Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Başlıktaki ‘söz’, Soma’nın Elmadere köyü ahalisinden bir kadın yurttaşa ait.

Bugün Soma ‘kazası’nın, ‘faciası’nın,‘katliamı’nın ikinci yılı.

Eli yüzü düzgün yayın organları ve sosyal medyadaki duyarlı yurttaş örgütlenmelerinde, ‘Unutmayacağız’ ifadesi dolaşımda bugün. Hemen her felaketin ardından, o felaketin büyüklüğüyle orantılı sarf edilir, ‘Unutmayacağız.’ Unutulur mu peki?

İkinci yılında belki ilk sayfa, üçüncü yılında üçüncü sayfa, dördüncü ve sonraki yıllarda küçük haber…

Dolayısıyla belki de ‘unutmak’ yerine, ‘umursamak’ ya da ‘dert edinmek’ daha mı doğru olur? Unutmak hafızayla, umursamak ise nasıl bir yerde, kim olarak yaşadığımızla ilgili değil mi? Doğru, unutulmuyor. Buna mukabil, umursanmıyor pek. Bu da doğru.

Hayretle izliyorum.

Gerçekten öyle.

Oturup ciddi ciddi konuşuyorlar.

Aralarında bazen tartışma bile çıkıyor.

Başkanlık sisteminden söz ediyorlar.

Yeni bir anayasa diyorlar.

Üstelik, en demokratik tarafından bir anayasa diyebiliyorlar.

Şaka gibi!

Gülünç oluyorlar.

Hiçbir inandırıcılıkları yok.

Farkında değiller.

Allah aşkına, mevcut anayasa delik deşik değil mi?

Anayasanın en başında yer alan tarafsızlık yemini bizzat Cumhurbaşkanı’nın kendisi tarafından çiğnenmedi mi

Çiğnenmiyor mu?

Erdoğan değil mi, parti lideri gibi hareket eden?

Erdoğan değil mi, başbakan yetkilerini de kullanan?

Erdoğan değil mi, yüzde 49.5 oyla gelen bir başbakanı, Davutoğlu’nu bir Saray darbesi ile tasfiye eden?

Elbette öyle.

AKP'de kongre hazırlıklarını yürüten Teşkilat Başkanı Mustafa Ataş, Milliyet gazetesinden Şebnem Hoşgör'ün sorularını yanıtladı ve 'genel başkan adayının belirlenmesinde temayül geleneğini sürdüreceklerini' açıkladı. Anlattığına göre olay şöyle cereyan edecekmiş:Milletvekillerinin, MKYK üyelerinin, il başkanlarının, kadın ve gençlik kolu başkanlarının görüşleri alınacak, sonra bu görüşler doğrultusunda genel başkan adayı açıklanacakmış.   

Ataş, Anadolu Ajansı’na da şunu söylemiş: “Cumhurbaşkanımızı yok mu sayacağız? Mutlaka onun görüşlerini de alarak bu önemli kararları birlikte vereceğiz.”   Bu haberi okuyunca gülmekten karnımın ağrıdığını söylemeliyim.   Belli ki Mustafa Ataş Bey, memleketim insanlarının hepsini salak zannediyor.   Bu söylediklerine inanacak kaç kişi bulabilir acaba?

1991 seçimlerinin ardından DYP ve SHP koalisyon hükümeti kurmuştu. Meclis’te okunan Demirel-İnönü hükümetinin programı, ertesi gün gazetelerde, “Devrim gibimanşetleriyle karşılanmıştı. Çünkü 12 Eylül hukukunu ortadan kaldırmaya yönelik ciddi adımlar vardı. 7 Haziran’dan sonra bir koalisyon kurulsaydı yaşanacak havanın benzeri sayılabilir... 

Sonra Demirel ve İnönü Güneydoğu’ya gittiler. “Kürt realitesini tanıyoruz” dediler. İnsan Hakları, adalet, eşitlik, özgürlükler ucundan da olsa konuşulmaya başlandı. 12 Eylül Anayasası’na ve en önemlisi devlete hâkim kadrolara dokunmaya sıra geldiğine ilişkin işaretler görüldü ki, devlet direnişe geçti. 

Bir örnek yeter.

İlk kez o hükümette insan haklarından sorumlu devlet bakanlığı oluşturulmuştu. Hükümetin belki de üçüncü ayında İstanbul’da devletin resmi polisleri güpegündüz“Kahrolsun insan hakları” sloganları atarak korsan miting yapabildiler. 

Başka acayip gelişmeler de oldu ama asıl olarak MHP içinde bir kaynama vardı

Okuduğum bir kitapta gözüme çarpmıştı. Daha önce yazmışlığım da vardır. Ünlü besteci Stravinski 30 yaşında 20. Yüzyıl'ın müzik dahisi ilan edilmiş. Kimileri, onu yenilenme arayışının, bireysel özgürlüğün kıstası kılmış, “kendisine mahsus olan”dan taviz vermek bir yana, onu durmaksızın yeniden üretmenin sembolü haline gelmiş bir sanatçı olarak kabul etmişler. 18 yıl sonra, 48 yaşında yazdığı otobiyografisinde bir serzeniş de bulunmuş Stravinski... 

Şöyle: “Besteci olarak mesleğimin başlangıcında halk tarafından epeyce şımartıldım. Başlangıçta benimsenmeyen eserler bile kısa zaman sonra beğenildiler. Ancak son onbeş yıldır, eserlerimin beni dinleyicilerimden uzaklaştırdığını hissediyorum. Beni başka biçimde konuşurken görmeyi benimseyemediler. Beni müzikal düşüncelerimin yolunu izlemeye bırakmadılar ve buna izin vermediler. Beni duygulandıran ve bana zevk veren şeyler onları ilgilendirmiyor, onların hâlâ ilgisini çeken şeylerinse benim açımdan hiçbir çekiciliği yok.

Dün MHP olağanüstü kurultayı etrafında dönen hukuk, pardon, 'guguk çarkıfeleğinin' özetini en veciz şekilde, ekranıma düşen şu tweet özetlemişti bile:

''MHP kongre sürecine dahil olmayan bir tek çocuk mahkemesi kaldı. Her an müdahale edebilirler...''

Daha ne denebilir ki?

Haberler dün katyuşalar gibi düştü Ankara'ya. Malum, süreç Yargıtay ucunda kilitlenmişti. Sosyal medyada izlenen bazı söylentilerde, Yargıtay'ın süreci sürüncemede bırakacağı, bunun sebebinin de Ankara'daki 'iyi sıhhatte olsunlar'dan gelen temennilere dayandığı üzerinde durulmuştu.

Gemerek Sulh Hukuk Mahkemesi'nin kurultayın yapılmasını durdurmayı öngören kararı, muhaliflerin itirazları üzerine, Ankara'da 3'üncü İcra Mahkemesi tarafından reddedilince, ortaya yeni bir durum çıktı...

Bir meseleye atfen söylemiyorum; vize serbestisi veya AB ile ilişkiler veyahut da Türkiye’nin onarım bekleyen diplomatik dosyalarının herhangi birini kasdetmiyorum. Hepsi birbirinden önemlidir, hepsinin sağlıklı ve yürütülebilir bir hatta girmesi gereklidir.  Daha açık ifadeyle Türkiye’nin büyük meselelerinden hiçbirisi yoktur ki aynı zamanda dışarıyla alakasız olsun. Terör başta olmak üzere, ekonomi, kalkınma hatta eğitim, spor vb dahil bütün önemli meseleleri aynı zamanda bileşik kaplar gibi dünyayla ilişkilerin seviyesine bağlıdır. Kaplardan birinin kapağını kapatarak diğerini tek başına çözmek artık imkansızdır. Biraz toparlandığı zannedilse bile bu metodla elde edilecek çözümlerin kalıcı olması hiç mümkün değildir. 

 Böyle olduğu bizatihi AK Parti tecrübesiyle de sabittir. 14 yıllık iktidarlar döneminin bütün pırıltılı başarıları bu korelasyon ile sağlanmıştır. Hatta, Ankara’nın Ortadoğu başkentlerinde değerinin artışı da sadece Müslüman bir ülke olmanın veya tarihi geçmişin üzerindeki küllerin temizlenmesi ile değil, aynı zamanda dünya ile iyi ve kaliteli ilişki kurulmasıyla artmıştır.

1974-75 yıllarında TRT Haber Dairesi'ni yönetmek için Ankara'ya yerleştiğimde, çok değerli yeni dostlar edinmiştim. Bunlardan biri ile sohbet ederken, o dönemde cep telefonları henüz icat edilmediği için, arkadaşlarının numaralarını kaydetmek için kullandığı telefon defterini masanın üzerine koydu. Sayfaları birer birer çevirmeye başladı. Bu sayfalarda üzerleri çizilmiş isimler ve telefon numaraları oldukça fazlaydı... Bu çizikleri bana gösterdi ve şöyle dedi:  Siyaset rüzgârı  - Seninle çok anlaşıyoruz... İyi arkadaş olduk. Ama ne yazık ki sen Ankara'ya siyaset rüzgârının esintisi ile geldin ve böyle tanıştık. Ankara'ya bu rüzgârla gelenler ne yazık ki burada çok kalmazlar. Bir iktidar değişikliğinde görevleri sona erer ve onlar Ankara'dan ayrılırlar. Bu durumun bana yansıması da telefon defterimdeki yeni arkadaşlarımın isimlerinin ve numaralarının üzerlerinin çizilmesi biçiminde olur.

Suriyeli mültecilerin dramını görmezden gelmek, onları sorunlarıyla baş başa bırakmak mümkün değil. Ancak “en fazla mülteci barındıran ülke” konumundaki Türkiye’ye sığınanların sayısı ile birlikte külfeti de artıyor. Turizm, ihracat gibi gelir kaynaklarının azaldığı bir dönemde mülteci harcamalarının katlanması “Bu yük daha ne kadar taşınabilir?” sorusunu gündeme getiriyor. 

Çünkü Suriyelilerin aylık masrafı 500 milyon dolara yükseldi ve bu yüksek harcama periyodu birkaç ayla sınırlı olmaktan çıkıp kalıcı hale gelmeye başladı. Temmuz 2015-Şubat 2016 dönemini kapsayan 8 aylık sürede her ay ortalama 500 milyon dolar harcama gerçekleşti. 

Rakamlar Cumhurbaşkanı ve Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı’nın açıklamalarından elde edildi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 9 Temmuz 2015 tarihinde Türkiye’nin mülteciler için 6 milyar dolar harcadığını söylemişti. Bu rakam ilk mülteci kafilesinin Türkiye’ye geldiği 2011 yılından 2015 yılının haziran sonuna kadar yapılan harcamayı gösteriyordu. 

Cumhurbaşkanı 5 Ekim 2015 tarihinde harcamanın 7,5 milyar dolara çıktığını açıkladı. Aradan geçen üç ay içerisinde masraflar 1.5 milyar dolar artmış, aylık ortalama 500 milyon dolar düzeyine ulaşmıştı.

AB İşleri Bakanı Volkan Bozkır, vizesiz seyahat anlaşmasının uygulanacağı umutlarının azaldığını söyledi.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise vize sözünde durulmazsa, AB’nin vize anlaşmasının da bir parçası olduğu Türkiye ile stratejik göçmen anlaşmasını unutabileceği uyarısında bulunuyor bir süredir.

Erdoğan’ın dediğini yapacağını bilen Almanya Başbakanı Angela Merkel, işe ciddiyetle yaklaşıyor ama bir sonuç alıp alamayacağı belli değil. Tam da Yunanistan ile uygulanmaya başlayan anlaşma sonucu Ege’den giden göçmen sayısı büyük oranda düşmüşken her şey sil baştan olabilir.

Böyle bir durum, Türkiye kadar, AB için de daha fazla kötü haber demek olur.

Popüler İçerikler

Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?
YORUMLAR
14.05.2016

Yılmaz ÖZdil'in bugün ki yazısını okuyun lütfen... Gözlerinizden yaşlar süzülsün,yalnız bırakmayın beni...

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ