Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Avrupa Birliği'ne vizesiz seyahat etmek isteyenler sorup duruyor ama, Brüksel ile Ankara arasında söz düellosu devam ediyor.

Gerçi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 9 Mayıs Avrupa Günü dolayısıyla son beyanı bir öncekinin sertliğinde değildi.

Erdoğan, Türkiye'yi dışlamak yerine ortak tehditlere karşı birlikte mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor, vize anlaşmasının Türkiye-AB ilişkilerini de ileriye sıçratmasını temenni ediyordu.

Vize anlaşmasının öneminin ve çantada keklik olmadığının herkes farkında.

***

Oysa AB'ye vizesiz seyahat hakkı Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun müjdeleriyle  adeta çantada keklik görülmeye başlamıştı.

Nitekim AB Komisyonu da 4 Mayıs'ta Türkiye 72 şartın tamamını yerine getirmemiş olsa da sözünde durmuş, 'getireceği kanısıyla' Haziran ayındaki AB Konseyi'ne tavsiyede bulunmuştu.

Avrupa’da aşırı sağın ve İslamofobi’nin tırmandığı bir sırada, Londra’da yapılan belediye başkanlığı seçimlerini Pakistan kökenli Müslüman bir İngiliz vatandaşının kazanması üzerinde durulmaya değer bir anlam taşıyor.

Avrupa’nın en kalabalık başkenti olan Londra’daki seçimlerin sonucu iki bakımdan önemli: Birincisi muhalefetteki İşçi Partisi’nin rakibi Muhafazakâr Parti’yi yenerek bu mühim koltuğu ele geçirmesi; ikincisi de bu başarıyı gösteren kişinin Pakistanlı (yani yabancı) bir göçmenin oğlu olması...

Sadık Khan, bir otobüs şoförü olan babasından farklı olarak İngiltere’de iyi eğitim görmüş, avukat olmuş ve politikaya İşçi Partisi’nin saflarında atılmıştır.

Londra’daki seçimlerde, fakir göçmen ailesinin 45 yaşındaki oğlu, zengin ve soylu bir aileye mensup olan Muhafazakâr Parti ileri gelenlerinden Zac Goldsmith ile boy ölçüşmüş ve onu yenmeyi başarmıştır.

Farklılık içinde birlik

Bu başarıda Sadık Khan’ın kişisel yeteneği ve performansı kadar, İngiliz halkının ikinci kuşak farklı kökenli, Müslüman bir İngiliz vatandaşını desteklemeye yanaşmasının da büyük payı var.

“Eğer Türkiye normal bir ülke olsaydı” derken bizim normlarımızdan söz etmiyorum. “Sözün, yetkinin, kararın halkta olduğu”, “sermaye güçlerinin egemenliğinin ve emperyalizmin tahakkümünün ortadan kalktığı”bir topluma ilişkin özlemlerimizi filan bir yana koyuyorum. Ufkumu merkez sağın veya merkez solun iktidarda bulunduğu Norveç, Hollanda, İspanya benzeri bir ülkedeki “burjuva demokrasisinin” normları ile sınırlıyorum.

Eğer Türkiye normal bir ülke olsaydı;

1- Anayasanın 101’inci maddesi açıkça çiğnenmez, Reis, “Cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisi ile ilişkisi kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer” hükmüne aykırı biçimde, bir partiyi dizayn etmeye çalışamazdı. Zaten kendisinin bir mafya babası gibi “Reis” diye çağrılmasından da memnuniyet duymazdı.

2- Hem de iktidarda bulunan AKP gibi partinin, bırakın genel başkanını, MKYK’si de il-ilçe örgütlerini görevden alacak yetkilere sahip olamazdı. Yerel örgütler de iradelerine böyle bir saygısızlığa zaten izin vermezdi.

Gelecek Başbakan için “Düşük profilli” tanımlaması yanlıştı. Bunu geçmişte Tayyip Bey’in konuşma metinlerini yazan Aydın Ünal’ın yapması daha da yanlıştı.  

Yanlıştı çünkü daha şimdiden “Düşük profil”, yani gelecek Başbakan’ın nasıl bir zaafla malul olacağı üzerine çeşitlemeler yapılmasının kapısını aralamakta idi. Nitekim oradan yola çıkarak “Düşük profil”in hangi seviyede bir düşüklüğü ifade ettiği üzerine bir yığın mizah döşenmesine yol açtı.

Yanlıştı, çünkü “Tayyip Erdoğan’dan ötesi boş” gibi bir mesaj içeriyordu ve bu, bizzat “Tayyip Erdoğan imajı” için sorundu.  

Yanlış olduğu çabuk görüldü, Aydın Ünal düzeltme yapma gereği duydu, Yalçın Akdoğan gelecekteki Başbakan’ın böyle tanımlanamayacağını açıklamak zorunda kaldı.

Aynı kişinin, Başbakan tanımlaması yanında “Başkanlık modeli” için Mustafa Kemal ve İsmet İnönü dönemlerini örnek olarak göstermesi de yanlıştı.

Ahmet Davutoğlu sonrası bütün adaylar görücüye çıktı; kendilerini AKSaray'a beğendirmeye çabalıyorlar. Üstelik “Yeni Başbakan, düşük profilli, kişiliksiz olacak”sözleri de onları rahatsız etmiyor. Davutoğlu, Tayyip Erdoğan'ın bütün taleplerine boyun eğmişti; buna rağmen Başbakanlık'ta tutunamadı. Yerine gelenin nasıl davranması gerektiğini varın siz düşünün! Ama içi boşaltılmış olsa bile, Başbakanlık makamı demek böyle büyük bir cazibe yaratabiliyor.

“Görücüye çıktılar” dedim… Mesela Binali Yıldırım, Tayyip Erdoğan'ın Malatya gezisinde yanındaydı. Artık tek hedefin, Başkanlık sistemi olduğunu, üzerine basa basa söyledi: “Yolları açtık, ülkemizi çağdaş uygarlık seviyesine götüren, vatandaşımızın hayatını kolaylaştıran hizmetleri teker teker tamamladık. Şimdi sıra Başkanlık'ta.”

Yalçın Akdoğan da boş durmuyor. O da iki gazeteye birden demeç verdi. Star gazetesinde “Paralel ile savaşın daha da artacağı” vurgusunu yaptı. Haber Türk'te ise, Türkiye'deki sistemin tıkandığını, Başkanlık uygulamasına geçilmesi gerektiğini söylüyordu.

Galatasaray ile Beşiktaş’ın Pazar akşamı yaptığı futbol karşılaşmasında bir seyirci sahaya girdi. Üzerinde “Kilis sahipsiz değildir. Kilis için yastayız” yazıyordu. Tişörtünün arkasında Kilis’e atılan roket mermilerinin öldürdüğü çocukların resimleri vardı. Kilis destekçisi apar topar saha dışarısına çıkarıldı.

Kilis’te ise bir süredir devam eden roket saldırılarına karşı önlem alınmaması çeşitli platformlarda protesto ediliyor. Kilisli esnaf kepenklerini indirmiş durumda. Protestolarını 'Roket saldırıları nedeniyle kapalıyız', 'Kilis ölüyor. Vatan sağ olsun' gibi yazılarla dile getiriyorlar.

Kilis meslek odaları 6 Mayıs günü gazetelere ilan verdi. “#KiliseSESver” başlığıyla Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı’na kadar yetkililere sesleniyorlardı: “acele edin. Ölüyoruz...”

İlanda dikkat çekici bir cümle vardı: “Kilis saldırı altında. Vatan saldırı altında”.

Geçen hafta Hatay Büyükşehir Belediyesi, Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği ve Hürriyet'in ortak düzenledikleri 'Hatay'ı Keşfet' etkinliği için Antakya'daydık.

Etkinlik arka fonda Sezen Aksu’nun şarkısının olduğu harika bir Antakya belgeseliyle ile başlıyor.

Belgeselde çocuklar, evleri renkgarenk boyanmış eski mahallelerde neşeyle koşuşturuyor.

Miniklerin yüzlerinden mutluluk akıyor.

Madalyonun arka yüzünde Hatay’daki çocukların hepsi öyle mutlu değil ne yazık ki...

Anlatayım.

Grup halinde şehrin en eski yerleşim merkezlerinden Kurtuluş Caddesi’nden geçerken bizlere biraz şaşkınlıkla bakan 7-8 yaşlarında iki çocuğa rastladım.

Biri içinde yuvarlak bir ekmeğin olduğu bir poşet tutuyordu.

Okula gidip gitmediklerini sordum.

Çocuklardan biri poşeti tutan diğerini kafasıyla işaret ederek “O okula gitmez Suriyeli” diyor.

Bölücü terör örgütünün taktiklerinden biri de, eylem alanını genişletmek, böylece asker, polis, araç-gereç gücünü bölmektir. Bakıyorsunuz, hiç eylem beklenmeyen ilçede eylem gerçekleştirip dikkatleri başka yöne çekiyorlar. “İstediğimiz yerde eylem yapabiliriz” mesajıyla, örgüt yandaşlarına da moral veriliyor.

Son dönemde bölücü örgüt eylemlerini Karadeniz illerine de taşıyor. Bunun adına “Karadeniz açılımı” diyorlar. Ordu'dan Giresun'a, Trabzon'dan Gümüşhane'ye kadar geniş bir sahayı “eylem alanı” olarak belirlediler. Başlattıkları eylemleriyle “biz buradayız” diyorlar. Yörenin arazi yapısı, bitki örtüsü teröristlerin saklanıp-gizlenmesine uygun olduğu gibi, o bölgede PKK değil “Birleşik Devrimci Hareket” adına eylemler yapılıyor.

“SOL ÖRGÜT” DİYE GİRDİLER

1997 yılında bölücü örgüt, Sivas-Tokat derken Ordu, Giresun bölgesinde eylemlere başlamıştı. Eylemlerin giderek artması üzerine Karadeniz'de yaylaya çıkışlar yasaklanmış, köy koruculuğu uygulamasına bile geçilmişti.

1 Mayıs günü Kanada'nın Alberta Eyaleti'nin Fort McMurray kenti yakınlarında başlayan orman yangını hala kontrol altına alınamadı.

Bu yangın şu ana kadar yaklaşık 2000 km2 alanın tamamen yanmasına neden oldu. Bu alan içerisinde orman arazisinin dışında Fort McMurraykentindeki 1600 ev de bulunuyor. Söz konusu yangın göz ardı edilecek büyüklükte bir yangın değildir. 2000 km2 demek 45 km eninde ve 45 km boyunda bir alanın yanıp kül olması demek ve bu yangın yayılarak sürüyor.

Alberta Eyaleti Kanada'nın orta batısında yer alıyor. Fort McMurray kenti de eyaletin kuzey doğusundaki fazla büyük sayılmayacak bir kent. Dünya açısından bu kentin önemi ise buranın hemen kuzeyinde yer alan katran kumullarından kaynaklanıyor. Fort McMurray de bu katran kumullarından petrol üretilen endüstrinin merkezinde bulunuyor.

70’lerin çocukları, sınırlı içeriğin siyah beyaz medya dünyasında büyük düşlere uyanmıştı. Ekranın salonumuza taşıdığı uzay yolculukları, konuşan makineler ve insan dostu sistemler. O günlerin elektrik kesintili dünyasında uzak bir hayalden öte olmadığını düşündüğümüz bu fikirler şimdi tam olarak karşımızda.

Birkaç on yıl önce ancak hayallerini kurduğumuz sistemlerin bugün karşımıza çıkması, aklımıza gelmeyeni, başımıza getirmiş gibi görünüyor. Makinelerin bizim yerimize karar almaları, aldıkları kararları tamamen rasyonel sonuçlara dayandırması veya bizim tasarladığımız algoritmaların her aşamada yeniden öğrenerek karar vermeye başlaması bizi tamamen yeni bir dünya ile karşı karşıya bıraktı. Peki şimdi ne olacak?

Makineler karar verirken, tamamen rasyonel verilere dayalı olarak hareket edeceklerine göre çoğu zaman bir insan gibi düşünmelerini beklemek çok olası değil. İnsanlar ne kadar kurallara bağlı kalsa da, günün sonunda duygular ve anılar taşıyan birer organizmayız ve zor kararlar alırken her an olası alternatifleri riskli olsalar bile değerlendirmeyi göze alabiliriz.

Popüler İçerikler

HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
Volkan Demirel, Elini Sıkmadığı Şenol Güneş'le Arasında Geçen Diyaloğu Anlattı
İstanbul Boğazı'nın En Pahalı Yalısında Fiyat Güncellemesi: Değeri Tam 120 Milyon Euro