Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Bu acı tablo içinde gerçeğin tamamını bu ülkenin gazetecileri olarak göremiyoruz.

Savaş geldiğinde ilk zaiyat gerçekler olur”. Bu sözü 1917’de Amerikalı senatör Hiram Johnson söylemiş.

Johnson, bir “izolasyonist” olarak, yani ‘kimseye karışmayalım, kimse de bize karışmasın’ diyen bir siyasetçi olarak ülkesinin daha sonra Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılacak Büyük Savaş’a girmesine karşıymış.

ABD’nin o zamanki başkanı Woodrow Wilson aynı yıl ülkesini Birinci Savaş'a sokmuş, gerisini biliyoruz; milyonlarca insanla birlikte gerçekler de katledilmiş.

Biz çöpümüzü evde ayrıştırma bilincine sahip bir toplum değiliz.

Yemek artığımızla gazetemizi, toplu iğnemizi aynı poşete koyup sokaktaki çöp bidonuna atan insanlarız.

Bizim karışık çöplerimizi her gün sokaklarda çekçeğiyle atık toplayan insanlar geri dönüşüme kazandırıyor. Kentlerimizi onlar temizliyor.

Hal böyle iken, AB ile uyum çerçevesinde 2005’te çıkan yasanın Ambalaj Atıkları Kontrol Yönetmeliği 2011’de revize edildi.

Bu yönetmelik belediyeler ve TAT’lar (lisanslı atık toplama ayrıştırma tesisleri) üzerinden bir sistem tanımladı ve bu sistem dışında toplanan ambalaj atıklarının alınmasını yasakladı.

Yani, atıkların sokaktaki kâğıt işçisi tarafından toplanması ve onları geri dönüştüren firmalara satılması aslında epeydir yasak.

Ama ülke şartları sokaktaki kâğıt işçisine bu mesleği sürdürmekten başka çare bırakmazken, kentlerin muazzam çöp üretme gerçeği onlar olmadan da TAT’ların tek başına kentleri temizlemesini imkânsız kılıyor.

Bir yandan terörle etkin bir mücadele yürütülürken diğer taraftan da Kürt sorununun çözümü konusunda adım atılıyor.

Başbakan Ahmet Davutoğlu haftanın bir günü bölgede olacak. Davutoğlu ilk ziyaretini Mardin'e yapacak.

Başbakan'ın yeni döneme ilişkin çabası sadece bu ziyaretler değil, Kürt sorununun kılcal damarlarına ulaşılacak bir programı var.

Kürt sorunu denilince İmralı ile ya da HDP'lilerle görüşme anlaşılıyor. PKK'nın silah bırakması ve terörün sonlandırılması için bu temaslar yapılabilir. Ama Kürt sorunu bundan ibaret değil.

Yeni bir tartışma daha. Çözüm sürecinde yaşananlar yeniden gözden geçiriliyor. Özeleştiri yapılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da olayın güvenlik boyutunun ihmal edildiğine ilişkin değerlendirmeleri var. Bir özeleştiri de, “Çözüm sürecinde PKK ile sadece silahsızlanma konuşulmalıydı, demokratikleşmeyi de görüştük” şeklinde. Bunun yeni döneme yansımaları olacak.

Abdi İpekçi gazeteci idi.

“Aferin bilinmeyen bir şey söyledin”, demeyin.

Etrafınıza bakın her “gazeteciyim” diyen gazeteci mi?

Hem iyi bir yazar, çizer, hem de iyi idare edebilen bir gazeteci.

İki özelliği de bünyesinde toplamıştı.

Yani mükemmel bir gazeteci. Yurtiçinde olduğu gibi yurtdışında da bilinen bir gazeteci.

Milliyet’in bir adım önünde gideni oydu.

Yani Abdi Bey, Milliyet demekti.

Milliyet’in yazılı kuralları yani anayasası o zamanlarda ele alınmıştı.

Abdi Bey’in yazılı olmayan gazetecilik kuralları da vardı. Onlara da uyulurdu.

Mesela, “ihtiyar adam” veya ihtiyar yaşlı kadın” denmez yaşı verilirdi.

Tunus’ta “laik aday” sürpriz yaptı. Ve seçimleri kazandı. Müslüman Kardeşler’e yakın parti ise muhalefetle yetindi.

Fransa’da, malum, Paris katliamı sonrasında aşırı sağın / Le Pen’in güçlenmesi bekleniyordu. Ancak yerel seçimlerde, tam tersi oldu. Marine Le Pen, büyük darbe aldı.

Daha seçimlere aylar var. Ancak ABD’de de sürpriz gelişmeler yaşanıyor. “Sosyalist” olduğunu saklamayan, hatta yarışa tam da bu kimlikle giren Bernie Sanders çıtasını giderek yükseltiyor. Hatta anketlere göre, kimi eyaletlerde –kendisi gibi Demokrat Parti’den aday adayı olan- Hillary Clinton’ı geride bırakıyor.

Biz, ne hazindir ki, bu gelişme ya da tartışmaların çok uzağındayız. Bizim sorumuz şu: Bugün “fiili başkan” olarak Türkiye’yi avucunun içine alan RTE, bu durumu yasal hale getirebilecek mi? Başkanlık sistemi, sandıktan geçecek mi? Dinci faşizm bayrağını göndere çekebilecek mi?

Toplumun yarısı, zaten Erdoğancı. Geri kalanı da, neredeyse AKP’ye ve Davutoğlu’na razı olacakmış gibi.

Acaba Türkiye’de güvenlik sektörü çalışanlarını diğer sektörlerden, örneğin bir bankacılık, eğitim veya sağlık sektörü çalışanlarından ayıran temel özellikler neler olabilir? Güvenlik sektörü ne üretip toplumun ortak faydasına sunmakta? Türkiye’de güvenlik sektörünün öncelikli amacı acaba devleti ‘kötü’ kişilerden korumak mı, yoksa bireyi diğer ‘kötü’ devlet ve örgütlerden mi? Acaba bireyin mi devletin mi güvenliği önce gelir? Ne kadar güvenlik yeterlidir? Güvenliğin kim için ve ne kadar üretileceğine kim karar verir? Güvenlik sektöründekiler nasıl bir hizmet üretir? Bu üretilen hizmetin başarı kriterleri neler? Bu hizmetin kalite ve etkinliği nasıl ölçülebilir ve denetlenebilir? Acaba şu an çatışma yaşanan kentlerde devlet güvenliği için ‘ materyal tahkimat ’ mı yoksa insan güvenliği için ‘ zihinsel tahkimat ’ mı öncelikli?

İşte bu sorular üzerine bir kaç yazı yazmak isterim çünkü son günlerde güvenlik dediğimiz kavramı günlük olarak ve o kadar kontrolsüz tüketiyoruz ki. Belki bu aşırı tüketim nedeniyle ‘güvenlik obezi’ olduk. Belki sıkı bir güvenlik diyetine ihtiyacımız var ama farkında bile değiliz çünkü biz hep şuna şartlandırıldık: Daha çok güvenlik her zaman daha iyidir.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, delilsiz, dava açma sürelerini geçirmiş iddianameyi takipsizlik kararı vermek üzere iade etmelidir

Can Dündar ve Erdem Gül hakkındaki iddianameyi okuyunca edindiğim ilk izlenim, tamam işte, ‘’Can da, Erdem de gazetecilik yapmış’’ oldu. Savcı İrfan Fidan da iddianameyi hazırlarken böyle düşünmüş olacak ki, dosyaya delil diye sadece köşe yazıları ile haber çıktılarını koymakla yetinmiş.

İddianamenin bütününde ise Savcı İrfan Fidan, 17-25 Aralık soruşturmalarından tutun, Reyhanlı bombalamasına, oradan MİT tırlarının durdurulmasına kadar birçok vakayı tek merkezden yönetilen “darbe girişimleri” olarak değerlendirmiş. Soruşturmaları haberleştiren gazetecileri darbe girişimlerinin bir parçası diye suçlamış, yazı ve haberlerle de bunu ispat etmeye çalışmış.

Ortada Can Dündar ve Erdem Gül’ün haber ve yazılarının derlenmesiyle, savcının sübjektif değerlendirmelerinden ibaret hukuken geçerli olmayan bir iddianame var.

Bu iddianamenin hukuken geçerli olmadığını altı temel itiraz ve gerekçe ile açıklamaya çalışacağız.

14 yılda Ortadoğu’nun et deposu Türkiye, dünyanın en pahalı etini yiyen ülkesi haline geldi, getirildi. Avrupa’nın kart bofolo etleri ile kedi köpek maması yapma kalitesindeki etlerini, Avustralya’nın Anguş ineği etlerini Türk halkına “et fiyatlarını ucuzlatıyoruz” yutturmacası altında yedirdiler. Elinde milyonlarca dönüm arazileri olan devletin TİGEM çiftliklerini “15-20 bin hayvan varlığı olan” büyük ölçekli besiciliğe açamadılar. Anadolu’nun 4 mevsim 7 iklim temiz su ve zengin florasına uygun hayvan nesli geliştiremediler. Doğu’nun ve Güneydoğu’nun terör belası yüzünden bitmiş “büyük sürü besiciliğinin” yerine ayaklarına çipler takılı sığırların kendi toprağının florasını ve faunasını değerlendiren üretim yapısına dönüştüremediler.

14 yıldır Angus ithal ettiler.

14 yıl geçti

Angus ineği tepti!

Türkiye giderek artan oranda ve kelimenin gerçek anlamıyla tam bir hukuksuzluk yaşıyor. Oysa hukuk toplumsal yaşamın can suyudur. İnsanlık tarihinin kanıtladığı gibi hukuk yoksa hak kavramı da yok olur; toplum yapısı yıkılır.

Bu toplumun geçmişte yaşadığı ve şu sırada ülkenin, Güneydoğusu başta olmak üzere her tarafta yaşamakta olduğu hukuksuzlukları unutmadan son olanlara bakalım. Şu sırada yaşanmakta olanlar, hukuksuzluğa hukuksuzluk katıyor!

Bitmeyen ‘bildiri kini’

10 Ocak’ta yayımlanan barış çağrısı bildirisini imzalayan bilim insanları üç haftayı aşan bir süredir her gün artan oranda saldırı altındadır.

Bu insanlar en başta Cumhurbaşkanı tarafından en ağır sözlerle saldırıya uğruyor; haklarında hiçbir yargı kararı olmadan suçlu olarak damgalanıyor. Başbakan, onur kırıcı ve açıkça tehdit kokan bir anlayışla, bilim insanlarından imzalarını geri almalarını istiyor; insan kişiliğini hiçe sayan bu yaklaşımında insan hakları kavramının bir parçacığının bile yeri yoktur.

Bundan yaklaşık üc sene önce, 9 Kasım 2013’te, “Rakamlarla ‘İleri’ Muhafazakar Demokrasi” baslikli bir yazi kaleme almis, Gezi olaylarını izleyen altı ay içinde yayınlanan birkaç uluslararası rapordan derlediğim rakamlarla “Yeni Türkiye” nin demokrasi sicilini gözler önüne sermeye çalışmıştım.

Gelin, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 2016 raporunun yayınlanması vesilesiyle, bu sicili biraz da detaylandırarak güncelleyelim.

The Economist dergisinin 2010 yili Demokrasi Endeksi’nde Türkiye 165 ülke arasında 84. sıradayken, 2014 yılı Demokrasi Endeksi’nde yine 165 ülke arasında 98. sırada.

Freedom House 2010 yılı Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye 196 ülke arasında 106. sıradayken, 2015 Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 199 ülke arasında 142. sırada.

Popüler İçerikler

Kızılcık Şerbeti'nin Görkem'i Özge Özacar'dan Pembe'nin Osmanlı Tokadına Yanıt
İstanbul Bağcılar ve Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Okullarda Yılbaşı Kutlamasını Yasakladı!
Tolunay Kafkas, "El Sıkmama" Olayına Müdahil Oldu: Hedefinde Volkan Demirel Var