Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

“Son haftalarda Suriye konusu Türkiye'de yeni bir boyut kazandı. Daha doğrusu Türkiye'de topyekûn muhalifler yerine Türkmenleri öne çıkaran bir dil medyada dolaşıma girdi. Bayır-Bucak Türkmenlerine karşı Esad güçlerinin yaptığı saldırıyı, muhalif cepheye bir saldırı olmaktan çok Türkmen kimliği öne çıkarılarak yansıtıldı. Belli ki kamuoyunda bir hassasiyet üzerinde yeni bir strateji geliştiriliyor.

Bu Türkmen algısı üzerinden yürütülen söylemi ABD destekli güvenli bölge operasyonu ile beraber düşünmekte yarar var.

Tüm bunlar devletler oyunun bir parçası ve bu kadar uzun süren bir iç savaşta her tür devlet oyunu sergilenir. Ne yazık ki Müslümanlık iddiasındaki tüm tarafların siyasal ve stratejik hesaplarını her şeyin üstünde tuttuklarına tanık olduk.”

Sanırsınız ki bu satırları ben yazdım. Vallahi de billahi de dahlim yoktur.

Hükümete yakın Yeni Şafak gazetesinde, kuruluşundan beri yazan Akif Emre’ye ait bu satırlar.

Emre bu yazıyı, Türkiye Rus jetini düşürmeden 1 gün önce yazmıştı ve bu nedenle de çok ciddi bir kılavuz olarak ele alınmalı.

Türkiye açısından yakın tarihin belki de en önemli krizinin “Türk tarafı”, Atlantik ötesine bakarak, kendisini bir ölçüde “rahatlamış” hissedebilir. Washington, krizin faturasını, daha ziyade Moskova’nın üzerinde görme eğiliminde.

Su-24 tipi Rus savaş uçağının, Türkiye-Suriye sınırı dibinde düşürülmesinden sonra, Amerikan televizyonlarının bir numaralı konusu, “Türkiye-Rusya bunalımı” oldu. O kadar ki, Paris’teki terör saldırısının ardından dikkatlerin üzerine çevrildiği Obama-Hollande Beyaz Saray buluşması, iki Batılı liderin Türkiye-Rusya krizine nasıl bir tepki vereceği üzerine odaklandı.

Putin, Batı dünyası nezdinde özellikle Ukrayna ile girdiği çatışma ve Kırım’ın ilhakından sonra ciddi rahatsızlık uyandırmış bir lider. Türkiye-Suriye krizinde, sempatinin ona dönük olması zaten beklenmezdi.

Ama, ABD’nin en önde gelen televizyon kanallarından birinde (NBC) konuşan, sağcı-Cumhuriyetçi düşünce kuruluşu Hudson Institute’tan bir uzman, “Bu gelişme üzerine, Putin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a saygı duymuştur” değerlendirmesiyle, malûm “Putin alerjisi”nin üzerine çıkarak, krize bir de adeta “Erdoğan sempatisi” boyutu ekler göründü.

Rusya krizi herhangi bir kriz değil. 

Karşınızda ani, sert hareketler yapabilen, dünyanın en kuvvetlileri arasında yer alan ordusuna rahatlıkla başvurabilen, fiili durumlar yaratabilen bir ülke var. Bu ülke, Putin'le birlikte “süper güç” olduğu eski günlerine dönmek istiyor. 

Ortadoğu bölgesine aşırı ilgisinin, Suriye'de kurduğu yeni üslerin, İran'la kurduğu çıkar ittifakının önemli nedenlerinden birisi bu.

Nitekim meselesi IŞİD değil Rusya'nın. IŞİD'le mücadele için operasyonlara başladığı Ortadoğu'da hedefi çıkarlarına göre değiştirmiş durumda. Esat'ın muhaliflerine saldırıyor. Alanı Esat için temizlemeye çalışıyor. İtiraz dinlemiyor. Fiili güç kullanıyor. Hiç bir IŞİD unsuru içermeyen Türkmen bölgesi Bayırbucak'a yaptığı saldırı da bunlardan birisi.

Girdiği, egemen ya da hami olduğu alanları başkalarının girişi ve müdahalesine kapatan bir politika izliyor.

20 Ocak 2010.

Taraf gazetesi manşet yaptı:

Fatih Camii bombalanacaktı.

*

Üç gün sonra…

23 Ocak 2010.

*

Mit’çi Mahir Kaynak, akp yandaşı star gazetesi’ndeki köşesinde “Balyoz Planı” başlığıyla bir yazı kaleme aldı.

*

“Türkiye’nin dünyadaki yeni rolüyle, Türk silahlı kuvvetlerinin ideolojisi uyuşmuyordu. O halde, bu ideoloji değişecekti. Ordunun etkinliği, içeriye yönelik değil, dışarıya yönelik olacaktı.

Bu çerçevede, komplo teorisi de sayılabilecek bir proje sunuyorum…

Silahlı kuvvetlerdeki bazı dökümanlar ele geçirildi. Bunlar, bir darbe hazırlığına uygun biçimde yeniden düzenlendi, kamuoyuna sunuldu. Böylece, darbe karşıtlığının yerleşmesi, genelleşmesi sağlandı.

Kimse açık açık darbeciliği savunamazdı, bu kadar yaygın tartışmanın dışında da kalamazdı. Medyanın durumu, zaten, askerlerin yemin törenini andırıyordu. Gazeteciler ne kadar da demokrasiden yana olduğunu göstermek için kaleme sarıldı.

Elbette dıştan bir tehdit olduğunda -iç politika görüşlerimiz ne olursa olsun- omuz omuza vermeliyiz.

Bütünlüğü-müzde çatlak ve sızıntı olmamalı.

Bunu yazın kenara.

.......................

Şimdi...

Rus savaş uçağının düşürülmesinden beri kafamı kurcalayan bir soruyla “alternatif tarih” deneyelim.

Havacılıkta “kış kış yapmak” diye bir deyim var.

Yabancı bir uçak hava sahası sınırımızı ihlal ettiğinde bizim uçaklar tarafından karşılanıyor, sınırdan geriye çıkmaya icbar ediliyor. (Zorlanıyor.)

Bu “izinsiz/tarifesiz” bir yolcu ya da kargo uçağının hava sahamıza girmesi halinde, savaş jetlerimizle dışarıya “kış kışlanması” olabilir.

Bir yabancı savaş jeti de olabilir.

Eğer söz konusu bir ya da birden fazla yabancı savaş uçağıysa ve topraklarımıza bomba bırakmak dahil herhangi bir nedenle açık ve yakın tehdit oluşturmuyorsa önce telsizle uyarılır, radarla kilitlenir, “ihlal” gene de sürüyorsa o yöredeki kontrol uçuşu yapmakta olan savaş uçaklarımızla “kış kışlanır.”

Suriye Savaşı ile açığa çıkan savruluş dinamikleri, başta coğrafyamız olmak üzere hepimizi, dünyanın her köşesini az veya çok içine çeken bir girdaba dönüştü.

Bir yandan, 19. yüzyılın bitmemiş hesaplaşmalarının defterleri yeniden açılıyor; İmparatorluklar tarihinin Batı- Doğu çelişkileri, zıtlaşmalarının gerilimleri, sarsıntıları yeniden yaşanıyor. Öte yandan da, 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana, Dünya Savaşları ile oluşan uluslararası düzeni tutan, “bildiğimiz hâliyle dünyanın dayandığı kirişleri” çatırdıyor.

Türkiye ve Rusya, 19. yüzyılın İmparatorluk mirasının yükünü, büyüsünü hâlâ taşıyan, bu miras ile ilgili sorunları bitmemiş; bu mirasın toplumsal hafızalarda hâlâ gölgelerinin, izlerinin dolaştığı iki ülke. Gelenek ve modernleşme; geçmiş ve gelecek; Batı ve Doğu ikilemleri, bu iki ülkenin de bugününü biçimlendiriyor.

Rusya ve Türkiye’nin arasında patlak veren uçak düşürme krizi de, aslında bu büyük arka planda yaşanan bir dönüm noktası. Aslında, iki ülkenin de temelde meseleleri, “Batı” ile. Batı İttifakı’nın, Suriye’de kimin sözünü dinleyeceği, kimin çıkarlarına yönelik hareket edeceğine odaklı soru işaretleri, planlar, hesapların bir gün böyle sert bir krizle kendini dışa vuracağı belliydi.

Korkmayın. 

Dersimiz 17/25 Aralık dosyaları, Bilal oğlanla yaptığınız konuşmaların bant çözümleriyle filan ilgili değil. 

Ürkmeyin. 

Ağır, çetrefil hukuk konularına dalmayacağız. Uluslararası hukuktan söz edeceğiz. Hani sizin “az bildiğiniz” değil de “hiç bildiğiniz” uluslararası hukuktan. 

Önceki gün muhtar bulamadığınız için mi bilemiyorum, 24 Kasım Dünya Öğretmenler Günü bahanesiyle sarayınıza bu defa da öğretmenleri toplamışsınız. Orada bir konuşma yaptınız. Konuşmanızda öğretmenler günüyle ne ilgisi ve ilişkisi varsa artık bir punduna getirdiniz ve bizim gazeteyi kastederek bazı cümleler kurdunuz. Şu cümleler size ait: 

“... 17-25 Aralık darbe girişiminden sonra şu meşhur MİT TIR’ları hadisesinihatırlıyorsunuz değil mi. Hâlâ utanmadan, sıkılmadan bunları gazetelerine başlıkyapanlar var.” 

Bu sözlerinize okkalı bir cevabım var. Ama dersimiz “had bildirme” dersi değil, hukuk dersi. O yüzden bu cümleleri geçiyorum.

Nereden nereye geldik… Erdoğan yönetimi ilk iki iktidar döneminde “komşularla sıfır problem” (KSP) politikasıyla, dış sorunların barış mantığıyla, diplomasi ve diyalogla çözümü ilkesini uyguladı.

İçeride PKK ile barış görüşmelerini başlattı; AB reformlarına hız vermekle kalmadı, ABD ile “model ortaklık” kurdu. Rusya, Suriye ve Irak Kürtleriyle yakınlaşan siyasi – iktisadi ilişkiler, bu dönemin en önemli dış politika kazanımları oldu.

Bir yandan 2011'deki yüzde 50'lik seçim zaferi, öte yandan “Arap Baharı” Erdoğan yönetiminin başını döndürdü. İçeride bir tek – adam rejimi kurabileceğine, “Arap Baharı”nın Müslüman Kardeşler'i her yerde iktidara taşımasıyla Sünni Ortadoğu'nun liderliğini ele geçirebileceğine hükmetti. Ne var ki “Arap Baharı” (Tunus hariç) yenilgiye uğradı. Ankara'da barış mantığı yerini içte ve dışta (Özdem Sanberk'in deyişiyle) savaş mantığına bıraktı. (Bkz. Verda Özer, Hürriyet, 25 Kasım.) Suriye'de Esad rejimini silahlı muhaliflerine destek vererek devirme politikası benimsendi. İktidarı kaybetme sinyallerini aldığı 2015 baharından itibaren de PKK ile barış görüşmeleri bitti, yeniden savaşa girişildi; PKK ve müttefiki PYD, IŞİD'den daha tehlikeli ilan edildi.

PKK’nın çatışmaları şehirlerin içine taşımasıyla birlikte Türkiye bir anda 90’lı yılların ürkütücü insan hakları ihlalleri tablosuna geri dönmüş gibi görünüyor. Son aylarda Güneydoğu Anadolu’da tekrar tekrar aynı dehşet verici tablonun yaşandığını görüyoruz.

İlk önce PKK bir şehrin, bir kasabanın bir kaç mahallesinde hendekler kazıyor, orasını “özerk bölge” ilan ediyor. PKK’nın bu “özerklik ilanının” ardından o ildeki valilik sokağa çıkma yasağı ilan ediyor, o bölgede sadece sokağa çıkmak yasaklanmıyor, medyanın ve şehrin dışından hiç kimsenin o bölgeye girmesine izin verilmiyor. Bu sokağa çıkma yasağı ve silahlı çatışmaların bir hafta on gün kadar sürdüğü oluyor. Bu zaman zarfında siviller evlerinden çıkamıyor, hastalarını hastanelere götüremiyor, ekmek bile alamıyorlar. Medyaya ve dünyaya kapalı, gözlerden ırak bir şekilde yapılan bu “operasyonlar”da bugüne kadar tankların kullanıldığı, uçaklarla bomba atıldığı, sivillerin kasten öldürüldüğü gibi çok sayıda vahim insan hakları ihlalleri iddiaları dile getirildi.

Sokağa çıkma yasağı sona erip de “operasyon” bölgesine medya girdiğinde korkunç bir yıkım meydana geldiği görülüyor. Yıkılmış duvarlar, mermi ve havan toplarıyla delik deşik olmuş evler ve viraneye dönmüş sokaklar göze çarpıyor.

Siyasi krizler çoğu kez pekâlâ önüne geçilebilecek küçük meseleler yüzünden patlak vermiş gibi görünür. Patlak verdikten sonra da hummalı bir tartışma yaşanır: Öyle değil de böyle yapılsaydı, bütün bu yaşadıklarımız yaşanmazdı, gibilerden...

Oysa sonuç-sebep ilişkisi genellikle öyle değildir. Gerçekte, bütün o yaşananların yaşanması gerektiği ya da istendiği için o küçük mesele patlatılmış, patlak vermesi için zemin hazırlanmıştır.

Şimdi Rus uçağının düşürülmesinin ardından yaşanan tartışmalara baktığımızda yine sebep sonuç ilişkisinin tepetaklak edildiğini görüyoruz.

Önce bir tespit yapalım:

Bu krizin oluşmasını Rusya istedi ve olay Rusya’nın inisiyatifinde gelişti. Türkiye Rus uçağını isteyerek değil, mecbur kaldığı için düşürdü. Rus yönetimi aylardan beri yaptığı hava sahası ihlalleriyle, ikazları dikkate almamasıyla ve özellikle

Popüler İçerikler

ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
Zoru Başardık: Karadağ'a Üç Puan Hediye Eden Milli Takım'a Gelen Tepkiler
"Bir Evim Varsa Onun Sayesinde": Hakan Meriçliler'den Vural Çelik Tartışmasında Gülse Birsel'e Büyük Destek!