.   Bir ara Ankara’dan en çok tekrarlanan “Bizim hedefimiz AB standartlarıdır, ister alsın ister almasınlar” formülü oldu.  

 Bir dönem, “AB’ye uyum yasaları” adıyla yapılan reformlardan da epeydir söz bile etmiyoruz.   Geçen günlerde İngiltere Başbakanı Cameron’un “Türkiye ancak 3.000 yılında AB üyesi olabilir” sözü de aşağılayıcı vurgusuyla birlikte Avrupa’nın meseleye bakışını özetledi.   

Fazla uzağa da gitmeye gerek yok. İki gündür çarşaf çarşaf yayınlanan, yıkıntılar arasında elleri havada teslim olan gençler ve çocukların fotoğrafları bile yeterlidir.   2016 yılının Mayısında böyle görüntülerle anılan bir ülkenin Avrupa Birliği standartlarına nasıl ulaşacağı sorusunun cevabı da olumlu olamaz.

Popüler İçerikler

Ali Atay'dan Türkiye'deki Linç Kültürüne Tepki: "Bu Ülkenin Seliyle, Yangınıyla Ben Niye Mücadele Ediyorum"
İş Kadını Olan Eski Eşinden Aldığı Nafakayla Düğün Yapan Damat, Düğünden Sonra Nafaka İstemeye Devam Etti
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?