Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Bundan üç ay kadar önce haber yazdıkları için casusluk, terör örgütü üyeliği gibi ağır suçlamalarla içeri alındığında 'Başları dik çıkacaklar'demiştik, bundan emindik.

İki meslektaşımız gerçekten başları dik çıktılar Silivri Cezaevi'nden.

Peki onlara binbir suçlamayla, daha düne kadar olmadık iftira atanlar ne yapacak?

Tıpkı bir süre önce başka davalarda bu iftiraları atanların şimdi yargılanmaları, kaçacak delik aramaları gibi, yarın da bu davaları siyasi intikam aracı olarak görenler kaçacak delik arayacak mı?

Daha dün Anayasa Mahkemesi kararı çıktıktan sonra AK Parti sözcüleri arasında 'Bizim ne ilgimiz var?' diye soranlar çıkmaya başladı.

Peki, kimdi meydanlarda, televizyon ekranlarında, manşetlerde; Can Dündar'ın ve Erdem Gül'ün; Cemaat'in uzantısı olduğundan tutun, askeri casusluğa, oradan, 'Suriye'deki Türkmenlerin uğradığı saldırıdan sorumlu olduklarına' dair iddiaları ileri sürenler?

Kimdi 'Böyle gazetecilik olmaz' diye ahkam kesenler?

Başbakan Davutoğlu, “Cerattepe’de 3 bin 500’den bir fazla ağaç kesilmeyecek”buyurmuş.

Sağolsun, nasıl da içimizi rahatlattı! Küçümsediği rakam üç değil, 300 değil, 3 bin 500! Kesilmesinde mahzur görmediği ağaçlar, dünyanın 100 yaşlı ormanından birinde, doğa korumada öncelikli 25 sıcak noktadan biri…

Doğal ormanların birkaç yılda değil on binlerce yılda oluştuğunu, tüm ekosistemin böyle bir kıyımdan olumsuz etkileneceğini çocuklar bile öğrendi. İstediğiniz kadar fide dikin, doğal ormanın yerini tutmaz.

Kaldı ki mesele, orman katletmekten ibaret değil…

TEMA Vakfı’ndan İTÜ Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman, Cerattepe’deki madencilik faaliyetlerinin 186 bin hektarlık ladin ormanı içinde yapılacağını vurgulayarak “Ormanı parçaladığınızda canlı yaşamı da dağılır. Orada bir yara açtığınızda ekolojik yıkım başlar” diyor.

Ağır sayılabilecek HDP eleştirileri yapmaya başladım ya...

Bakıyorum:

En az HDP’liler kadar, bazı iktidar yanlıları da bundan pek hoşlanmamış görünüyor.

*

İktidar yanlılarının itiraz ettikleri nokta şu:

“Daha düne kadar saz çaldırıyordun, bugünse ağır vuruyorsun... Ne iş?”

*

Gören de zannedecek ki...

Bu itirazı dile getirenler...

-Daha düne kadar PKK ile görüşme masasında oturmuyorlardı.

-Daha düne kadar Diyarbakır meydanlarında Öcalan mektupları okutmuyorlardı.

-Daha düne kadar Kandil’e mektuplar yollamıyorlardı.

-Daha düne kadar “güvenlikçi yaklaşımlarla bu sorun çözülmez” diye gürlemiyorlardı.

*

Daha düne kadar ne yapıyorlarsa bugün tam tersini yapanların savunucuları, “daha düne kadar saz çaldırıyordun, bugün de çıkmış ağır vuruyorsun” falan diye bana laf sokuyorlar.

İngiltere, Avrupa Birliği'nde kalıp kalmayacağını oylamak üzere 23 Haziran'da referanduma gidiyor. İngiliz seçmen AB'de kalmaya 'Hayır' derse ülkenin Birlik ile ilişkileri nasıl yeniden kurgulanacak? İngiltere’nin AB’yi terk etmesinin Türkiye’nin AB sürecine etkisi ne olacak?

23 Haziran günü, Avrupa Birliği'nin (AB) olduğu kadar Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin de geleceğini etkileyecek bir halk oylamasına sahne olacak. O gün İngiliz halkı, Avrupa Birliği'nde kalıp kalmamaya karar verecek. 1974’te AB’ye üye olan İngiltere, referandum günü oy pusulalarına basılan 'Hayır' damgalarının daha fazla olması durumunda, kuruluşundan bu yana AB’den çıkan ilk ülke olacak. AB’nin en önemli ülkeleri arasında yer alan İngiltere’nin bu şekilde bir tercih ile karşı karşıya kalmasının asıl nedeni ise özünde bu ülkenin iç politikası ile ilgili gelişmeler.

“'Brexit' kampanyasının belki de en önemli eksikliği, İngiltere’nin AB ile ilişkisine dair tatminkar bir vizyon oluşturamamış ve dolayısıyla 'Brexit' seçeneğine ilişkin belirsizlikleri azaltamamış olması.”

İktidarda olan Muhafazakâr Parti’nin İngiltere’nin AB ile ilişkilerine bakışı hep ikircikli oldu. Parti içinde sürekli AB ile ilişkileri tartışmaya açan bir şüpheci kanat bulundu. AB’nin ekonomik krize sürüklenmesi ile son yıllarda bu kanadın da parti içindeki tesiri görünür biçimde arttı.

Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları personelini taşıyan servis araçlarına yönelik 17 Şubat’ta gerçekleştirilen araçlı intihar saldırısı Türkiye’nin ilk ‘gri’ terör eylemi olarak tarihe geçti. Bu eylemi ‘gri’ olarak tanımlamamın nedenlerinden en önemlisi böylesine büyük çaplı bir saldırıdan sonra saldırganın kimliği hakkında ilk kez yaşanan iletişim kirliliği.

Başbakan Ahmet Davutoğlu saldırının hemen ertesi günü Genelkurmay Başkanlığı karargahında yaptığı açıklamada net bir şekilde ve sert bir dille saldırının arkasında PKK bağlantılı YPG olduğunu, Salih Neccar isimli saldırganın YPG’yle bağlantısına ilişkin ellerinde somut deliller bulunduğunu ve bu delilleri başta ABD olmak üzere müttefiklerle paylaşacaklarını anlatmıştı.

Bu açıklamadan hemen sonra basına 1992 doğumlu ’ın Suriye’nin Haseke kentinden bir Kürt olduğuna dair haberler yansıdı.

Herkes en üst düzeyden ve net bir dille saldırganın kimliğine dair yapılan açıklamayı ‘doğru’ kabul etti. Ancak saldırıdan iki gün sonra, 19 Şubat akşamı saldırganın kimliğiyle ilgili başka bir hikaye ortaya çıktı.

Ne yazık ki, görmezden gelinecek bir konu değil “taziye meselesi”. Doğru, iktidar/ devlet bu konu ve buna benzer konuları öne çıkarıp Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede estirdiği şiddet politikalarını meşrulaştırıyor, “barış ve müzakere” diyeni “terörist” ilan ediyor. Ama, demokratik siyaset benimsediği (başka türlüsü de zaten mümkün değil) iddia eden ve dahi parlamentoda temsilcileri bulunan bir partinin milletvekilinin, “canlı bomba eylemi” yapmış birinin taziye çadırında ne işi var sahiden? Böylesi bir durumu, “taziye kültürü” ile izah etmek neyin nesi? Bombacının aile, akraba efradının ölenin anababasını ziyaret etmesi başka şey, bir siyasi partinin temsilcilerinin “itibar” göstergesi olan ziyareti başka şey. 

Kürt partilerinin, “PKK’ye kesin mesafe koymasının dayatılmasına” karşı çıktık, zira sonuncusu HDP olan partilerin tabanı aynı zamanda PKK sempatizanı idi, bağrı yanıkların isyanı, dağda ölen çocuğu vardı; kurallar, kanunlar çerçevesinde bu gerçeği görmezden gelmek çıkmaz yol idi.

Eğitim iş kolunda örgütlü yetkili sendika (!) Eğitim Bir Sen, açığa alınan müdürünün de üyesi olduğu, Kayseri Mustafa Eminoğlu Anadolu Lisesindeki öğretmenin öğrencisine tecavüz olayla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmadı. Dün itibari ile ikinci büyük sendika olan Türk Eğitim Sen’den de ses çıkmadı. Tecavüzcü öğretmenin bir dönem üyesi olduğu Aktif Eğitim Sen de suskunluğunu koruyor. Eğitim Sen ile Eğitim İş merkez yürütme kurulları, olayı kınayan ve takipçisi olacaklarını belirten açıklamalar yaptılar.

Eğitim Bir Sen, Türk Eğitim Sen ve Aktif Eğitim Sen temel referansı din olan muhafazakâr sendikalardır. Özellikle Eğitim Bir Sen, hükümetin eğitim politikalarının meşruiyet kaynağı gibi bir faaliyet içinde. Diğer ikisine ise aynı ideolojinin ihmal edilen fraksiyonları diyebiliriz. Bunlar için eğitimsel sorun, kimin okul veya şube müdürü olacağı ile sınırlı. Toplumsal sorunlara ilgileri ise ortak angajman kuralları olan hükümetle çelişmeme noktasında son bulur. Türkiye’deki 900 bin öğretmenin tamı tamına 600 bini (bu sayının çok azı memur) bu üç sendikaya üye ve bunların yarısı kadın…

Amacım dinle, ideolojiyle, insanların üyesi olduğu örgütsel yapılarla tecavüz arasında bağ kurmak değil.

Önümüzdeki saatlerde bir terslik çıkmazsa, Suriye’de “çatışmaların durması” konusunda ABD ve Rusya arasında varılan ve ilgili taraflarca da kabul edilen anlaşma yarın yürürlüğe giriyor.

Bundan sonra bütün dünya Suriye’de savaşan tarafların ve onların arasındaki güçlerin bu anlaşmaya ne kadar uyacaklarını merakla ve dikkatle izleyecek.

Açıkçası herkes Suriye’de nihayet silahların susması noktasına erişilmesinden memnun olmakla beraber, “geçici” olarak nitelenen bu ateşkesin ne kadar uygulanacağı konusunda oldukça kuşkulu.

Bu “geçici çatışmasızlık” anlaşmasının başlıca özelliği, savaş alanındaki aktörlerin bir kısmını buna dahil etmesi, bir kısmını da bunun dışında tutmasıdır. Buna göre IŞİD, El Nusra ve BM kararında terörist olarak nitelenen örgütlere karşı ateş kesilmeyecek. Buna karşılık örneğin Esad’ın ordusu ile çeşitli muhalif güçler o geçici süre içinde birbirleriyle çatışmayacaklar...

Farklı yorumlara müsait olan bu şartların “sahada” nasıl ve ne ölçüde yerine getirileceği şimdilik büyük bir soru işareti...

Memnun ama kaygılı

Bu gelişme Suriye’deki savaşa dolaylı şekilde bulaşan bir ülke olarak Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.

Dink davasıyla ilgili adli süreçler de umutlar da sürüyor. 

Nisan ayında ele alınacak bu kez emniyet görevlilerini de kapsayan ana dava, Trabzon'da süren asker kişilerin sorumluklarına ilişkin diğer davalar, açık olan, cinayetin icrasıyla ilgili pek çok çarpıcı yeni delil içeren soruşturma dosyası mevcut adli süreçler.

Ne var ki, sorunlar bitmiş değil. 

Kamu görevlileri iddianamesi pek çok dirençle karşılaşmış, Savcı Gökalp Kökçü'nün ısrarlı çabalarıyla ve siyasi bir destek iklimiyle kabul edilmişti. Ne var ki Kökçü, bu ve benzer dosyalarda yeni görevlendirmeler yapılacak gerekçesiyle daha sonra bu soruşturma dosyasından alındı. Hakim olduğu dosyadan hala uzak tutuluyor. Ve dosyayla ilgili yeni görevlendirme yapılmıyor. Bu tablonun ya da gevşekliğin arkasında ise muhtemelen adliyenin ve Adalet Bakanlığı'nın iç politikasıyla ilgili oldukça karışık bir durum var...

Açık soruşturma dosyasıyla ilgili en kritik husus, basına yansıdığı kadarıyla, cinayet günü cinayet mahallinde telefon sinyalleri üzerinden birçok jandarma istihbarat elamanının bulunduğunun ortaya çıkmış olması.

Bir önceki yazımızda, “Kişisel verilerimiz neden ortalarda dolaşıyor?” diye sormuştuk. Çünkü hem satıldığına dair bazı emareler ve söylentiler var, hem de Devlet Denetleme Kurulu’nun 2013 yılında bu konuda eleştirel bir raporu var.

Yani, e-Devlet ya da fiziksel devlet, sosyal medya, arama motorları, mesajlaşma uygulamaları derken, hepimizin kişisel verileri bir yerlerde duruyor. Peki bu verileri bizim adımıza koruması gereken devlet koruyor mu? Şimdiye kadar TCK 135-140 arasındaki maddelerle ‘eh-meh’ korunuyordu ama dünya ve Avrupa Birliği sadece buna yönelik kanun yapıyor ve yapılmasını istiyor. (En azından o ülkelerle ticaret yapacaksanız size bu kanunu “var mı?” diye soruyor)

Yazılarımızı okuyanlar bilir, 5651 sayılı kanuna “özel hayat” başlığı ile getirilen yeniliklerden itibaren yoğun bir şekilde, hani “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu” diyoruz.

İşte 35 yıldır sahip olamadığımız veya en azından 1989’dan bu yana TBMM’ye gelip bir türlü kanunlaşamayan bu “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVK)” ocak itibariyle yeniden TBMM gündemine girdi. Ancak içine baktığımızda, soracağımız soru şu; bu kadar yıldır beklediğimiz kanun bu mudur? Bu kanun kişisel verilerimizi gerçekten koruyabilir mi?

Popüler İçerikler

Kızılcık Şerbeti'nin Görkem'i Özge Özacar'dan Pembe'nin Osmanlı Tokadına Yanıt
Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı