Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Transparency International (Türkiye’deki adıyla Uluslararası Şeffaflık Derneği) her yıl Yolsuzluk Algı Endeksi açıklıyor. Üstelik bu işi 1995 yılından beri yapıyor. 1995 yılında 41 ülke içinde Türkiye, 27'inci sıradaymış. Şimdi 168 ülke içinde 66’ncı sıradayız. Ülke sayısı arttıkça biz geriliyoruz sanki. Ama geçen gün, TEPAV ve Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin düzenlediği toplantıda Başkan Oya Özarslan Yolsuzluk Algı Endeksi’ni anlatırken, “aslında, ülkenin sıralamasına değil, endeks değerine bakın, orada son derece ilginç bir gelişme var” dedi. Ben de baktım. Hakikaten Türkiye, yolsuzlukta mücadelede başladığı yere dönmüş gibi duruyor. Ne denir? Az gitmişiz, uz gitmişiz, sonunda başladığımız noktaya geri dönmüşüz. Bakın nasıl?

Türkiye, Yolsuzluk Algı Endeksi’ne ilk kez 1995 yılında girmiş. 1995 yılında 100 üzerinden 41 alarak, 27’nci sıraya yerleşmişiz.

Genelkurmay'ın dün yaptığı açıklama, bir devrin kapanış ilanı gibi.

Kumpas üzerine kurulan davaların sonuncusu, İzmir’deki Askeri Casusluk davasıydı.

Tüm sanıkların beraatıyla çöktü.

Son kumpas da alt edilince Genelkurmay Başkanlığı oturmuş, Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davaları döneminin sona erdiğini duyuran dünkü açıklamayı kaleme almış görünüyor.

Tek başına bu son dava bile 3 yıldan fazla sürdü. Haksız yere yatan, karalanan, hayatı karartılan yüzlerce mağdur aklandı.

Üstünden dünyalar ağırlığınca yük kalktığını, Genelkurmay’ın müthiş rahatladığını yansıtıyor açıklama.

Özetle, çok kahır çektiklerini, çok üzüldüklerini ama hukukun üstünlüğüne saygıdan vazgeçmediklerini, yargıya inançlarını son ana dek koruduklarını ve haklılıklarının ortaya çıktığını söylüyorlar.

IŞİD karşıtı “Küresel Koalisyon”da yer alıyoruz ama nedense haber medyamızda pek fazla itibar görmedi. Oysa haber manşetlikti. Suriye’de ateşkesin yürürlüğe girdiği cumayı cumartesiye bağlayan gece yüzlerce IŞİD militanı dokuz aydır YPG denetiminde bulunan Tel Abyad kentine saldırdı.

Kobane kuşatmasından beri IŞİD’in YPG’ye karşı düzenlediği en büyük saldırı olarak nitelendirilen operasyon cihatçılar için büyük hezimetle sonuçlandı. Anında ABD istihbarat ağına takılan IŞİD koalisyon uçakları tarafından tarumar edildi. ABD resmi kaynaklarına göre 100 civarında cihatçı öldürüldü. Diken’e konuşan kaynaklardan biri “Çok mutluyuz”dedi.

Türkiye medyasının konuya ilgisizliği şüphesiz YPG’nin IŞİD militanlarının bir kısmının Türkiye’den sızdıklarını öne sürmesinden kaynaklanıyor.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Parlamento ve Uzmanlar Meclisi için düzenlenen seçimlerin, kendi iktidarının son dönemde izlediği politikalar için bir referandum niteliğini taşıyacağını söylemişti.

Gerçekten de öyle oldu. Sandıktan çıkan mesaj, Ruhani yönetiminin dışarıda dünyaya açılma, içeride de ekonomik ve sosyal reformlara girişme çabalarının geniş destek gördüğü yönünde...

Bu bakımdan seçim sonucu, Ruhani ve onun yanında yer alan “reformcular”a ve “ılımlı”lara, bu politikalara “devam” işaretini veriyor; buna karşılık Mollaların ve aşırı muhafazakârların popülaritesini bir hayli zayıflatıyor.

Reformcuların Tahran bölgesinde kazandıkları zafer, olağanüstü: Bu bölge için parlamentodaki 30 sandalyenin hepsi, Uzmanlar Meclisi’ndeki 16 sandalyenin 15’i şimdi reformcu ve ılımlıların kontrolünde. Buna karşılık seçim sonucu, muhafazakârlığın daha çok kırsal bölgelerde yoğunlaşmış olduğunu gösteriyor.

Acil bir yazı bu. Haddim olmayarak, yurttaşlık hakkımı kullanarak, herkesi sağduyuya çağırmak istiyorum. Belki gereksiz telaşa kapılıyorum, son günlerin cinnet sınırına dayanan siyasal atmosferinin etkisiyle belki abartıyorum ama herkes aklını başına devşirmezse yarın Diyarbakır’da vahim gelişmeler olabilir.

HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, 90 gündür kuşatma altında olan ve artık yıkıntıya dönüşmüş Sur ilçesine ablukanın kaldırılması için Diyarbakır halkına yaptığı çağrıdan söz ediyorum. Suriçi’nde korkunç bir dramın son dakikaları yaşanmakta. Devletin “temizlik” dediği operasyonlar, aralarında bir aylık bebekten 5-6 yaşlarında çocuklara varana kadar sivillerin kısılıp kaldığı sokaklara, yıkıntı halindeki evlere ulaşmış durumda. Günlerdir; Diyarbakır’da bulunan Avrupa parlamentosu milletvekilleri, Avrupa Yeşilleri, yabancı gözlemciler, Türkiyeli barışçılar Sur’da Cizre’de yaşanan katliamın benzerini engellemek için umutsuzca çırpınıyorlar.

Türkiye’de yürürlükteki siyasal rejimi tanımlamak kolay değil. Otoriter olduğu şüphesiz. Ama demokrasinin bazı niteliklerini barındıran bir otoritarizm mi bu? Yoksa dünyada faşizmin 21. yüzyıldaki yeni tezahürlerinden biri mi? Hukuk devleti olma niteliği, “Reis”in veya “Parti”nin devleti olma niteliğine, bir parça da olsa, hâlâ baskın mı? Bu soruların kesin yanıtları yok. Bugün Türkiye neo-faşist niteliği giderek artan bir otoritarizm patikasında ilerliyor. Hukuk devletinin kurumsal yapısı da zaman zaman varlığını gösteriyor. Demokrasinin parçalı bölüklü, hukuk devletinin rastlantısal olarak yürürlükte olduğu bir ülke. 

Anayasa Mahkemesi Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasının hak ihlali olduğuna karar verirken hukuk devletinin hâlâ yürürlükte olduğunu gösterdi. Üstelik yalnız tahliye kararı vermekle yetinmedi. Cumhurbaşkanı ve sözcüsü inkâr etseler de AYM’nin karar gerekçesi, Can Dündar ve Erdem Gül’e açılan davanın esastan temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu söylüyor. Böylece bu iki gazeteci arkadaşımızın şahıslarında Türkiye’de basın özgürlüğü mücadelesi önemli bir destek kazandı.

Haber şu: 

Herhangi bir asker, terörle mücadelede sırasında silah kullanma yetkisini aşma, işkence ve kötü muammelede bulunma suçlamasıyla karşı karşıya kalırsa, Milli Savunma Bakanı'nın izni ve başbakanın onayı olmadan yargılanamayacak… Bir devlet böyle bir yasa çıkarmaya neden ihtiyaç duyar?

Üstelik o devletin şemsiyesi altında, çok da eski olmayan bir tarihte terörle mücadele adı altında onlarca faili meçhul cinayet işlenmişse, işkence ve kötü muamele kokusu her yeri tutmuşsa, JİTEM gibi askeri yapıların, onun katillerinin izleri hala orta yerde duruyorsa, bu yapıların kontrol dışına çıkma eğilimindeki Ersever gibi subayları bizzat bu yapı tarafından ve en üst düzeyden onay alınarak infaz edilmişse, bu soru daha keskin hale gelir.

Bu tür yasalar bizim gibi geleneğe sahip ülkelerde hızla yeni “Beyaz Renault” hadiselerine ve endişesine kapı açarlar.

Emniyet Müdürlüğü mensuplarının en çok mesai harcadığı iş, bizim sosyal medya (Facebook, Twitter…) hesaplarımıza bakmak, basın açıklamalarından ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ kelimeleri cımbızlamak. Bu sebeple hırsızlık, yolsuzluk, cinayet gibi bir sorununuz varsa kendilerine başvurmaya zahmet etmeyin.

(Zaten hırsızlık şikâyeti de sizi Cumhurbaşkanına hakaret davasında sanık yapabilir.)

Geçen hafta 13 yaşındaki bir çocuk, dokuz aylık ‘sosyal medya takibi’ sonucu yakalandı. Daha doğrusu, Facebook hesabını kendi ismiyle kullanmaya başladığı için yakalandı, çünkü polisin dokuz aylık internet araştırması bir sonuca ulaşmamıştı. (Ancak bu araştırma sırasında aile üyelerinin işyerleri ve okulları da polis takibinden nasibini aldı.)

Facebook’ta yazdığı ya da yazdığı sanılan birkaç cümle gerekçe gösterilerek, 13 yaşındaki çocuk Terörle Mücadele ekiplerinin gece baskınına maruz kaldı. Çocuğun ‘çocuk’ olduğunu gören polisler, sabah savcılığa davet edip gittiler.

17 Şubat 2016 tarihinde, Ankara’da devletin kalbi olarak tanımlanan mekânda gerçekleştirilen terör eylemi, niteliği, zamanlaması ve sonuçları itibariyle önemle ve hassasiyetle değerlendirilmeli.

29 vatandaşımızın öldüğü ve çok sayıda yaralanmanın meydana geldiği olayda, güvenlik ve istihbarat zafiyetlerinin boyutlarını, kurumsal araştırmaların somut tespitleri gösterecek. Ancak terörist faaliyetlerin ve eylemlerin 1980’li yıllardan itibaren süreklilik kazanması, tehdit alanlarının genişlemesi hali dikkate alındığında, meselenin bütünlük kazandırılan bir çerçeve içerisinde incelenmesi ihtiyacı öncelik kazanıyor.

Kürt sorununa güvenlik mercekli yaklaşımların, PKK ve şiddet yöntemlerinin gelişmesine yol açtığı hususu, bir gerçeğimiz. Sorunların çözümü açısından, toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilen bir demokratikleşme ve kurumsallaşma sürecine devamlılık kazandırılabilmesi için, nitelikli siyaset üretme zorunluluğu da öncelikli temel meselelerimizden.

Ihlara vadisinin kenarında, başı dumanlı Hasan dağının kıyısında, Aksaray’da dünyaya geldi, 1988 yılında, Güzelyurt kasabasında.

*

1924’teki mübadele sırasında bugünkü Makedonya topraklarından göçen Türkler yerleştirilmişti oralara… O nedenle sarışındır hep Güzelyurt’un insanı, tıpkı Mustafa Kemal gibi… Enes de öyleydi.

*

Kendini bildi bileli subay olmak istiyordu. Sınava girdi, kazandı, Işıklar Askeri Lisesi’nin yolunu tuttu. Ailesine çok düşkündü. Çocuk yaşta hasret zordu ama, hayalini gerçekleştirdiği için çok mutluydu. 2007’de diplomasını alırken, mezuniyet yıllığına şunları yazdı:

*

“Beni yetiştiren ve bu kutsal yuvaya yollayan biricik anneme ve babama, mülakat sınavından önceki gece yüzüm yara olmasın diye gece boyunca başımda sinek avlayan dedeme, her türlü desteğini benden esirgemeyen anneanneme, yengelerime, dayılarıma, kardeşime ve yeğenlerime sonsuz şükran ve minnet duygularımı belirtmek istiyorum. Sizler çölde bulduğum çiçeklersiniz, bu çiçeklerin yaşaması için gerekirse kanımla sularım.”

Popüler İçerikler

Domuz Eti Skandalıyla Gündeme Gelmişti: Köfteci Yusuf Yeni Bir Sektöre Giriş Yapıyor!
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
Askerlerine Cinsel Saldırıda Bulunan Komutana 38 Yıl 70 Ay Hapis Cezası Verildi