Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Malatya Üniversitesi’ndeki fotoğraf tüyler ürperticiydi... Yukarıda, bir bakın. Pek çok açıdan kötü, karamsar. 

Sadece, iki-üç bin yıl öncesinin ilkelliklerini toplum düzeni olarak bugüne satmaya çalışan IŞİD’ci ve benzeri uygarlık yıkıcısı kafaların üniversitelerde bulunuyor olması açısından değil. Bu hep olacak. Batı toplumlarında da olacak, bizde de. Şüphesiz bizde daha çok, çünkü bu kafanın izdüşümü yukarıya doğru iktidar ortamına kadar uzanıyor. 

Tüyler ürpertici veya dehşet uyandıran yönü, olayın, taşıdıkları veya ilan ettikleri “ODTÜ Yıkılsın Üniversite Kurulsun” sloganında yatıyor. 

ODTÜ üniversite değil mi? Hem de ülkemizin en baba birkaçından biri. 

Üniversite nedir? Üretendir, araştırandır ve yetiştirendir, öğretendir öncelikle. 

Toplumların gelecekleri orada filizlendirilmeye çalışılır. 

Bunlar hiç tartışılmayan konulardır. 

Ama bu sloganı taşıyan örümcek kafa, bunların hepsini reddediyor. 

ODTÜ dünyanın sayılı üniversitelerinden biriyse eğer, birileri ODTÜ’nün yıkılmasını istiyorsa, burada tam bir ihanet var demektir. Ülkenin geleceğini ayaklar altına alan bir ihanet, tabii ki topluma karşı bir ihanet.

Günlerce süregiden siber saldırı konusunda, etrafımıza baktığımızda ya “inkar etmek/üstünü kapatmak” ya da “erişememek” merkezli konuşmalar yapıyoruz, Ama saldırının daha derin nedenlerini konuşan göremedik. Koskacaman Düşünce Merkezi bülten yayınlıyor ve “DDOS nedir, nasıl engellenir” diyor, dünya çapındaki güvenlik şirketi 12 gün sonra ve çoktan düz vatandaşın bile konuştuğu ifadeleri içeren bir değerlendirme yapıyor.

Bu arada yazılarımıza kızanlar olduğunu duyuyorum. Öncelikle “kızanlara bakmadığımızı ama Türkiye’nin geleceğine önem verdiğimizi” ve kızanların da, önce kendilerine kızmaları sonra da Türkiye’ye neler olduğuna ya da olabileceğine odaklanmalarının gerektiğini belirtelim. Örneğin neden bu ülkede “honey pot” yok? Neden 2 yıldır Siber Güvenlik Kurulu / stratejisi yok?

Ama “siber savaşlar” dönemindeyiz. Bu bir ülkeyi çöktürmede ya da İran nükleer santrallarına giren Stuxnet örneğinde olduğu gibi 'verilerini yanıltma'da önemli bir savaş türü haline geldi. “Bir musibet bin nasihata eşdeğerdir” diyelim ve bu siber saldırıdan dersimizi öğrenelim. Bu siber saldırı bize hangi eksikleri gösterdi?

Sona ermek üzere olan 2015 senesi, dünyada sarsıntı yaratan, ağırlığını hissettiren, iz bırakan pek çok olaya sahne oldu. Aynı şekilde 2015, dünyada pek çok insanın öne çıktığı ve önemli olaylara damgasını vurduğu bir yıl olarak hatırlanacak...

Önemli olayların birkaçını sayalım: Terörün yayılması, Rusya’nın Ortadoğu’da askeri ve siyasi varlığını göstermesi, Suriye krizinin derinleşmesi, Avrupa’yı göç dalgasının sarması, gene Avrupa’da ekonomik krizin siyasi ve sosyal sarsıntılar yaratması, ırkçı hareketlerin güçlenmesi, İran ile nükleer anlaşmaya varılması, vesaire...

Bu yıl dünyada kendilerinden çok bahsettiren bazı insanları anımsayalım: Putin, Merkel, Kerry, Rahmani, Ban Ki-Moon, Trump, Papa Francesco...

Ben 2015 için Yılın Olayı olarak TERÖR’ü, Yılın İnsanı olarak da -yukarıdaki listede adı geçmeyen- AYLAN bebeği seçtim.

Neden terör?

Terörü neden seçtim?

Diyeceksiniz ki terör yeni bir olay değil, geçen yıl da vardı. Doğru, sadece geçen yıl değil, daha önceki yıllarda da vardı.

Dün (28 Aralık 2015), devlet ve toplum olarak üzerine pişkinlikle, yüzsüzlükle yatılmış bir katliamın dördüncü yıldönümüydü. Görmek duymak istemeyen dışında herkese bu ülkede neyin ne olduğunu anlatmaya bol bol yetecek bir faciadır, Roboski Katliamı. Ülkenin yönetim şekli olan gaddarlığın, hayat tarzımız olmuş umursamazlığın, eşitsizliğin sadece simgesi değil bizzat vücut bulmasıdır. (Roboski için yaptığım “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim” filmini izlemek isterseniz şurada: https://goo.gl/dyTSqE.)

Bugün artık en aymaz olanlarımızca bile fark edilmeye başlanmış “manevî kopuş”ta Roboski hayatî bir eşikti. Eğer Aynur'un sesi gibi, ne yapsan karşı durulamaz bir şey değilse “Doğu”dan gelen hiçbir tınıyı duyamayan, hiçbir esintiyi hissedemeyen çoğunluk kulağı, oradan yükselen feryadı, haliyle, işitemedi. Kazara işitebilen, anlayamadı.

Anlayabilen, daha çok kalekol yaptı. Devlet için Roboski gibi bir mevzunun parçalanan çocuk ve genç bedenleriyle alâkası yoktu. Öncelik, emri kimin verdiğini gizlemekteydi. Çünkü belli ki, “şunlar şöyle olursa şöyle yaparsınız” diye bir ön emir verilmiş, en ufak şüphede, kimsenin elini -ve vicdanını- tutan hiçbir şey olmadığından, uçaklar kaldırılıp bombalar yağdırılmıştı.

2015’te kadına yönelik şiddete çözüm bulmak yerine mahalle namusunu geliştirmeyi tercih edenlerden tutun “kadın teknik direktör olamaz futboldan anlamaz”, “kadınla erkeğin aynı yerde çalışması caiz değildir” diyenlere kadar yine kadınlar üzerinde iktidar kurmaya çalışanların icraatlarına tanık olduk.

“Feministler falan var ya…” söylemlerinden başlayıp mini etek ve dekolte ile devam eden tartışmalarla kadının nasıl giyineceğine karışma hakkını kendilerinde bulan erkek iktidar ve temsilcileri; “Bizim bedenimiz bizim kararımız, inadına mini etek giyeceğiz, dememizin” direkt karşısında oldular.

Bir okul müdürü, “Kıvırtır, makyaj yapar, yanınızdaki erkeğe sarılırsanız sonunuz Özgecan gibi olur” derken, başka bir öğretmen, “Başı açık öğrenciler için tecavüz mubah” deme hakkını da kendinde buldu. Bu sırada Anayasa Mahkemesi ise resmi nikah kıymadan dini nikah kıyılmasında imam ve çiftlere ceza verilmesini öngören maddenin kaldırılmasına karar verdi… Bir kadın olarak ne yapıp yapmamamız gerektiğini şekillendirmeye çalışanlar hızlarını alamayıp mecliste “bir kadın olarak sus!” derken, hasta yakınından şiddet gören doktora, ‘sorumlu profesör’ tarafından “evlendiğinde de kocandan dayak yiyeceksin” denilerek erkek şiddeti bir kez daha desteklenirken “kadına şiddet demek konuyu büyütüyor” söylemleri ortaya çıktı.

Kurban Bayramı'nın son günü (27 Eylül) doğmuş Miray.

Kanlı hendek siyasetinin, şehit cenazelerinin, sokağa çıkma yasağının, “Terörün belini kırdık” demeçlerinin arasında gözünü açtığı bu zalim dünyadaki ömrü 89 gün sürdü kızımızın.

Bir beyaz bayrağın gölgesinde, kendisini hastaneye yetiştirmeye çalışan 80 yaşındaki dedesinin kucağında, Cizre sokaklarında öldü.

Ne hayat gördü, ne sokak Miray.

Konjonktürel gelişmelerin, terörle tırmanma heveslerinin, umut ve umutsuzluk tacirlerinin, toplumsal bir körlüğün/sağırlığın, terör belasının kurbanıdır.

*

Haberlerden aktarıyorum:

“...Miray’ın babası Burhan İnce, ‘Evimizin 2. katından eşim ve kız kardeşim dış merdivenlerden alt kata inerken, evimizin ilerisindeki bir tepeden 2-3 el ateş açıldı. Kızım yanağından vuruldu. Polisi aradık, bebeği beyaz bayrakla 300 metre ileriye getirmemizi, ambulansın oraya geleceğini söyledi. Babam bebeği benden aldı. Dedem, babaannem ve babam bebeği ambulansa götürürken tekrar ateş açıldı’ dedi.

Hiçbir yetkilinin kendisini arayarak başsağlığı dilemediğini söyleyen İnce, ‘Cenazeler nerede bilmiyorum. Yasak yüzünden annemin yanına gidemiyorum. Annemin sırtından çıkan kurşun kimin ateş açtığını ortaya çıkaracak’ dedi...”

Herkesin onurlu bir şekilde gömülme, hatıra sembolü olan bir mezara sahip olma hakkı vardır ve bu hak, kanunla yazılı olarak düzenlenmeyi bile gerektirmeyecek kadar doğal ve tartışmasızdır. 

Yukarıdaki pasaj, yaklaşık 2500 yıl önce Atina’da yaşamış Sophokles tarafından “ne zamandan beri mevcut olduğu bilinmeyen ve ebediyen geçerli” gömülme hakkı üzerine yazılmış Antigone eserinden. Kitabı raftan indirip yeniden okuma nedeni ise, bu hakkın Türkiye’de her geçen gün başka bir şekilde ihlal ediliyor oluşu.

IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden Aziz Güler’in cenazesinin günlerce ailesine teslim edilmemesiyle başlayan sorun, Anayasa’ya aykırı olarak sokağa çıkma yasakları ilan edilen yerlerden her gün gelen ölüm ve insanların yakınlarının cenazesini gömemedikleri haberiyle devam ediyor.

Asrın liderimiz daha yeni iktidar olmuştu. Şak… İstanbul-Ankara seferini yapan THY uçağı kaçırıldı. Pilotlar kapıyı açık unutmuş, üstünde bomba olduğunu söyleyen korsan, kokpite dalmış, beni hemen Berlin’e götürün demişti. Uçak rotayı değiştirdi, ancak, yakıtımız bitti ayağıyla Atina’ya indi. Türkiye’nin yüreğini ağzına getiren korsan, terörist değildi, madde bağımlısıydı, işsizdi, eşi kendisini terkedip Berlin’e, ailesinin yanına gitmişti, bu hıyarto da Berlin’e gitmenin en pratik yolu olarak uçak kaçırmayı akıl etmişti. Yolcular arasında Akp milletvekilleri vardı. Biri, asrın liderimizin özel kalem müdürü Turhan Çömez’di. Korsanın terörist olmadığı anlaşılınca, kokpite yanaştı, cep telefonumla bağlayayım, asrın liderimizle konuş, sana iş ayarlar dedi. Korsan pek sevindi, bağla abi dedi. Bağladılar. Asrın liderimiz, Ankara’ya gelince beni bul dedi. Korsan, peki abi dedi. Teslim olurken, dahili anonstan yolculara seslendi, başbakanıma hürmeten hepinizin canını bağışlıyorum dedi. Sayın basınımız ertesi gün “mucizevi ikna” manşetleri attı.

7 Haziran öncesinin “barışçı-çevreci-feminist-hümanist-demokrat” HDP’sinin, üç-beş ay içinde beşinci kol faaliyeti yürüten bir terör örgütünün etkisi sınırlı bir uzantısı olduğunun ortaya çıkması bazılarına hayal kırıklığı yaşatıyor olabilir.

Bana yaşatmıyor...

HDP’nin sonunda bu hallere düşeceği uzun zamandır belliydi. PKK’nın Türkiye’deki çözüm sürecinin kaderini Suriye’deki kantonlaşma fırsatına ve Esad’ın kaderine endekslediği noktada bitmişti HDP’nin siyasi ömrü...

PKK o kararı aldığı anda, Türkiye’deki Kürtlerden kopmayı da, Türkiyeli Kürtlerin çıkarlarını Suriye’deki çıkarları uğruna harcamayı da göze almış oldu.

Bunun geçmişi de taa Kobani günlerine dayanıyor.

O tarihten sonra HDP’nin Türkiyeli bir parti gibi siyaset yapması imkanı da yok oldu. Bu dış şartlara bir de “Türkiyelileşmek” adı altında, Türkiye’nin en marjinal sol grupçukları birleşmesi ve soldan kaptığı enfeksiyonun – zaten genetik yatkınlığı da olduğu için - bütün bünyeyi sarması da eklenince HDP iyice umutsuz bir vaka haline geldi.

Büyük bir yalan mekanizması, dev bir propaganda aygıtı olanca gücüyle çalışıyor.

Ama yine de gerçekleri uzun süre gizleyemiyor.

Hele sorunu evlerinin dibinde, mahallelerinin kenarında, kentlerinin göbeğinde yaşayanlar sürece baktıkça, zulüm uzadıkça görüşlerini değiştiriyor, hatta yıllarca karşı olduğu bir anlayışın yanına geçebiliyor.

Bu saptamayı; özellikle dün itibariyle Diyarbakır'ın kalbi Sur'da 27, Dargeçit'te 18, Cizre ve Silopi'de 15 gündür süren sokağa çıkma yasaklarının, yaşanan ölümlerin, üç aylık bebekten 80 yaşındaki dedeye kadar sivil halkın devletin 'kamu güvenliği'nin hedefi haline gelmesinin doğurduğu duygusal ve mantıki sonuçlar üzerinden yapıyorum.

Davul zurna çala çala gelen sokağa çıkma yasaklarına rağmen; mahallelerin, sokakların, evlerin tank ve top atışına tutulmasına rağmen sivil halkın önemli bir bölümünün hala bu mekanları terk etmemesi yaşanan sürecin yanlışlığından kuşku duymanıza hiç neden olmuyor mu?

Popüler İçerikler

İki Torunlu Mücevher Kralı 30 Yıllık Eşinden Genç Sevgilisi İçin Tek Celsede Boşandı
TSK'dan Atatürkçü Teğmenlerin Kılıçlı Yemini İçin Açıklama: "Mesele Kılıç Değil, Emre Uyulmaması"
Sevgilisine Atacağı Fantezi Mesajını Yanlışlıkla Karısına Atan Ünlü Patron İcralık Oldu