Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Baştan şunu belirteyim, Ortadoğu depreminde güçlenmekte olan tek faktör, Kürt hareketidir.

İşte Barzani bağımsızlık işareti verirken, KCK da Güneydoğu’yu “Rojava” haline getirmek için terörü tırmandırıyor.

Parti ve ideoloji at gözlüklerini bir kenara atarak, yakından bakalım.

“Demokratik özerklik” denilen totaliter sistem Öcalan tarafından teorileştirildi ve 2005 yılında Kandil’de Kongre-Gel toplantısında kabul edildi. Bildiğimiz demokrasiyi reddeden, Stalin-Kaddafi karması bu “özerklik” modelinde yasama, yürütme ve yargı örgütlerinin yanında bir de “özsavunma” adıyla silahlı güçleri de vardır.

14 Temmuz 2011’de Diyarbakır’da “Demokratik Toplum Kongresi” (DTK) toplantısında Aysel Tuğluk tarafından “demokratik özerklik ilanı” bildirisi okundu...

SİLAHLI-BOMBALI ÖZERKLİK

Çözüm süreci döneminde uygulama askıya alındı, HDP’nin seçim bildirgelerine koymakla yetinildi. Çözüm süreci siyaseti yürürken örgüt, hükümetin gevşemesinden yararlandı, Cumhurbaşkanı’nın da birkaç defa ifade ettiği gibi, bu dönemi “silah ve mühimmat depolama” için kullandılar.

7 Haziran seçimlerinde de konuyu fazla gündeme getirmediler, “Türkiyelileşme”kavramını öne çıkardılar.

Diyarbakır’ın iç sesini bize iletenlerdendir Şeyhmus Diken. Radikal'den Cem Erciyes'e, “Sur’da Hendek savaşı” diye haberleştirilen şeyin nasıl bir “kültürel soykırım” olduğundan sözetmiş [ şurada: http://goo.gl/04HbCG ]. Yitirilen can, çekilen işkence, kusulan nefret, sergilenen vahşet, biriken öfke... bunların yanında, bir de mekânın yok edilişi var. Mekân, sırf yer, etraf vs. demek değil ki. Hele Suriçi gibi bir yerde. Zaman demek, tarih demek, kök demek. “Kültürel soykırım” yanlış bir tâbir değil. Abartma sayan, yerine “toplu imha” desin; vahamet azalmıyor.

Bir ortam, bir çevre, bir zemin yok ediliyor. (Türk inşaat sektörüne peşkeş çekilecek olması ihtimali, “millî değer”lerimize, cibiliyetimize pek yakışır, fakat bu iğrenç konuyu şimdilik bir tarafa bırakalım.) Bir hayat alanı, yaşamın bazı imkânları ortadan kaldırılıyor. İçinde soluk alıp vereceğimiz, göreceğimiz duyacağımız, üzüleceğimiz sevineceğimiz, hakkında fikir yürüteceğimiz, düşüneceğimiz, velhâsıl yaşayacağımız bir atmosfer dağıtılıyor.

Dünya Bankası Türkiye’de desteklediği süreçleri ya da projeleri açıkladı. Buna göre HES’ler, kentsel dönüşüm ve şehir hastaneleri Dünya Bankası’na sırtını dayamış görünüyor.

Mega projeler ya da “çılgın projeler” Türkiye’ye has değil. Bunu da herkes biliyor. O kadar ki mega projelere dair kamuoyunun rızası nasıl yaratılır konulu çalışmalar bile var.

Türkiye’de de Sağlık Reformunun Doğru Yapılması Performans ve Hakkaniyetin Geliştirilmesi İçin Bir Kılavuz isimli yayın Sağlık Bakanlığı tarafından çeviri yoluyla Türkçeye kazandırılmıştı. Sağlık alanının iyileştirilmesi konulu eserin dili aslında bir gösterge. Örneğin yapılması gerekenler arasında şu var: “Güç Stratejileri: Güç Kaynaklarının Dostları Güçlendirmek ve Düşmanları Zayıflatmak İçin Dağıtılması”

Gelelim konunun esasına. Tüm bu devasa işlerin cüssesine uygun finansman ihtiyaçları var. Yatırımınızın çok büyük olmasını isteyince çok büyük para harcamayı da göze almanız gerekiyor. İşte dünya literatüründe de dile getirilen kuşaklararası adalet kavramı da bu noktayı açıklamaya çabalıyor.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 1990’dan bu yana her yıl yayınlanan İnsani Gelişme Raporu’nun, 2015 yılı için temel mesajını “çalışma” ve “çalışmanın daha nitelikli bir yaşama katkısı” üzerinden verdiği görülüyor. 

Çalışmanın etkisi... 

1990 yılında yayınlanan ilk küresel İnsani Gelişme Raporu’nun odağında, basit bir kavram vardı: “gelişme”. 25 yıl sonraki yeni raporun ise çalışmayı doğrudan insan yaşamının zenginliğine bağlayarak temel bir soruya yanıt aradığı görülüyor: “Çalışma, insani gelişmeyi nasıl ilerletebilir?”. Rapor, meslek kavramının ötesine geçerek, ücretsiz bakım hizmetleri, gönüllü çalışma ve yaratıcı çalışma gibi faaliyetleri de dikkate alıyor ve çalışma kavramını oldukça geniş bir bakış açısı içinde değerlendiriyor.  

Raporda da ortaya koyulduğu üzere, bugün insanlar daha uzun süre yaşıyor, daha çok sayıda insan temiz su ve temel sıhhi koşullara ulaşıyor ve çok daha fazla çocuk okula gidiyor. Bununla birlikte, kişi başına düşen gelir yükseldi ve yoksulluk da azaldı.

Paris'te DEAŞ saldırısı oldu.

Fransa'nın ırkçı lideri Marie Le Pen, “Korkunç bir gece” dedi. Halkıyla dayanışma içine girdi. 

Sarkozy ise Fransız halkına, ”Teröristler Fransa'ya karşı savaş ilan ettiler. Bu duruma karşı güçlü ve kararlı bir duruş sergilemeliyiz” diye çağrı yaptı.

Ankara'da DEAŞ patlaması oldu. Daha cesetler yerde yatarken HDP eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, ”Katil devlet” dedi.

Fransa'da seçimler yapıldı. İkinci turu sosyalistler aldı ama DEAŞ saldırısı karşısında, ”Önce Fransa” diyen Sarkozy'nin partisi zafer kazandı. Sarkozy'nin Cumhuriyetçiler Partisi şemsiyesinde seçime giren partiler yüzde 40.7 alırken, Marie le Pen de oylarını 400 bin artırıp yüzde 27.4'e yükseldi.

Bizim Selahattin Demirtaş da “Türkiyelileşme” rüzgarları estirdiği dönemde, ”Önce ülkem” diyeceği düşünülerek 7 Haziran'da yüzde 13 oy verilmişti. Ama o Avrupa'nın faşist lideri Le Pen kadar olamadı. “Önce ülkem”, “Önce Türkiye” demek yerine, “Katil devlet” demeyi tercih etti.

Genel başkanlık yarışında rahat olan CHP’de PM hesapları nedeniyle il kongreleri kıran kırana geçiyor. İstanbul’da son dakikaya kadar Kılıçdaroğlu’nun il başkanını işaret etmemesi örgütte yaşanan karışıklığa tuz biber ekti. 26 aday ortaya çıktı. Son dakikada kendi adayını işaret etmesi İstanbul’da yeni dalgalanmalara yol açtı.

Önce İzmir il kongresinde yaşanan gerginlik damga vurdu CHP’ye. İzmir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun desteklediği Alaattin Yüksel, İzmir milletvekili Tuncay Özkan’ın desteklediği Nevzat Kavalar karşısında kıl payı sayılacak 12 oy farkla zafer elde etti. Kongrede Kocaoğlu ile Özkan arasında yaşanan söz düellosunun yankıları ve yansımaları ise hâlâ sürüyor. Kılıçdaroğlu’nun Kocaoğlu’na kırıldığı konuşuluyor. Kocaoğlu’nun kontenjan milletvekilleri için söylediği sözler incitmiş CHP liderini.

Ama kulislerde daha derin bir kırılmanın da yaşandığı ileri sürülüyor. Kılıçdaroğlu’nun İzmir’de Alaattin Yüksel’e çok da sıcak bakmadığı anlatılıyor. Bu nedenle olsa gerek ki taban da “Kılıçdaroğlu Nevzat Kavalar’ı destekledi” söylentileri ortaya çıktı. Kavalar’ı destekleyen İzmir milletvekili Tuncay Özkan’ın telefonlarda genel merkez adına konuştuğu hissiyatını yaratmasına da bu söylentilerin neden olduğu anlatılıyor.

Paris’te imzalanan iklim değişikliği anlaşması, sera gazı emisyonlarının azaltılması açısından büyük umutlar vadetmese de diplomatik açıdan büyük bir başarı olarak görülüyor. Türkiye ise toplantıda ulusal çıkarlarını fazlasıyla vurgularken, sorumluluk sahibi uluslararası bir oyuncu olduğunu gösterme fırsatını kaçırdı. Prof. Hilal Elver ve Prof. Richard Falk Al Jazeera için yazdı.

Paris İklim Değişikliği Anlaşması, Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde çok taraflı diplomasi yoluyla elde edilmiş, önemli bir başarı olarak geçtiğimiz hafta dünya medyasında övgüyle karşılandı. Konferansa katılan 195 ülkenin dünyayı küresel ısınmanın getirdiği tehlikelere karşı korumak için bir çerçeve üzerinde uzlaşabilmeleri çarpıcı bir gelişme.

Konferans sonrasında dünya liderlerinin kutlama fotoğrafları medyada geniş yer bulurken, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama da yaptığı açıklamada, Paris'in 'tarihi bir dönüm noktası' olduğunu söyleyerek kutlamalara katıldı. 2009'daki Kopenhag İklim Konferansı sonrasındaki negatif enerji ile taban tabana zıt sayılabilecek bu genel olumlu hava, Fransız diplomasisinin bir zaferiydi.

Türkiye ve İsrail arasındaki Mavi Marmara krizinin çözümüne dair gelişmelerin yaşanabileceğini düşündüren bir işaret fişeği 13 Aralık’ta Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atıldı. Erdoğan, Türkmenistan’dan dönerken uçağındaki medya mensuplarıyla sohbeti sırasında, “Türkiye-İsrail yakınlaşması bölge için hayati önem taşıyor” diyerek, İsrail hakkındaki alışılmış olumsuz retoriğinin dışına çıktı. “İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin tüm bölgenin yararına olduğunu” söyleyen Erdoğan, bunun için öne sürdüğü üç koşulu tekrar etti: Birincisi, İsrail’in Gazze’ye yönelik deniz ablukasını kırmak amacıyla çoğu Türk 590 aktivistle birlikte denize açılan Mavi Marmara gemisine karşı 31 Mayıs 2010’da Akdeniz’in uluslararası sularında operasyon düzenleyen İsrail komandolarının öldürdüğü biri Amerikan vatandaşı 10 Türk aktivist için özür dilenmesiydi. İkincisi, öldürülenlerin ailelerine tazminat ödenmesi, üçüncüsü de İsrail’in Gazze’ye uyguladığı deniz ablukasına son vermesiydi.

Dört gün sonra, İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesi İsrailli üst düzey yetkililere dayandırdığı haberinde, Türkiye ve İsrail’in “aralarında uzun zamandır devam eden krize son vermek ve ilişkilerini normalleştirmek hususlarında uzlaşmayı sağlayacak bir anlaşmanın çerçevesi hakkında anlayış birliğine vardıklarını” yazdı.

İktidar ve havuz medyasının bitmez tükenmez algı operasyonlarına bir yenisi daha eklendi. Bu kez Selahattin Demirtaş’ın ABD’den aldığı talimatlar doğrultusunda gittikçe şahinleştiği ve Kürtler için öz yönetim talebinde bulunduğu iddiası sürekli karşımıza çıkıyor.

Mesela Yeni Şafak’taki bir köşe yazısında yayımlanan şu satırlar gibi: “Demirtaş kimin projesi? ABD’den her dönüşünde aslanlar gibi kükreyip, direniş çağrıları yapması size tuhaf gelmiyor mu?”

Aralığın ilk haftası Washington’a giden Demirtaş’ın ABD yetkilileri tarafından olağan dışı düzeyde kabul gördüğü kesin. Mesela Kemal Kılıçdaroğlu’nun ana muhalefet lideri sıfatıyla erişemediği ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Tony Blinken’le görüşmesi… Blinken, Obama yönetiminin kilit isimleri arasında anılıyor. Clinton yönetiminde de kritik görevler üstlendi. Hillary Clinton başkan seçilirse Blinken’ın daha da önemli bir koltuğa oturacağına garanti gözüyle bakılıyor.

Adı, Carla Del Ponte (d.1947).

İsviçreli.

Dünyanın en tanınmış savcılarından.

Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde savcılık yaptı.

BM Güvenlik Konseyi’nde savcı olarak çalıştı.

Kosova Kurtuluş Ordusu tarafından yapıldığı iddia edilen organ ticareti gibi birçok soruşturmada görev aldı.

Son olarak BM Bağımsız Suriye Komisyonu’nda bulundu.

Suriye’de yaptıkları soruşturmalar sonucunda dünyaya şunu açıkladı:

“Suriye’deki bulgulara göre bu ülke topraklarında kimyasal silahı muhalifler kullanıyor.” (5 Mayıs 2013)

ABD Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Prof. Thedore A. Postol, BM Suriye denetçilerinin bulguları üzerine yaptıkları çalışma sonucu, Şam Guta’da 1.400 kişiyi öldüren kimyasalın muhaliflerin kontrol ettiği alandan atıldığını ispat ettiklerini açıkladı.

Peki…

Muhaliflere kimyasal silahı/sarin gazını kim veriyordu?

Bu soru yanıtını ararken Suriye, Şam Guta’da kullanılan kimyasalın Türkiye’den sokulduğunu iddia ederek, Türkiye hakkında soruşturma başlatılması için BM’ye başvurdu!

Popüler İçerikler

Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı
Ayliz Duman Çok Sade Kaldı: Miss Universe 2024'te Gelmiş Geçmiş En Çarpıcı Ulusal Kostümler Giyildi!
Mauro Icardi'den Olay Wanda Nara Paylaşımı: ''Evimde 2 Saat Boyunca Beni Taciz Etti''