Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Daha önce duymadığım için utandım: Sevan Nişanyan’a verilen hücre cezasını Ayşe Hür’ün dünkü yazısından öğrendim.

“25 Şubat 2016 günü, gazeteci, yazar, dilbilimci, düşünür, turizmci, eylemci Sevan Nişanyan, şimdilik 11 yıl 8 aylık (her an artabilir) kesinleşmiş cezasını Söke Açık Cezaevi’nde çekerken, kütüphanede internet bağlantısı sağladığı iddia edilen bir aparat yakalandığı için aldığı disiplin cezası mahkemece” onanmış.

Okuyucularıma, Nişanyan kararını ve Nazım Hikmet’in tutuklanması hakkında ibret verici olayları da anlatan bu yazıyı dünkü Radikal’den okumaları tavsiye ederim.

Bu konu hakkında yazmaya başladığımda, Cumhurbaşkanının, Afrika’nın gezisine çıkarken havaalanında gazetecilere söylediklerini izledim.

Sayın Erdoğan’ın söylediklerini duyunca, son zamanlarda kopamadığım memleketin haline daldım; bazen duygularımla kapıldım, ayağa kalktım, söylendim, sonra tekrar düşünmeye döndüm….

Bilgisayara dönünceye kadar düşündüklerimi yazmaya karar verdim; çünkü hiçbir şey bunlardan öncelikli değildi!

26 Şubat günü İMC televizyonu ekranı, Banu Güven canlı yayında Can Dündar ve Erdem Gül’le konuşurken birden karardı. Olur a, teknik arıza falandır derken anlaşıldı ki Türk-Sat, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın talebi üzerine kanalı yayın portalinden çıkarmış.

İMC korsan televizyon falan değil, Radyo Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) bağlı, uydu üzerinden yayın yapan ulusal bir kanal. İMC’nin yöneticisi, zaman zaman bütün televizyonlara olduğu gibi RTÜK’ten kendilerine de uyarı ya da ceza geldiğini, Türk-Sat’ın böyle bir kararı ancak RTÜK’ün talebiyle, belli prosedürler sonucunda alabileceğini, savcılığın Türk-Sat’a doğrudan müdahalesinin hiçbir yasal dayanağı olmadığını bildiriyor.

Basın kuruluşları, medya hukuku uzmanları, hatta “bizim bu konudan haberimiz yok” diyerek topu Türk-Sat’a atan Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bile İMC’nin bu şekilde karartılmasının yasal olmadığını belirtiyorlar. Ama ne gam! 2016 Türkiye’sinde iktidarın ve Saray’ın hoşuna gitmeyen, işine gelmeyen yayınlara, haberlere, gerçeklere geçit verilmemesi; düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, her türlü muhalefetin “ihanet, casusluk, terörizm” olarak damgalanması artık gündelik hayatımızın parçası.

Türkiye’nin Suriye’de Rus savaş uçağını düşürmesiyle başlayan siyasi ve diplomatik krizin ekonomik faturası hızla ağırlaşıyor.

Rusya’nın 1 Ocak 2016’dan itibaren Türkiye’ye karşı uygulamaya başladığı ekonomik yaptırımlar ilk etkisini Ocak ayı ihracatı üzerinde gösterdi. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) açıkladığı rakamlara göre ihracat geçen yılın Ocak ayına kıyasla yüzde 14.4 oranında düştü.

Rusya yaş sebze meyve alımını durdururken, turizmde de Türk tur operatörlerinin faaliyetlerine son verdi. Başbakan Ahmet Davutoğlu ise 22 Şubat’ta turizmde büyük kayıpların önüne geçmek için hazırlanan dokuz maddelik Turizme Acil Destek Eylem Planı’nı açıkladı ve Rus turistlere “Türkiye’ye gelin” çağrısında bulundu.

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Rusya ambargosu sonrasında yaş sebze-meyve ihracatında büyük düşüş olduğunu ve üretici ve ihracatçıların desteklenmesini talep ederek şu açıklamayı yaptı: “Rusya krizi sonrasında yaş sebze ve meyve ihracatımızda yüzde 38.4 azalma meydana geldi. 2015 yılı Ocak ayında 215.2 milyon dolar olan ihracat, 2016 Ocak ayında 132.7 milyon dolara indi”.

Cumartesi günü Sayın Başbakan’ın Siirt ziyaretinde, kanaat önderleriyle biraraya geldik.  Başbakan Ahmet Davutoğlu,  içinde bulunduğumuz sürecin zorluğunu hatırlatarak Türkiye’nin şiddete ve teröre karşı verdiği mücadeleyi halkın desteklemesinin önemine değindi ve bu desteğin, çeşitli tehditlere rağmen devam etmesinin memnuniyet verici olduğunu ifade etti. Bu zor dönemlerde, şiddet ve terör eylemlerinden en fazla zarar gören bölge halkının yaklaşımını ve tavrını iyi analiz etmek ve anlamak gerekiyor.

Kanaat önderlerini, bu toplantılarda dinlediğinizde anlıyorsunuz ki, halkın değerlendirmeleri ve yaklaşımları, hissettikleri doksanlı yıllara göre oldukça farklı.

Doksanlı yıllarda,  Bingöl ve çevresinde, önce JİTEM sonra da, MİT’in kullandığı Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım ve ekibinin işlediği cinayetler halkı canından bezdirmiş ve o yıllarda bir karşı-şiddet ve terör olarak gelişen PKK şiddeti ve terörü, halkın bir kesimi için, en azından , devletin acımasız şiddetine maruz kalmış kesimi için diyelim, bir kurtarıcı şiddet olarak görülüyor ve PKK’li gruplara sempatiyle yaklaşılıyordu.

Bu trajik ve kanlı hikaye, bu süreçler  üzerinden  oluştu ve hala da, yazılmayı ve araştırılmayı bekliyor. Bugün bir araştırma yapılsa, halkın ezici çoğunluğunun,  PKK’nin hayata geçirdiği şiddet ve teröre karşı çıktığı ve benimsemediği görülecektir.

Saray yaylım ateşine başladı. RTE her konuşmasında en az bir kez “hodri meydan” diyor. Cumhuriyet’i yıkma davasında çıtayı bir tık daha yükseltiyor. En son “kifayetsiz muhterislere ‘hodri meydan’ diyoruz” diye saldırıya geçti.

Artvin’den girdi “imam hatiplere profesör atanacak” haberiyle çıktı!

Yetmedi, Emine Erdoğan da, sahneye çıktı. “90 yıllık enkazı kaldırdık” buyurdu.

Hayır! Hepinizin ezbere bildiğini tekrar etmeyeceğim. Cumhuriyet’in okuma – yazma oranından kadın haklarına, Türkiye’yi getirdiği noktayı anlatmayacağım.

“Cumhuriyet olmasaydı, Kasımpaşa’da çorbacı dükkânından öteye gidemezdiniz” falan da demeyeceğim.

Kifayetsizler, bunu hırsları / ihtirasları ile örtmeye çalışsalar da, aslında “ne olduklarını / ne kadar olduklarını” bilirler.

Öfkeleri bu yüzdendir. İddialarının akıldan önde gitmesi bu yüzdendir. Çevrelerine sadece “en büyük sensin” diyenleri toplamaları bu yüzdendir.

Bağırmaları da, en çok “kendilerini ikna edebilmek” içindir.

Hava Kuvvetleri Komutan- lığı’na ait servis araçlarına yönelik saldırıda teröristin kullandığı bomba yüklü araçla ilgili yapılan teknik çalışmalar, terör örgütlerinin geldiği noktayı göstermesi açısından oldukça önemli. 

Bir süredir yaşadığımız süreç, özellikle PKK’nın yeni eylem stratejisi kapsamında ipuçları veriyor. 

Önceleri, devletin güvenlik güçleriyle kırsalda çatışan PKK’nın, eylemlerini artık şehir merkezlerine kaydırmasının yanı sıra eylem biçimlerini ‘canlı bombalar’ ve ‘bombalı araçlar’ şeklinde belirlemesi, eylemlerin öncesinde örgütün ‘ciddi’ sayılabilecek bir organizasyonu yaptığını da ortaya koyuyor. 

Ankara’da terörist Abdülbaki Sömer’in kullandığı bomba yüklü aracın, yapılan araştırmalarda ‘ikiz plakalı’ çıkması, PKK’nın eylemlerinde yeni taktik ve teknikleri kullandığının işareti olarak yorumlanıyor. 

Gerek terör örgütlerinin, gerekse bazı suç yapılarının günümüzde kullanmayı tercih ettiği ‘ikiz plaka’ uygulaması, polisin kontrolünden kurtulmanın en kolay yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. 

‘Change araba’ya

1980 ve 90’lı yıllarda gerçekleştirilen siyasi ve adi suç eylemlerinde genel olarak ‘sahte plaka’ kullanılıyordu.

Bireysel başvuru, hukuk sistemine 2010 referandumuyla girdi. Özel yasasının çıkarılma ve Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hazırlık süreci dikkate alındığında, fiili geçmişi yaklaşık dört yıla dayanıyor. 

Bir söylem olarak “bireysel başvuru”; altı yıl önce, liberallerin rızasını devşirip genişletmede, sonrasında da Tayyip Erdoğan’ı başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına da taşıyan bugünkü rejimi inşa eden süreçte, enikonu işlevsel oldu. 

Bugünse, Erdoğan’ın Can Dündar ile Erdem Gül’ün tahliyesini sağlayan hak ihlali kararına dair sözlerinden sonra, neredeyse yeniden başa dönüp “bireysel başvuru nedir” sorusunu sormak gerekiyor. 

Hemen belirtelim ki, AYM’nin aynı gün içinde, Dündar-Gül başvurusunda “hak ihlali” verirken, Roboski başvurusunda “ret” kararı vermesi karşısında; bireysel başvuru dosyalarının nasıl bir ittifak arayışı ve hangi konjonktürde sonuçlandırıldığı, daha verimli bir siyasi tartışma alanı gibi duruyor. Bununla birlikte, maddi ve hukuksal gerçekliğin öncelikli olduğu düşüncesiyle bazı hatırlatmalar yapacağım.

Öncelikle şu söylenmeli: Erdoğan’ın Dündar ile Gül’ün yargılandığı ağır ceza mahkemesini kastederek “direnmeleri gerekirdi” sözü, gerçekleşmesi imkânsız bir duruma işaret ediyor.

Sevgili arkadaşım Rezendes mutluluk içinde

Güne sevinçle başladım.

Dünkü Periscope 'yayınımda' Oscar'ları kimlerin kazanacağını, kazanması gerektiğini anlatmıştım (dileyenler twitter üzerinden ulaşabilir), ve hemen hepsi tuttu.

Ama beni asıl sevindiren şey isabetli tahminlerin içinde bir tanesi.

En iyi film Oscar'ı, onu gerçekten de hak eden Spotlight'a gitti.

Çeşitli nedenleri var sevinciminn ama en önemlisini en sona bırakayım.

Bir kere Revenant hakkında muazzam bir dolduruş kampanyası yürütülmüş, herkes 'kesin herşeyi toplar'a programlanmıştı.

Revenant iyi kotarılmış bir filmdi, ama haddinden fazlasını hiç mi hiç hak etmiyordu.

Elbette Di Caprio rakipsizdi, ve nihayet ödülü aldı.

“Su­ri­ye­’de­ki PYD-YPG, Tür­ki­ye­’ de fa­ali­yet gös­te­ren te­rör ör­gü­tü PKK’­nın de­va­mı­dır…”

Cum­hur­baş­ka­nı Er­do­ğa­n’­ın da, AKP hü­kü­me­ti­nin de son dö­nem­de Su­ri­ye ko­nu­sun­da en çok tek­rar et­tik­le­ri cüm­le bu.

Po­li­tik bir söy­lem ola­rak baş­la­yan bu ıs­rar, An­ka­ra­’da 29 ki­şi­nin şe­hit ol­du­ğu te­rör sal­dı­rı­sı­nın ar­dın­dan AKP ta­ra­fın­dan “so­mut ey­lem­le­” de bağ­lan­tı­lan­dı.

Hem Baş­ba­kan Da­vu­toğ­lu, hem Cum­hur­baş­ka­nı Er­do­ğan, sal­dı­rı­dan çok kı­sa sü­re son­ra, “so­rum­lu PYD-YPG’­di­r” açık­la­ma­sı­nı yap­tı­lar. Sal­dır­gan ola­rak da “Su­ri­ye uy­ruk­lu Sa­lih Nec­ca­r” adı­nı or­ta­ya at­tı­lar.

Ger­çek iki gün son­ra or­ta­ya çık­tı.

Sal­dır­gan te­rö­rist, AK­P’­nin açık­la­dı­ğı Su­ri­ye do­ğum­lu Sa­lih Nec­car de­ğil, Tür­ki­ye do­ğum­lu, PKK’­lı Ab­dül­ba­ki Sö­mer idi.

An­cak sal­dır­ga­nın, PKK te­rör ör­gü­tü men­su­bu ve Tür­ki­ye va­tan­da­şı ol­du­ğu­nun ke­sin­leş­me­si­ne rağ­men, hü­kü­met “Sal­dı­rı­dan PYD-YPG so­rum­lu­du­r” söy­le­mi­ne de­vam et­ti.

Pe­ki bu ıs­rar ne­den? Sal­dı­rı­yı PKK ya da Su­ri­ye­’de doğ­muş PYD-YPG’­nin yap­mış ol­ma­sı ne de­ğiş­ti­rir?

Cuma günü üç saatte Türk parası Amerikan Doları karşısında yüzde 3 oranında değer kaybetti. Tam o sırada Başbakan, 2016 Bütçe’sinin sunuş konuşmasını yapıyordu.

Peki, Başbakan konuşurken niye böyle hızlı bir değer kaybı yaşandı lirada?

Yaşandı, çünkü; o sırada Fitch’in Türkiye notu ne olacak beklentisinin piyasaları karıştırdığı ileri sürüldü. Oysa genel beklenti Fitch’in Türkiye notunu değiştirmeyeceği yönündeydi. Yani Fitch’in döviz varlıkları üzerinden mevcut notu BBB-’ye devam diyeceği biliniyordu. Tabii bu arada doların, euro karşısında hafif değer kazanması da liranın değer kaybına katkı yaptı.

Şimdi gelelim, Başbakan “en başarılı biziz” derken liranın aynı anda dolar karşısında yüzde 3 değer kaybetmesine…

Bildiğiniz gibi böyle hızlı değer kayıpları ve artışları yaşayan para birimlerine oynak para birimleri denir. Ve bu türden oynaklıklar o ülkeye güveni azaltır. Dolayısıyla parasını bir anda kaybedebileceğini düşünen doğrudan yatırımcı ülkeye gelmez. Gelen de gider. Ancak spekülasyon beklentisiyle kısa vadede para kazanmayı düşünenler o ülkeye gelirler. Tabii bu tür yatırımcılar ülke parasının daha da oynaklaşmasına neden olur.

Popüler İçerikler

Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı
Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı