Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekilliği'ne seçilen 2. Daire Başkanı Mehmet Yılmaz (Türkiye'de Mehmet Yılmaz ismini taşıyan 33 binden fazla insan olduğunu biliyor muydunuz?) 'Hâkim ve savcılarımız dünyadan bir tık ileride' dedi.

Yılmaz, bunun fedakârlık ve çalışkanlık bakımından olduğunu söylüyor ki adliyelerimizin iş yükü dikkate alındığında haklıdır da.

HSYK Başkanvekili “Türk yargıcı Avrupalı ve Amerikalı yargıçların bilgi ve birikim olarak altında değildir” de diyor.

Bilemiyorum, yargıçlar arasında bir bilgi yarışması düzenlenmediği için bunun kesin bir yanıtını veremeyiz.

Ama yargıçlarımızın da en azından kendi ülkelerinin mevzuatına hâkim olduklarını varsaymalıyız zaten.

HSYK Başkanvekili’nin bu sözlerini okurken şöyle düşündüm: Keşke, Türkiye’deki yargıçlar ve savcılar da Avrupalı ve Amerikalı meslektaşları gibi bağımsız olabilselerdi.

Çünkü biliyoruz ki adaleti dağıtma işinde savcı ve yargıçların bilgi ve birikimli olmalarının yanı sıra bağımsız ve tarafsız olmaları da gerekiyor.

Çocuklara tecavüz olayını araştırmak için CHP’nin Karaman’a gönderdiği heyette yer alan BursaMilletvekili Lale Karabıyık anlatıyor:

“Söz konusu suçlu şahıs 2 ayrı evde iki yıl süreyle bu suçları işliyor, bir evden diğerine çocukları sürekli getirip götürüyor, bu çocukları gezilere de götürüyor. 

Yasa diyor ki; tüzel kişilikler ve şahıslar asla ilkokul ve ortaokul seviyesinde yurtlar ya da bu tür evler açamazlar. Yani bu evin veya yurdun, adına ne isim veriyorsanız, açılması illegaldir arkadaşlar, illegal olduğu için de denetimleri mümkün değildir...

Biz, Karaman’da Sayın Valiyle, Savcıyla ve Millî Eğitim Müdürüyle görüştük, kime ait olduğu konusunda hiçbir ipucu vermiyorlardı. Oysa dosyalarda çocukların ifadesi var; KAİMDER’e ait olduğunu, Ensar Vakfına ait olduğunu çocuklar kendi ağızlarından vurguluyorlar.”

-

Olayı gizlemek ve Ensar Vakfı’nı işin içinden sıyırmak için muazzam bir çaba var. Aile Bakanı sözü “Bir defadan bir şey olmaz”a getirerek vakfı korumaya aldı.

Cumhurbaşkanı, 20 Mart akşamı, bazı gençlerle buluştuğu bir TV programında, “Şehitlerimiz oluyor, ama nereden baksanız bir’e sekiz, bir’e on karşı taraf etkisiz hale geliyor” dedi. Dondum kaldım. Söz konusu olan insan canı, o halde, bir’e sekiz, sadece dokuz, bir’e on, on bir insan canı eder, o kadar. Tüm taraflar, tüm çatışmalar için bu böyle. Dünyaya böyle bakmazsak bu kör dövüşler böyle sürüp gidecek ve dahi böyle sürüp gidiyor. Kürt meselemizi bir terör sorunu olarak görmek, sonu gelmeyecek bir girdaba girmek demek diye çok kıvrandık, ama o girdabın önünde duramadık, sonuç ortada. 

Diğer taraftan, “Tüm dünya aynı tehdit altında, terörün dini, milleti olmaz, hepsi aynı” kestirmeciliği de, sadece suç ortaklığı, o kadar. Tüm dünya da, aynı girdabın içinde debelendiği için, sorun bitmiyor, tam tersine büyüyor. Asıl meseleleri kurcalamak istemeyen herkes, aynı gerekçeye sığınıyor; ‘kör terör’ deyip geçiyor, ‘terörle mücadele’ deyip kırıp geçiriyor.

Kendi ifadesiyle memleketimizin cari açığının yüzde 15'ini kapatan, politikacısından sanatçısına neredeyse herkesin dostu, yolsuzluk soruşturması sırasında tutuklanıp az biraz içeride kalıp hemen tahliye edilen, Rolex saatlerinin Türkiye distribütörü gibi çalışan, 'Orospu ile memurun bahşişini işin başında verin' vecizesini hayat mottosu yapan büyük işadamı Reza Zarrab’ın Amerika’da tutuklandığı haberi Türkiye’ye 22 Mart gecesi ulaştı. Miami Havalimanı’nda gözaltına alınan Zarrab, Amerika’nın İran’a yönelik yaptırımlarını ihlal etmekle suçlanıyordu. Detaylar yavaş yavaş belirdikçe ortaya bir isim çıktı: Preet Bharara. Zarrab hakkındaki soruşturmayı yürüten, iddianameyi hazırlayan, kısaca Zarrab’ı tutuklatan New York Güney Bölge Başsavcısı. 

Bharara, bir anda memleketin, bilhassa sosyal medyanın gündemine öyle bir oturdu ki, kendisin bile şaşkınlık içinde olduğu tahmin edilebilir.

Türk medyasında Reza Zarrab olayı konuşuluyor ama olayın nerdeyse tüm tarafları yanlışlarla doğruların karıştığı dezenformatif bir zeminde bunu yapıyor. Gazetecilik adına rezalet bir tablo var. Ben 27 Temmuz 2015’de -Yeni bir kara propaganda dalgası- başlıklı yazımda bugün olacakları yazmıştım ve şimdi yazdıklarım -her zaman olduğu gibi- hayata geçiyor. O zaman bu yazımı dikkatle okuyanlar bugün olanlara şaşırmazlar...

Gazetecilik değil iktidar kavgası

Zarrab olayını en çok takip eden gazeteci Tolga Tanış bile birçok konuda yalan yanlış bilgi veriyor okurlarına. Nasılsa yalan yazmanın Türkiye’de bedeli yok. Daha doğrusu hiç kimsenin hakikatleri anlamak diye bir derdi yok. Bu ülkede herkes iktidar savaşı veriyor ve gazetecilik de iktidar kavgasının vasıtasından ibaret.

Çocukların doğal biçimde gelişimine olanak sağlanması, her türlü istismara karşı korunması ve kardeşlik duyguları içinde eğitilmeleri gerektiğinin belirtildiği ilk uluslararası sözleşme olan Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi (1924) ile çocukların erişkinlerden farklı fizyolojik ve psikolojik özellikleri olduğu, bakımlarının bir toplum sorunu olduğu ve herkesin bu sorumluluğu yüklenmesi gerektiği düşüncesi şekillendirildi. Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ve 193 ülkenin onayladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989) ile imzacı devletler çocukların haklarının korunmasıyla ilgili olarak yükümlülüklere uyacaklarını ilan etmiş oldular.

•••

Sözleşmeye göre, her insan 18 yaşına kadar çocuk sayılır. Taraf devletler, sözleşmede yazılı olan hakları ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal, ulusal, etnik ve sosyal köken gibi nedenlerle ayrım göstermeksizin her çocuğa tanır ve taahhüt eder. Çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde temel düşünce çocuğun yararıdır.

AK Parti’nin seçim beyannamesindeki vaadlerinden biri de kamudaki taşaron işçilerinin kadroya alınmasıydı. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ifade ettiği kadro olayı ile Maliye Bakanı Naci Ağbal’nın açıkladığı hususlar arasında ilginç bir farklılık olduğu izlenimi edindim. Ağbal’ın açıkladığı sistem aslında “kadro” değil. Sadece aradaki taşeron şirketler çıkarılıyor. Üstelik bu yapılırken, taşaron şirketlerin karları da işçilerin ücretlerine eklenmiyor.

Başbakan’ın dediği gibi olmalı: Kamudaki taşaron işçilerin kadroya alınması işi tıpkı Davutoğlu’nun grup kürsüsünden açıkladığı gibi olmalı.

Bütün kamu taşeron işçileri; asıl iş ya da yardımcı iş ayrımına bakılmadan 657 sayılı Kanun’un 4. Maddesindeki gibi olmalı. Şunu demek istiyorum. 657 sayılı Kanun’un 5. Maddesi der ki; “Dört istihdam şekli dışında personel çalıştırılamaz” Metni şöyle: Madde 5 –Bu Kanuna tabi kurumlar, dördüncü maddede yazılı dört istihdam şekli dışında personel çalıştıramazlar.”

Ben Abdullah Oskay, 33 yaşındayım. Hayatımın 11 yılı çocuk yuvası ve yetiştirme yurdunda geçti. Okuyacaklarınızı işte bu deneyimle yazıyorum.

Yaygın deyimiyle yetimhaneler, resmi adıyla çocuk yuvaları geleneksel toplumda yoktu. En kötü ihtimalle bir eve besleme olarak girerdi ailesi olmayan veya yoksul çocuklar.

Savaşın kitleselleşmesi ve toplumun tümüne etki etmesiyle birlikte yetimhaneler ortaya çıkmaya başladı. Ülkemizde de ilk yetimhanelerin 1911-12 yıllarındaki Balkan Savaşları'ndan sonra ortaya çıktığı görülür. Daha sonra da Doğu Cephesi'nde Kazım Karabekir’in yetimhaneler kurduğu bilinir.

Sonrasında ise yetimhaneler giderek arttı. Devletin sosyal hizmet uzmanları uzak bölgelerdeki yoksul ailelere, çocuğunuzu okutmak için en iyi yol onu yurda vermek, dedi. Ve yetimhaneler, insanın doğasında bulunan aile ve toplum içinde büyümesine inat pıtrak gibi her yerde bitmeye başladı.

Sizleri; suçlu değil, suç üzerinden tartışmaya davet ediyorum.

Reza Zarrab’ın ABD’de tutuklanması “bizim mahalle”de bayram havası estirdi.

Anlıyorum. Bunun nedeni, Türkiye’deki adaletsizliğe isyan.

Fakat bu duygusal tepki, hakikati gören bilincimizi esir almamalı.

Şunu demek istiyorum:

Reza Zarrab Türkiye’de -rüşvetler vs. dağıtarak- suç işlemiştir.

Peki, Reza Zarrab ABD’de tutuklanacak kadar bu ülkede ne suç işlemiştir?

Toplam 75 yıl hapis cezası istemiyle yargılanacak.

Suçu ne?..

İşin özünde; -yok karapara aklanmasıydı, yok hayali şirketler kurmasıydı gibi hukuki sebepler öne sürülse de, asıl neden siyasidir: ABD’nin İran’a uyguladığı ambargoyu delmektir!

Tartışmamız gereken bu değil midir?..

Davayı yürüten Hint asıllı Amerikalı savcı Preet Bharara’ya ülkemiz sosyal medyasından güzellemeler yapılıyor! İyi de şunu sorgulamamız gerekmiyor mu:

Savcı Bharara, ABD’nin emperyalist çıkarları için siyasi bir dava açmıyor mu?

Şu hayatta bir kere âşık oluruz, diğerleri onun izdüşümüdür. Bir kere yıkılırız, geri kalanı tekerrürdür. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, 45 çocuğun cinsel istismara uğradığı Ensar Vakfı’nı “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz, ama öteki taraftan bunu yapan kişi için de sıfır toleransla hukuki açıdan bütün takibimizi yapıyoruz” deyiverdi. Soru şu: Tecavüzün bir keresi olur mu?

Azami duyarlılığa sahip olanın, adaleti mülkün değil, hayatın temeli olarak görenin bu soruya vereceği yanıt ‘hayır’dır. Hele ki Aile Bakanı’nın iddia ettiği gibi Karaman’daki cinsel istismar vakaları birden de çokken ve ilk değilken. Nihayetinde, 2008’de Vakfın Çorum Şube Başkanı Zekai İşler, iki kız öğrenciye tecavüz suçlamasıyla hapis cezasına mahkûm edilmişti. Keza, Ensar Vakfı Rize Şubesi Başkanlığı’nı yürüten Mehmet Nuri Gezmiş, iki erkek çocuğa cinsel istismarda bulunduğu suçlamasıyla Ocak ayında tutuklanmıştı.

Popüler İçerikler

TSK'dan Atatürkçü Teğmenlerin Kılıçlı Yemini İçin Açıklama: "Mesele Kılıç Değil, Emre Uyulmaması"
Mauro Icardi'den Olay Wanda Nara Paylaşımı: ''Evimde 2 Saat Boyunca Beni Taciz Etti''
Teğmen Ebru Eroğlu İle İlgili Skandal Karar: Küfür ve Taciz İfade Özgürlüğü Sayıldı