Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Hiç neyi, neden almak istediği konusunda kararını vermemiş bir çocukla oyuncakçı dükkanına girdiniz mi? Hiç onunla raftan rafa koşup, her bir rafta birden karşısına çıkan herhangi bir oyuncağa bakıp, tam da o oyuncağa neden şiddetle ihtiyacı olduğunu anlatmasını dinlediniz mi? Sonunda kasanın önünde 3-5 adet “şiddetle ihtiyaç duyulan” oyuncağı kucaklamış bir çocuğa, hiç bütçe kısıtı nasıl bir şeydir anlatmaya çalıştınız mı? Çok zor ve yorucu oluyor. Öncelikle onu söyleyeyim.

Ben Türkiye’nin bugünlerdeki milli teknoloji arayışını, kararsız bir çocukla oyuncakçı dükkanına girmeye benzetiyorum. Neden? Bizim Sarp’la eskiden her oyuncakçıya gidişimizde aynen böyle oluyordu da ondan. Biliyorum yani. Ne oluyor? Türkiye, milli uçak yapmak istiyor. Türkiye, milli otomobile de şiddetle ihtiyaç duyduğunu düşünüyor. Yetmiyor, Türkiye’nin, mutlaka milli aşı da yapması gerekiyor. Türkiye, bunların hepsini ve daha bir çoklarını hemen şimdi ve aynı anda yapmak istiyor. Bütün bunların hepsinin sanki bir oda, bir masa ile olabileceği gibi saf bir inanış da var ortalıkta. Kocaman kocaman üniversitelerimizde, bir oda bir masa ile aşı üretim merkezi tabelalı yerler pıtrak gibi artıyor. Türkiye, bunu neden yapıyor? Burada yanlış olan nedir?

Öyle diyelim öncelikle, evet Davutoğlu’nun önce Kılıçdaroğlu’yla yapılan dün de Bahçeli ile süren “yeni anayasa” üzerine görüşmeleri, bir tiyatrodur. “Yeni anayasa oyunu”nu ortaya koyan “eser sahibi” bu görüşmelerde rol alan üç politik lider değildir, Beştepe’dir. Önce bunun bilincinde olunmalı. 

Cumhurbaşkanı’nın bastırması üzerine Davutoğlu’nun yeni anayasayı, yani ülkenin rejim meselesini gündeme aldığı görülüyor. 

Beştepe’nin Meclis’te sahnelettiği anayasa üzerine görüşme trafiği, olayın yumuşak yönüdür. Esas “serti”, yani yeni anayasanın esasını ise RTE sahneye koymaya başlamıştır 

Meclis’teki komisyondan anayasa üzerine bir uzlaşma çıkar mı? 

Üç olasılık var: 

1) Bugünkü parlamenter sistemi güçlendiren, 60 maddesi üzerinde mutabık kılınan görüşmelere devam. Unutmayın ki bu 60 madde, dün Atilla Kart’ın da açıkladığı gibi, esasında parlamenter sistemi öngörmektedir. Başkanlık sistemi rejimine göre başlayacak bir anayasa-rejim tartışması şüphesiz 60 madde üzerinde de önemli düzeltmeleri gündeme getirmek zorundadır.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın kullandığı A330'un mürettebatında yokum.

Ama elimde değil, orada olup biteni herkesten daha iyi izliyorum.

Mesela Cem Küçük Suudi Arabistan seyahatinde niye son anda A330 mürettebat envanterinden düştü çok merak ediyordum.

Öğrendim...

* * *

Olay, Cem Küçük’ün Samsun’da eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le ilgili sözlerine bağlandı.

Güya 17 Aralık’tan sonra Erdoğan, Adalet Bakanı’nı çağırıp bazı kişileri görevden almasını, HSYK’da değişiklik yapmasını söylemiş ama o kabul etmemiş.

* * *

Bu, bana uçaktan indirilmek için ikna edici bir gerekçe gibi görünmedi.

Aynı konuşmada söylediği öteki söze takıldım.

“Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Bunun dünyada örneği var, geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanyasına baktığımızda orada da bunu görürsünüz. Daha sonra değişik ülkelerde de bunun örneklerini görürsünüz. Yeter ki bütün mesele o başkanlık sisteminin uygulamada halkını rahatsız eden bir yapısı olmasın… Başkanlık sistemi olup sıkıntıların olduğu yerler yok mu? O da var. Ama birbirine kıyasla baktığımız zaman, şu anda, yani parlamenter demokrasiye göre onların çok daha başarılı olduğunu görüyoruz.”

Cumhurbaşkanının sözleri. Sonradan, Hitler Almanyası kısmının basın tarafından ‘çarpıtıldığı’ iddia edildi ancak her şey canlı yayında gerçekleşti. Çünkü haber kanalları kendisinin tüm konuşmalarını canlı yayınlıyor.

Peki, Hitler Almanyasının müsebbibi, ‘yaratım sürecinin başındayken’ parlamento, demokrasi, kadın hakları, aile, özel hayat, demokrasi, basın, meclis hakkında ne düşünüyordu?

‘Kavgam’dan:

Adaleti temsilen çeşitli tarihsel kişiliklere mal edilen bir hikâye vardır. Bir ekmeğin iki kişi arasında nasıl adil bölünebileceği sorulduğunda söz konusu akil insan kişilerden birinin ekmeği ikiye bölmesini, diğerinin ise ilk tercihi yapıp istediği parçayı almasını önermiş. Bu meselde geçen adalet kavramını genişleterek bir toplumda yetki kullanımının da benzer bir bakışa muhtaç olduğunu düşünebiliriz. Eğer yetkiyi kimin kullanacağı belliyse, o yetkinin sınırlarının bir başkası tarafından çizilmesi gerekir. Meseleye dönersek iki kişiden birinin hem ekmeği bölüp hem de ilk tercihi yapması kabul edilemez. Çünkü eğer kötü niyetli ise ekmeğin neredeyse tümünü kendisine alabilir. Aynı durum yönetim erkinin paylaşımında da geçerli olmalı. Aynı iradenin hem kuralı koyup hem de tasarruf hakkını elinde bulundurması diktatörlük benzeri yönetimlere yol açabilir. 

Nitekim modern toplumlarda siyasi sistemlerin mantığı kuvvetler ayrılığı ilkesine gönderme yapar. İdeal olan durum iradenin sınırını çizen erk ile o iradeyi kullanacak olan erkin birbiriyle olabildiğince ilişkisiz hale getirilmesidir.

'Dokunulmazlığımızı kaldıracaklar.Durum öyle gösteriyor. Ve tutuklanacağız. Ama bunun bu meselenin çözümüne hiçbir katkısı olmayacak.Kişisel olarak HDP grubunun hiçbir vekilinin hiçbir cezaevi kaygısı, korkusu taşımadığını biliyorum.Ben de taşımıyorum.Yapacaklar bunları, ama bir Tansu Çiller derbederliği ile değil, daha sofistike yapacaklar.Önce teamülleri zorlayarak dokunulmazlık dosyalarımızı öne alacaklar, kendi oylarıyla dokunulmazlıklarımızı kaldıracaklar.Belki Meclis’ten alıp beyaz Renaultlara bindirmezler, ama mahkeme ilk duruşmada tutuklama kararı verir.Olacak olanlar bunlar. Ama memleketin ihtiyacı bu mu, içine düştükleri darboğazdan çıkarır mı onları sorusunun cevabı olumsuz.''

Türkiye'de dolaşa dolaşa gelinen 'sıfır noktası'nı HDP Milletvekili - ve AKP tarafından çökertilmiş olan Barış Süreci esnasında İmralı Heyeti üyesi olan - Sırrı Süreyya Önder, böyle özetiyordu, T24'ten Hazal Özvarış'a verdiği mülakatta.

Yeşil Yol projesine gelen tepkiler sonrası Rize Valisi Ersin Yazıcı, köy muhtarları ve turizm derneklerinin temsilcileri ile bir araya geldi. İki muhtarın karşı görüş bildirdiği, yedi muhtarın ise onayladığı projenin “Doğaya daha az zarar vermek koşuluyla” devamı yönünde karar alındı. Çevreciler, “Yedi muhtarın imzasıyla bu yola meşruiyet kazandıramazsınız. Lütfen buyurun gelin, muhtarları ikna ettiğiniz gibi bizleri de ikna edin' diyerek tepkilerini dile getirdi. Vali Yazıcı'nın muhtarlarla yaptığı toplantı sonrası, “Kimse ahkam kesmesin. Bu yolu yapacağız” açıklaması tepkileri artırdı.

Yeşil Yol Projesi için Rize'nin Çamlıhemşin İlçesi Yukarı Kavrun Yaylası'na tepkiler nedeniyle sokulamayan iş makineleri, vadinin arka tarafındaki Samistal Yaylası'na komando birlikleri eşliğinde getirilerek yol çalışması başlatıldı. Dozerin geçeceği güzergahın önüne elinde sopasıyla oturan Havva Bekar, “Yaylaların yolu birleşmeyecek. Kesinlikle istemiyoruz. Vali bize çapulcu diyor. Çocukluğumuzdan beri burada yaşıyoruz. Vali, Kaymakam kimdir? Ben, ben, ben, halkım ben” diye isyan etti.

Şu “Hitler” hikâyesinin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. İki gün önce bu konuda yazdığımda Erdoğan’ın konuşmasını kendim dinlememiştim, “söylemedi” iddiaları vardı; “umarım birkaç güne kadar söylenen sözün ne olduğu anlaşılır, kesinleşir” demiştim; kesinleşti.

Söylenen bağlam da belli: olumlu örnek olarak anıyor “Hitler Almanyası”nı. Bir yandan “Başkanlık” diye tutturmuşken, “Sonra ya Hitler’e dönerse” diye uyarıda bulunacak değil.

Öyleyse saray ne yapıyor? Bir açıklama yapma gereği duyulduysa –ki böyle bir konuşmadan sonra herhalde duyulmalı– “yanlış anlamaya yol açılabilir… demek istedi ki…” yollu bir şeyler söylenebilirdi. Ama hayır, günümüzün üslûbu bu değil. İlle birileriyle kavga edeceksin: “kasten çarpıtıldı” vb. Oysa söz söylenmiş, orta yerde duruyor, çarpıtan filan da yok.

Konu üstüne yazanlar “Saray”ın müdahalesini, Tayyip Erdoğan’ın yaptığı “gaf”ı düzeltme çabası olarak değerlendiriliyor. Ben bunun bir “gaf” olduğundan emin değilim.

Murat Belge’ye “değerlendirmesi” (hatta üzerinde düşünmesi) ricasıyla özel yazı: 

Benim de harbi ve hasbî görüşüm şuydu: Bunlar (“bunlar”dan kastım Profesör Murat Belge ve çevresidir), muhtemel bir seçim başarısından sonra AK Parti’ye yönelik muhalefetlerini daha da ötelere taşıyacak, sürekli “27 Mayıs anıştırması” yapacaklardır.

Nitekim Profesör Murat Belge, “Erdoğan otoriterleşmesini sürdürüyor, 27 Mayıs tipi bir darbe şart oldu” biçiminde anlaşılabilecek ucu açık yazılar yazdı.

Demek ki Murat Belge de bilinçaltını dışa vurma ihtiyacı hissettiğinde “gaf” olarak yorumlanabilecek sözler söyleyebiliyormuş... Belki de kendisini şöyle savunacaktır: “Böyle Erdoğan’a, böyle muhalefet... Bizi bu (normal karşılanmayacak) tavra iten, Erdoğan’ın otoriterleşme eğilimleridir.”

Eh, “Hitler” gafı da yetiştiğine göre, kim tutar Murat Belge’yi.

Fakat karşılaştırma edebiyat uzmanımız, bunun bir “gaf” olarak bile görülmesini istemiyor. Bir zihniyetin dışavurumu... Böyle görülmesinden/algılanmasından yana... 1 Kasım seçiminin hemen arkasından “1933 Almanyası’nda gözlerimi açmış gibi hissediyorum” diye yazdığı için de, Erdoğan’ın gafını, bu hissiyatının teyidi olarak görüyor.

Batı dünyası Erdoğan'ın üniter devlette başkanlık olabileceğini anlatmak için Hitler döneminden örnek vermesiyle sarsılırken Türkiye'de bu gafı kaç kişi duydu bilinmez.

Malum, milyonlarca insan sadece muktedirler ne isterse onu duyup, onu görüyor. Dolayısıyla, sarayın daha sonra açıklama ihtiyacı hissettiği ve hatta web sitesine koymayarak açıkça kendini sansürlediği bir ortamda her kritere göre haber değeri olan bu örneğin kendine ne kadar yer bulabildiği şüpheli.

Hitler döneminden örnek hangi düşünceyle verildi diye kafa yormadan önce bir yanlışı düzeltmek gerek. Hitler, fiili olarak tüm güçleri kendisinde birleştirse de yönettiği ülke, üniter değil, federal bir yapıydı. Yani danışmanları Erdoğan'ı yanlış bilgilendirmiş.

Popüler İçerikler

Eski Bakan Işın Çelebi'den Fenerbahçe'ye Sert Yanıt: ''Devletin İmkanlarını Kullanıp ‘Yapı’ Diyemezsin''
Türkiye'de 9.05'te Hayat Durdu! Atatürk'e Saygı Duruşu!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Karşıtlarına Mesaj Yolladı: "10 Yıl Daha Yaşasa Bambaşka Olurdu"