Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Anayasa Mahkemesi üzerine süren tartışma kuşkusuz önemli ama hiçbir şey, ülkemizin bir bölgesinde yaşanan savaş benzeri görüntüleri, oralarda yaşananları unutturmamalı. İktidar makamlarından gelen, bazı ilçelerin, mahallelerin “temizlenmesi”(!) haberlerine kan dondurucu manzaralar eşlik ediyor. İnsansızlaştırılmış, harabeye dönmüş evler, sokaklar, mahalleler veya koskoca bir ilçe, evinden kaçan veya operasyon sonrası evine dönmeye çalışan çaresiz insanlar. Sonra savaş muhabiri kılığında, yıkım içindeki insanlara musallat olup haber çıkarmaya çalışan gazeteciler, düzmece “teslim ol-teslim olduk” sahneleri, özel harekâtçılara güzelleme yazan iktidar Kürtleri... 

Neyin mutabakatı 

Kürt siyasetçileri, ne amaçla, ne akılla silahlı isyan stratejisine karar verdiler anlamak imkânsız, ama sonuç ortada; eğer amaçladıkları o ise, söz konusu olan geniş katılımlı bir “halk isyanı” değil.

Buna karşın, hiçbir iktidar, ülkesinin bir bölgesini savaş bölgesine döndüren gelişmelerdeki sorumluluğundan, daha fazla askeri tedbir ve ona eşlik eden karartma, susturma tedbirleri ile sıyrılamaz.

Dresden, Almanya'da Saksonya eyaletinin tarihî merkezidir. 

İkinci Dünya Savaşı sonunda bir şehri yerlebir eden hava bombardımanlarının örneği olarak kayıtlara geçmiştir. 

Aşağıdaki fotoğraflar, 1945’te savaşın son günlerinde Dresden’in bombalandıktan sonraki halini gösteriyor...

Aşağıda gördüğünüz fotoğraflar ise, tarihte Botan beylerinin merkezi Ceziret-ül Omar’ın, yani “Nuh’un mezarı”ndan “Mem û Zin’in mezarı”na dek eşsiz tarihî mekânlara ev sahipliği yapan Cizre’nin 2016 Ocak görüntüleri. Dresden’in havadan bombalanması ile Cizre’nin karadan vurulması, birbirine çok yakın sonuçlara yol açmış. Yıkım, neredeyse, aynı derece tüyler ürpertici...

Cizre yıkım fotoğraflarını, Financial Times da, dün, internet baskısı “In the ruins of Cizre” (Cizre’nin yıkıntılarında” başlığı altında yayımladı. “İkinci Kobani” başlığını tercih edenler de vardı.

Ayşe Teyzem soruyor: 

-  Enflasyon açıklandı... Bolca sıfırlı düşüşten söz ediliyor? Gerçek nedir?

-  Enflasyon düşüşe geçti... Şubatta ülkede fiyatlar bir önceki aya göre, ocak ayına göre on binde 2 geriledi.

-  On binde 2 ne demek?

-  Demek ki halkımız ocak ayında 1000 TL’ye aldıklarını şubat ayında 999.80 TL’ye alma imkânına sahip olmuş.

-  Fiyatlar bu kadar ince ince nasıl hesaplanıyor? Yüzde biri anladık da on binde biri hangi terazi ölçüyor?

-  Ülke genelinde derlenen fiyatların ortalaması alınırken bu tür ince rakamlara ulaşmak mümkün olabiliyor. Ama bu bir ölçüde enflasyonda gerilemeyi değil de aylık fiyat artışında duraklamayı işaret ediyor.

-  Bu sevinilecek bir durum mu?

-  Enflasyon her ay tırmanıyordu... Yüzde 10’un üzerine çıkmasından korkuluyordu. Az da olsa düşüş işareti, yüreklere su serpti.

-  İyi de halkı en fazla ilgilendiren gıda fiyatlarında durum nedir?

Büyük huni biçiminde öğütücü bir makina düşünün. Üst kısmı olabildiğince geniş, alt kısmı ise dar mı dar. Şimdi Türkiye’deki dış politika, güvenlik, eğitim, sağlık, siyaset, sivil toplum, akademik ve dahi aklınıza gelebilecek her türlü alandaki aktör, yapı, süreç, olgu, olay ve ilişkiyi bu öğütücünün üst kısmındaki geniş boşluktan içeri atın ve makina otomatik çalışmaya başlasın.

Gır gır gır gırr............

Gözünüz merakla en alttaki o daralmış delikten ne çıkacağında değil mi? Merakla beklediniz ama sonuçta çıkan şey ya ‘siyah’ ya da ‘beyaz’; ya ‘1’ ya da ‘0’; ya mutlak doğru ya da mutlak yanlış; ya iyi ya kötü; ya güzel ya da çirkin. Bu makina hayattaki tüm mümkünatları ve olasılıkları öğütüyor da öğütüyor, çalışıyor da çalışıyor. Makinadan gelen o çalışma sesi, gürültü patırtı sizi umutlandırdıkça umutlandırıyor. Ama ne yazık ki çıkan ürün sesle tam da tezat. “Bu kadar gürültü patırtıdan sonra bu mudur sonuç?” diyen, beklentisi ile gerçek arasında hayal kırıklığı yaşayan bir çocuk misali üzüntü içinde ayrılıyorsunuz oradan. Elinizdeki mi? İki mümkünata indirilmiş bir hayat. ‘O kapanla’ ‘bu kapan’ arasındaki sıkışmışlık hissi ve ondan kaynaklanan umutsuzluk.

'Sigara içtiğini çevresinden gizleyen kişi için en uygun ortam sisli havalardır' denilir ya... Bu deyişi siyasete aktardığımızda da 'Kendilerine inanan insanları aldatanlar için de en uygun ortam sisli havalardır' diyebiliriz herhalde... 

HDP Eş Başkanı Demirtaş'ın Sur'daki terörist eylemlere destek vermeleri için partililerini yine sokağa davet etmesini izlerken, onun aday olduğu Cumhurbaşkanı seçimi kampanyasında 'Biz bütün Türkiye'nin partisiyiz' demesini yine hatırladım. Ona oy veren aldatılmışlar, acaba şimdi başlarını taştan taşa vuruyorlar mı? 

Aldatılmışlık duygusu 

Bu 'Aldatılmışlık duygusu' şu anda Türk toplumunda en ağır basan ruh haletidir... 

Hatırlayın Ergenekon ve Balyoz gibi davaların kamuoyunda heyecanla izlendiği günleri... Darbe hazırlayanlar önce Fatih Camisi'nde bomba patlatıp, toplumu ayaklandıracaklarmış benzeri haberleri, suçlu ilan edilerek tutuklananları hatırlayın.'

Türkiye’de günlerdir 17 Şubat’ta Ankara’da gerçekleştirdiği intihar saldırısında hayatını kaybeden TAK üyesi Abdulbaki Sömer için memleketi Van’da kurulan taziye evini ziyaret eden HDP’nin kadın milletvekillerinden Tuğba Hezer konuşuluyor. Türkiyeli olmayan okurlar, bu cümlede bir tuhaflık sezecektir. Zira “normal” koşullarda günlerce konuşulması, sebepleri irdelenmesi gereken olay çoğunluğu subaylardan oluşan, 29 kişinin hayatını kaybettiği saldırı ve bu saldırıyı gerçekleştiren örgüt olacakken, HDP milletvekilinin taziye evi ziyareti üzerinden bu tartışma gölgede bırakıldı. Hezer’in taziye evi ziyaretine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere devlet ve hükümet yöneticileri günlerdir tepki gösteriyor ve HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için çalışmalar yürütüyor.

Aynı sertlikteki tepkiler Türk gazeteci ve yazarlardan ve anamuhalefet partisi CHP’den de geldi.

Bülent Arınç (Bülent abimiz yani), önceki gün, Bilkent Üniversitesi’nde “Dünden Bugüne Türk Siyaseti” konulu bir konferansta konuştu. 

Konuşmasında, tutuklu gazetecilerle ilgili Anayasa Mahkemesi kararını da değerlendirdi ve şöyle dedi: “Zühtü Arslan’ı tebrik ediyorum. Türkiye’nin ufkunu açacak bir karar verdi.”

Konuşması bu tebrikle sınırlı olsaydı, böyle bir yazıya gerek kalmayacaktı.

Bülent Arınç, “trol” ve “troliçe” gibi iki değerli kavram armağan ettiği bir önceki o çok yakışıksız konuşmasında tamamlayamadığı meselesini, belli ki, bu konuşmasıyla “halletmek” istiyor. 

Herhalde Bülent Bey’in “Erdoğan” diye bir meselesi var.

Niye böyle bir “mesele” edindiğini bilmiyorum... İkili arasındaki münasebetin derinliği ya da sığlığı konusunda “yakin bilgi”ye sahip olmadığım için, bu konuyu geçiyorum: Şunu söyleyebilirim: Sonuçta yetişkin bir insan, meselesini halletsin!

Müteahhit Ali Ağaoğlu'nun üstüne biraz Melih Gökçek sosu ekleyin ve bu karakterin ülkenin en yüksek koltuğuna göz diktiğini hayal edin.

Amerika'da Cumhuriyetçiler'in başkan adaylığına en yakın isim olan emlak milyarderi ve ‘reality show' yıldızı Donald Trump, onu tanımayanlar için böyle tarif edilebilir.

Gerçi Türkiye siyaseti döner dağıtarak kalabalıkları meydanlara toplayan işadamı örneğini de gördü, ama Donald Trump gibi adeta karikatürü andıran bir ismin tüm rakiplerinin önüne geçip Hillary Clinton'ın kasımda rakibi olma ihtimali Amerika'nın seçkinlerinin en büyük kâbusu şu günlerde. Hele de ‘Süper Salı' adı verilen toplu ön seçimlerde “Amerika'yı tekrar büyük yapacağız.” diyen Trump'ın, Ted Cruz ve Latino kökenli favori adaylardan Marco Rubio'yu geride bırakması karşısında…

Peki, Trump'la ilgili tek sorun para görünce dayanamadığını söylemesi, zengin bir aileden gelmesine rağmen görgüsüzlüğü ve cahilliği mi? Maalesef Amerika'nın ‘okumuş' kesimini ürküten tek bu değil.

Türkiye'de çözülmesi en zor sorun yüz yıllık Kürt meselesidir. 

Kürt siyasi hareketinin ayrılıkçı milliyetçi bir hareket olduğu bellidir. Dil konusunda ‘ulusal’ taleplerle yetinmeyen, ayrı bayrak, ayrı coğrafya ve ayrı egemenlik talepleri ve kitle tabanı olan silahlı bir hareket.

HDP çözüm için bir şans olabilecekken maalesef çözümsüzlüğün bir unsuru oldu.

BALKANLAR GİBİ

Bugünkü Ortadoğu 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarındaki Makedonya’ya, Balkanlar’a benziyor: Geleneksel aidiyetler ayrılıkçı milliyetçilik yönünde politize olmuş ve silahlanmıştı.

Yüzyıllık gecikmeyle bugün de Ortadoğu’da böyle.

Stefanos Yerasimos’un “Milliyetler ve Sınırlar” kitabına bakmak, bu benzerliği görmek için yeterlidir. (İletişim Yayınları)

Bu tablo, nasıl fevkalade zor bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir; otuz yıldır hiçbir iktidar çözemedi nitekim.

Silahlı mücadeleyle terör baskı altına alınabilir, bu gereklidir de... Fakat sorun çözülmüş olmaz.

Nasreddin Hoca’nın iki eşi varmış.

İlk eşi Leyla ile onun teyzesinin kızı Ceren.

Leyla ile Ceren, Hoca’nın kimi daha çok sevdiği üzerine sürekli tartışır, sık sık “hangimizi daha çok seviyorsun?” diye Hoca’ya sorarlarmış.

Ancak Hoca, evin huzurunun kaçmasından korkarak bu tehlikeli tartışmaya karışmaz, birini daha çok sevdiğini söyleyerek taraf olmaktan kaçar, ikisini de eşit sevdiğini söylermiş.

Gelgelelim günün birinde iki kadın, sedirinde rahat rahat oturduğu sırada Hoca’yı inatla köşeye sıkıştırıp, ona şu soruyu sormuşlar:

“Farzet ki üçümüz aynı kayıkta giderken, ikimiz birden suya düşüveriyoruz. Önce hangimizi kurtarırsın?”

Nasreddin Hoca biraz duraksadıktan sonra cevap vermiş:

“Leyla, herhalde insan senin yaşına gelinceye kadar azıcık yüzme öğrenmiş olur!”

*

Nedir bu?

Popüler İçerikler

151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Kızılcık Şerbeti'nin Görkem'i Özge Özacar'dan Pembe'nin Osmanlı Tokadına Yanıt
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı