Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Ortadoğu’da senaryo bitmez. Bugünlerde Sykes Picot ile çizilen sınırların değişeceğine dair öngörüler yok satıyor. Bahse konu olan özellikle Irak ve Suriye sınırları. Bu ülkelerin bütünlüğünü sağlamak ne kadar zor ise bölmek de o kadar zor. Bunun birincil nedeni iç içe geçmiş; bir yerde çakışan, diğer yerde çatışan, başka bir yerde işbirliğine giden ve çapraz geçişler yapabilen yani sürekli değişkenlik arz eden yerel dinamiklerdir. Buna Türkiye ve İran gibi direngen çevresel faktörleri ekleyin. Ve tabii bölünmenin risklerini yönetme kapasitesini yitiren çekingen uluslararası aktörleri yani caydırıcı uluslararası koşulları da unutmayın.

Epey zamandır bağımsızlık referandumunu dillendiren Irak Kürdistan Bölgesi bir yana bu tartışmaların odağında Suriye’nin kuzeyinde özerklik tesis eden Kürtler var. ABD’nin YPG’yle işbirliğine giderek Rojava’da kendi ayağına yer açtığı Ekim 2014’ten beri Türkiye’nin hakim unsurları Amerikan destekli bir Kürt kuşağının şekillendiğine inanmış durumda.

İçişleri Bakanı bazı şehirlerde “hendek” operasyonlarının bittiğini, sokakların temizlendiğini ilan etti. Bu “fiziki” temizlik boyunca çok sayıda “terörist”in etkisiz hale getirildiğini öğrendik. Şehirler harabeye dönerken sırasını bekleyenlerde endişe, korku ve kasvetli bir hava hâkim. 

Açıklama yapan PKK’nın lider kadroları ise önümüzdeki günlerde saldırı ve çatışmaların artacağını, eylemlere yeni boyut kazandıracaklarını söylüyorlar. Bir yandan da insanları sokaklara çağırıyorlar. Hikâyelerini, İçişleri Bakanı’nın tersine, “fiziki” mekânlar yerine “insanlar” üzerine kurdukları görülüyor.  

Şehirlerde hendekler kazan, patlayıcılarla tahkim eden ve silahlı militanlarla korumaya alan PKK bunun kesin sonuçlu “askeri” bir hamle olmadığını biliyor. Buna rağmen Sur’da, Silopi’de, İdil’de olduğu gibi yüzlerce kayıp ve yaralıya mal olacak eylemlerde ısrar ediyor. İnsanları evlerinden barklarından ederken uzun vadede kazanacağını düşünüyor.

Bugüne kadar, hiçbir siyasi ifadenin altında “gizli niyet” aramadım, bunu neden doğru bulmadığımı defalarca yazdım, “eski İslamcıların demokrat olamayacağını”iddia edenlere hep karşı çıktım. Ama belli ki, “muhafazakâr demokrat”lık iddiasındaki pek çok İslamcı, mecburiyetten “demokrat”mış. Belli ki, mevcut yasaların baskısı ve kendilerini yeterince güçlü hissetmedikleri için karından konuşuyorlarmış. Ben her zaman inandıklarımı açıkça söyleme yolunu seçmiş, bunun bedellerini karınca kararınca ödemiş biriyim, dolayısı ile böylesi bir tavrı “saygıdeğer” bulmuyorum. Diğer taraftan, baskıcı düzenlerin insanları “ikiyüzlü” yaptığını biliyorum. Tam da bu nedenle Kürtlerin özerklik veya bağımsızlık talepleri varsa bunun da, İslamcıların “Şeriat devleti” özlemleri varsa onun da, yasal kısıtlamalar olmaksızın açıkça ifade edebilme özgürlüğünü savundum, halen doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. 

Şimdilerde, iktidar partisi çevresi bazen ima yolu ile, bazen fiili durum üzerinden, bazıları ise doğrudan ideallerinin bir nevi İslam toplumu-devleti olduğunu ifade etmeye başladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan, konusu 'Tarihimize İz Bırakan Valide Sultanlar' olan bir toplantıya katılmış.

*

Emine Erdoğan, bu toplantıda yaptığı konuşmada şunları söylemiş:

-Osmanlı hanedanının kadın üyeleri ve Harem, her zaman ilgi çekici bir konu olmuştur.

-Oryantalistler bir takım hayali tasvirlerle zihinlerde Osmanlı kadınlarına dair olumsuz algılar üretmişlerdir. 

-Nitekim eserlerine baktığımızda çoğu kez dünya zevklerine ve iktidar hırsına müptela kadınlarla karşılaşırız.

-Oysa Harem, Osmanlı hanedan üyeleri için daha çok bir okuldur. Kadınların hayata hazırlandıkları, hayır faaliyetlerini örgütledikleri bir eğitim yuvasıdır.

Vay sen misin bunları söyleyen!

-Sosyal medya kaynamış durumda.

-Bazı muhalif yayın organları coşmuş durumda.

“Harem” üzerinden Emine Erdoğan’a denmedik şey bırakılmadı, bırakılmıyor.

Geçtiğimiz günlerde ABD ve İngiltere’nin PYD çıkışları dikkat çekiciydi. Önce İngiltere Dışişleri Bakanı Hammond, “Son haftalarda Suriye Kürt güçleri Suriye rejimi ve Rus hava kuvvetleri arasındaki koordinasyona dair çok rahatsız edici kanıtlar gördük' dedi. Ardından ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Kirby, Kürtlerin Suriye’de federal bir bölge kurmak istemeleri halinde ABD’nin tutumunun ne olacağına ilişkin bir soruya “ “Eğer bana Kürtler için özerk bir bölge isteyip istemediğimizi soruyorsanız bunun yanıtı hayır” dedi. En son, Kobane’nin güneyinde ABD’nin bir askeri üs kurduğuna ilişkin haberler de Pentagon tarafından yalanlandı. 

Aslında ABD’nin bu tutumu yeni değil, zira geçtiğimiz yıl da hem özerklik hem Rımelan askeri üssü konusunda benzer açıklamalar yapılmıştı. Ancak, zaten değişen bir şey yok diye geçiştirmek zor. Çünkü Cenevre III zirvesinin hemen ertesinde Obama’nın IŞİD’le Mücadele Koalisyonu Özel Temsilcisi Brett McGurk’ün YPG güçlerini yerinde ziyareti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ey Amerika! Size kaç kere söyledim.

Davutoğlu eşittir abartılı üslup, bazen eşittir gerçek dışılık, bazen orada öyle, burada böyle, birbiri ile çelişen açıklamalar, bazen eşittir hayal alemi, bazen eşittir Alice Harikalar diyarında.

Çelişkinin son örneği, Brüksel’de basın özgürlüğü ile ilgili sorguya çekildiğinde, anında Anayasa Mahkemesi kararına sığınıyor:

“Bağımsız Anayasa Mahkemesi tutuklu iki gazeteciyi serbest bıraktı.”

Ama, Brüksel’de AB Zirvesine gitmeden önce, aynı Davutoğlu aynı Anayasa Mahkemesi kararı ile ilgili olarak:

“Anayasa Mahkemesi kararı sürmekte olan bir davaya açık müdahaledir. İlerleyen bir davayı etkilemeye hakkı yoktur.”

Nerede, hangi zamanda, işine nasıl geliyorsa.

Dün öğleye doğru yine Anayasa Mahkemesi kararını yerden yere vuran bir Adalet Bakanı izliyoruz ibretle. Bakanın Anayasa Mahkemesi'ne dönük eleştirilerini, AB ülkelerinin Ankara’daki büyükelçilikleri mutlaka kayda almıştır.

Türkiye ve Avrupa Birliği’nin Mülteciler konusunda Brüksel’de gerçekleşen zirvesinde, ülkemizin birçok medya kuruluşunun iddia ettiği gibi ‘anlaşmaya’ varılmadı. En iyimser bakışla, ortada sadece anlaşmaya varılması yönünde bir ‘yol haritası’ var. 

6 Mart akşamından itibaren Brüksel’de yaşananlar ise şöyle:

Türkiye, politik iradeyi temsil eden başlıca AB liderlerinden biri ile akşam saatlerinde gerçekleşecek ‘çalışma yemeğinde’, daha önce üzerine hiç konuşulmamış bir anlaşma taslağını ‘servis ediyor’. Tabii, arka kapılar ardında asıl teknik detayları ayarlamakla yükümlü bu ülkenin diplomatları şok oluyor. Zira, “Avrupa Başkanı” olarak niteleyebileceğimiz, AB Konseyi Başkanı Polonyalı politikacı Donald Tusk, bir önceki haftayı Balkan başkentleri ve Ankara’yı turlayarak zaten bir anlaşma taslağı hazırlamış. Bu zirvede yapılacak olan, sadece, o anlaşmanın, kamuoyuna sunulması diye planlanmış.

Son yazımda FETÖ ile mücadele daha yeni başlıyor demiştim... Artık dosyalar olgunlaşma aşamasına geldi ve hepsi teker teker dökülüyor. Zaman ve Cihan’a kayyum kararını diğer FETÖ medya kurumlarına kayyumlar takip edecek. FETÖ’ye 1 Ocak 2014 tarihinden sonra da düzenli olarak para göndermeye devam eden ve dolayısıyla terörizmi finanse eden Boydak’lara ve ardından aynı şekilde 1 0cak 2014’ten sonra FETÖ’yü finanse etmeye devam eden Naksan’a operasyon yapıldı. Ardından dün de İzmir’de önemli operasyonlar geldi. FETÖ operasyonları daha da artarak devam edecek. 1 Ocak 2014 sonrası, yani artık Fethullahçıların Türkiye’ye düşman bir suç örgütü olduğunu tüm Türkiye gördükten sonra hala bu örgüte yardım ve yataklık etmek suçtur. 1 Ocak 2014 öncesinde yardım yapılmış ve fakat sonra bıçak gibi kesilmişse mesele yoktur. Bu bağlamda 1 Mart 2014’teki TUSKON ihanet toplantısına katılım da çok açık suç kanıtıdır.

Yazıp söylüyoruz ama kalple hissetmek başka bir şey.

Tesadüfen, Samanyolu TV'de Maya Arakon, Derya Sazak ve Sedat Laçiner'le birlikte çıktığımız “Herkes için özgürlük” programının videosunu gördüm.

Son defa 5 Kasım günü yayına çıkmışız. Ondan sonra STV uydudan çıkartılmış.

Şunun şurasında dört ay önce, hâlâ televizyonlarda konuşabiliyormuşuz.

Bana aradan seneler geçmiş gibi geldi.

* * *

Ben Gezi protestolarından önce neredeyse bütün kanallara çıkıyordum.

Gezi protestoları sırasında NTV'ye çıktım.

Hararetli bir şekilde, hükümetin Gezi'ye verdiği reaksiyonu eleştirdim.

Rejiden bir çocuk yanıma geldi, “Abi çok iyi konuştun, ama bu senin bizim kanaldaki son konuşman olur” dedi.

Haklıymış...

Aynı Çernobil kazası sırasında olduğu gibi, Türkiye’de nükleer santrallerin yolunu açmaya çalışan yöneticiler Fukuşima’yı da önemsiz göstermek için olmadık gayreti göstermişti.

11 Mart 2011 günü Fukuşima Daiçi nükleer santrali önce depremle sarsıldı. Santralin güvenlik önlemleri devreye girdi, reaktörler otomatik olarak kapandı. Nükleer kazayı tüpgaz patlamasıyla kıyaslayanların hep anlattığı gibi acil durum jeneratörleri de devreye girdi ve reaktörlerdeki nükleer yakıtın soğutulması için su pompalamaya başladı. Ta ki, ‘tsunami’ gelip bu jeneratörleri de su altında bırakana kadar. Film burada koptu. Her nükleer kazada olduğu gibi insan aklı tüm riskleri hesaplayamamıştı. Mevcut teknoloji de nükleer enerjiyi kontrol etmekte bir kez daha yetersiz kalmıştı. Nükleer santraldeki altı reaktörden üçü ısındı ve içlerindeki 30 tona yakın nükleer yakıt, bir başka deyişle reaktörlerin kalbi erimeye başladı. Diğer üçü kaza öncesi devre dışıydı, bu belki de daha büyük bir faciayı önledi.

Fukuşima Daiçi-1 ve 2 numaralı reaktörlerde biriken hidrojen patlamalara yol açtı ve reaktörlerin bulunduğu binalarda hasar meydana geldi, çatılar uçtu.

Popüler İçerikler

Wanda Nara'nın Icardi'nin Mesajını İfşaladıktan Sonra L-Gante'yle Yaptığı Paylaşım Icardi Fanlarını Kızdırdı!
Eski Bakan Işın Çelebi'den Fenerbahçe'ye Sert Yanıt: ''Devletin İmkanlarını Kullanıp ‘Yapı’ Diyemezsin''
Fernando Muslera, Jose Mourinho'yu Hedef Aldı: "İstemiyorsa Gidebilir"