Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Rusya ve Suriye ordusu Halep’in kuzeyinde muhaliflerin elindeki ‘kurtarılmış bölge’ye yönelik saldırılarını arttırdıkça Türkiye’nin sınır hatları ısınıyor. Mültecilerin sınırlara yığılması nedeniyle Türkiye’ye kapıları açması yönünde çağrılar yapılırken kaçan siviller arasında savaşçıların da olduğuna dair tanıklıklar endişelere yol açıyor. Sadece siviller değil cepheden de kaçışların olduğu, savaşçılara yönelik ‘gitmeyin, dönün’ çağrılarından anlaşılıyor. Gerek Genelkurmay Başkanlığı gerek Kilis Valiliği’nden yapılan açıklamalara bakılırsa kaçanlar arasında çok sayıda yabancı savaşçı var.

Sınırda oluşan manzaraya bakıldığında sığınmacılarla ilgili kaba hatlarıyla şöyle bir profil çıkıyor:

Halep-Azez arasındaki bölgeden kaçan siviller.

Kurtarılmış alanlarda savaşçılarla birlikte yaşayan aile fertleri.

Bayır-Bucak ve Halep-Azez hattında Türkiye’nin de destek verdiği savaşçılar.

Önce Yunan internet sitelerine düştü, Türk basını oradan alıntıladı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın G-20 zirvesi sırasında AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ve AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ile Suriyeli mülteciler üzerine yaptığı konuşmanın tutanağı olduğu iddia edilen metinden söz ediyorum.

Sızdırılmıştı. Sızdıranlar belki de Erdoğan’ın AB yetkililerine ne kadar saldırgan bir dil kullandığını teşhir etmek, böylece Türklere neden bu kadar yüz verildiğini sorgulatmak istiyorlardı.

Eğer meram bu idiyse, ters teptiğini rahatlıkla söylemek mümkün.

***

Erdoğan Türkiye’nin mültecilerin otobüse doluşup gitmelerine engel olduğu için AB’den tenkit değil takdir görmesi gerektiği, dolayısıyla bir an önce sorumluluğu paylaşmak için anlaşması gerektiğini söylemesi kamuoyunda tersine, olumlu yankılandı.

Cemaat'in sesiyken kayyum sayesinde hükümetinizin sesi haline gelen bir gazete, sanki çok büyük bir ayıbı, çok utanılacak bir kusuru, çok büyük bir yolsuzluğu açıklar gibi çakmış manşeti sekiz sütun üstüne...

Demiş ki:

CHP Sözcüsü vaftiz edilmiş bir Hıristiyan.”

*

Böyle ayıplı bir manşet karşısında...

Bakıyoruz AK Parti camiasına...

Çıt yok.

*

Koca AK Parti camiasından bir tek Allah kulu çıkıp da...

“Biz yıllarca inanca saygı diye haykırarak bugünlere geldik, size ne oluyor da başkalarının inancını böyle hoyratça afişe ediyorsunuz” demiyor.

“Bize ne başkalarının inançlarından? Siz ne hakla başkalarının dinini diyanetini sanki büyük bir kusuru ifşa eder gibi manşete çekiyorsunuz” demiyor.

Hillary Clinton 12 Nisan 2015 tarihinde başkan adaylığını açıkladığında, Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinin de birçoğunun desteğini almış ve seçim yarışına “tek aday” imajı ile başlamıştı. 9 ay önce hiç bir seçim organizasyonu ve bütçesi olmayan, tanınırlılığı çok düşük olan ve kendini “Demokrat Sosyalist” olarak tanıtan 74 yaşındaki Vermont senatörü Bernie Sanders’ın Hillary Clinton’ı sadece 9 ay sonra New Hampshire'da yenebileceğini söyleseler acaba kim inanırdı?

Kimsenin şans vermediği Sanders, yaklaşık yüzde 44 geride başladığı Iowa eyaletindeki ön seçimleri sadece yüzde 0,2 puan ile kaybederken, New Hampshire’da yüzde 60 oy alarak kazanmayı nasıl başarabildi?

Üniversite yıllarından itibaren aktivist eylemlerin içinde yer alan Sanders, 1960’larda Chicago Üniversitesi’nde öğrenci yurtlarında yaşanan ırkçılığa karşı çıkmak için oturma eylemi düzenlemiş, Washington’da düzenlenen Martin Luther King Jr destek yürüyüşüne katılmış ve o zamanlardan beri kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan bir kişi.

Başbakan DavutoğluMerkel’le ortak basın toplantısında, bizim hapiste olmamıza ve Güneydoğu’daki hak ihlallerine dair soruya bir “Erdoğan cevabı” verdi.

“Bu soruyu sorman bile bizdeki basın özgürlüğünün göstergesi” dedi.

Demokratik ülkelerde basın özgürlüğünün kıstası, soru sorabilme cesareti değil, soruyu soranın esaretidir.

Türkiye’de bu soruyu sorabilecek gazeteciler Başbakan’ın uçağına ya da basın toplantısına akredite olamadıklarından ya da soranların başına bela geldiğinden soru, Merkel’in yanındayken Alman basını tarafından sorulabilmiştir. Ve bu sayede Türk hükümetinin istenmeyen sorulara nasıl cevap ver(me)diği görülebilmiştir.

Başbakan özetle, “Soruyu sordun ve hâlâ hapiste değilsin; şükret” demek istiyor.

Bu doğru; soranların çoğu hapiste veya işsiz şimdi...

Cevap verirken, “Gazetecilik faaliyetinden dolayı hapiste gazeteci yok” diyor.

Bu yalan.

Dünya huzurunda haykırmak isterim ki bu, koca bir yalan...

Bu yazıda genetiği değiştirilmiş gıda ürünlerinin kanser yapıp yapmadığını tartışmayacağız. Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) yayılmasıyla birlikte değişen tarım kültürünün yol açtığı kanser tehlikesinden bahsedeceğiz.

GDO deyince genetiği değiştirilmiş bir organizma anlıyoruz. Yapay, laboratuvarda üretilmiş ama doğalmış gibi yapan bir üründen bahsediyoruz. GDO’lu ürünler, bir başka canlının özelliklerinin gen yoluyla taşınmasıyla üretiliyor. Örneğin mısıra böcek öldüren zehir veriliyor böylece böcekler o genetiği değiştirilmiş mısıra zarar veremiyor. En azından bağışıklık kazanana kadar. GDO’lu bitkilerin toprağa, diğer bitkilere ya da onu tüketen hayvanlara (insan dahil) etkileri ise ya tartışılmıyor ya da göz ardı ediliyor. Sadece bilimin ihtiyatlılık ilkesi gereği, bu sonu bilinmez maceraya hayır denmesi gerek ancak GDO lobisi güçlü. Paranın gücü ilkeleri yerle bir ediyor. Dediğim gibi bugünkü konumuz başka. Konumuz glifosat.

WHO uyarıyor

Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi arttırılıyor.

Olağan döviz giderlerimiz (ithalat ve diğer döviz giderleri) ile olağan döviz gelirlerimiz (ihracat geliri, turizm geliri ve diğer döviz gelirleri) arasındaki farka cari açık diyoruz. Cari açığı (olağan döviz gelir gideri arasındaki açığı) (1) Doğrudan yatırımlar, (2) Borsa ve tahvil için gelen portföy yatırımları, (3) Döviz kredileriyle kapatmaya çalışıyoruz. Ama bu 3 normal finansman kanalına ek olarak bir döviz kanalımız daha var. Nereden geldiği belli olmayan döviz... Bu da açığın kapatılmasına yama oluyor.

Petrol ucuzlayınca!

2015 yılında cari açık 32.2 milyar dolar oldu. 2014 yılında 43.6 milyar dolardı.

Carı açık, normal olarak, ihracat artınca, ithal edilen mallar içeride üretilince küçülür. İhracat maalesef artmıyor. İthalat küçülüyor ama ithal edilen malları içeride üretmeye başladığımızdan küçülmüyor, (1) Yavaşlayan ekonomide yatırım malı, hammadde talebi gerilediği için, (2) Daha da önemlisi, petrol ucuzladığı için cari açık küçülüyor.

PYD’nin lideri Salih Müslim bir dönem Türkiye’den ayrılmıyordu. Devlet yetkilileri kendisini ağırlıyor, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi çabalarına da her türlü desteği veriyordu. Bakıyorsunuz Salih Müslim İstanbul’da, Ankara’da, Gaziantep’te yetkililerle toplantı yapıyor, rejim karşıtları ülkemizde kararlar alıyordu. Türkiye, Esad’ı devirmeye kilitlendiği için bugün “terörist” dedikleriyle o gün bir araya gelmekte sakınca görmüyordu.

Suriye’de işler tersine döndü. Düne kadar kol-kanat gerilen parti ve örgütü bugün yetkililerimiz terörist ilan ediyor. PKK’nın siyasi kanadı nasıl HDP olarak biliniyorsa, YPG’nin siyasi kanadı da PYD’dir. Gerek siyasi partiler, gerekse silahlı kanatları arasında önemli işbirliği var. Bugün Diyarbakır’ın Sur, Şırnak’ın Cizre ilçesinde güvenlik güçlerimizle çatışanlar ve öldürülenler arasında Suriye uyruklulardan oluşan YPG’lilerin bulunduğunu da unutmayalım.

“SON KALE” OLARAK GÖRÜLÜYOR

Komşu ülkelerde yaşayan Türkmenler, Kürtler, Araplar her zaman “son kale”, “sığınabilecekleri ülke” olarak Türkiye’yi görürler.

Gazetemiz Yeni Şafak dün sabaha karşı, herkesin üstünde ciddi biçimde düşünmesi gereken, alçakça bir terör saldırısına maruz kaldı. 

Maskeli kişiler, gazetenin Bayrampaşa binasını hedef aldı, bina giriş kapısını molotoflarla ateşe verdi, yangını benzinle destekledi, yetmedi binayı kurşun yağmuruna tuttu. 

Bu, Yeni Şafak'a yönelik ilk saldırı değil. Gazete binamız defalarcasaldırıya uğradı, kurşunlandı. Tehditleri, şantajları saymıyorum bile. Bunların hiçbiri, gözümüzü korkutmadı, tereddüt bile etmedik. 

Yolumuza devam ettik, mücadelemizi verdik, dimdik ayakta durduk..

Türkiye'de cesur sözler söyleyen, adaletsizliklere direnen, ülkenin ana omurgasının hassasiyetlerini yüksek sesle dile getiren gazete olduk. 28 Şubat döneminde darbeye karşı direnişin ana merkezi olduk. 

Bedel ödedik, acı çektik. Sesi kısılanlara kapımızı, sayfalarımızı açtık.

Yandaş kavgalar kirli çamaşırları ortaya çıkarıyor. Daha doğrusu, temiz ve saf hislerin, menfaat duygusuyla nasıl zaman içinde karardığını ortaya koyuyor.

Bugün, Fethullah Gülen’e demediğini bırakmayan bir kalem, Hilal Kaplan, meğer daha önce onu metheden bir şiir yazmış. Tabii şiir demeye bin şahit ister! Şiir dediğiniz “Esti yağmur, çaktı şimşek, sen de mi şair oldun…” denilecek cinsten. Biraz yüzünüz gülsün diye Vahdet gazetesi yazarı Kerime Yıldız’a teşekkür ederek sütunuma alıyorum. Bu “şiiri” Hilal Kaplan 5 Mayıs 2010’da yazmış: “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin. Gülen de görse bu güneşi, Ahmet (Kaya) Abi de, Nâzım da. Hrant Abi de salınsa dağlarında özgürce. Rakel ve Gülten (Kaya) Abla artık huzur bulsa.”

Muhtemelen o günkü duygularında samimiydi. Sonra konjonktüre uydu. Gazeteciliği, rüzgâra göre yelken açmak sandı. Vahdet gazetesinden Kerime Yıldız, onu, “sosyeteye sunulan kız” diye tanımlıyor. Nitekim Taraf gazetesinde, Emile Zola diye adlandırdığı Ahmet Altan’ın çizgisinde, özgürlük, insan hakları ve adalet şakıyordu. Sonradan “Troliçe” olmaya karar verdi. Herhalde troliçeliği, ‘Kraliçe’lik gibi bir asalet unvanı sandı. Ahmet Altan çizgisinde kalsaydı, Babıâli’de tutunabilirdi.

Ama maalesef yanlış mihmandar seçti.

Popüler İçerikler

Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?