Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

İlk başkanlığa Mustafa Kemal’i seçen TBMM, 2015’de 27’inci Başkanlığa İsmail Kahraman’ı seçti.  

Meclis Başkanlığı'na adaylığı söz konusu olunca Sayın Kahraman’ın hayat hikayesine basın yer verdi: 1940 Rize doğumlu, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu; Avukat; Milli Türk Talebe Birliği Başkanı (Mart 1967-Ağustos 1969); Birlik Vakfı kurucularından; 1995 ve 1999’da Refah ve Fazilet partilerinden İstanbul milletvekili; 1996’da Erbakan Hükümetinde Kültür Bakanı; 1995’den sonra Refah Partisi Grup Başkan Vekili;  Anayasa, Kültür, Milli Eğitim Komisyonları Üyesi.

Siyasal kimliğinin MTTB Başkanlığı yıllarında oluşmaya başladığı ve 1995 sonrasında Refah Grup Başkan Vekilliğinde geliştiği anlaşılıyor. Türkiye’de gençlik hareketlerinin ileri düzeyde arttığı yıllarda MTTB Başkanlığı yaptı Sayın Kahraman.

Kanlı Pazar (16 Şubat 1969) ile ciddi toplumsal harekete dönüşen ve 12 Mart bildirisiyle sonlanacak olaylarda MTTB pek açık olmayan görüşlerle, iddialı tarafın karşısında yer alıyor,  kendi alanında (Beyazıt Meydanı ve Eski Eminönü Halkevi Salonu) bazen sopalı ancak ses getiren olaylı toplantılar düzenliyordu.

Mersin’deki hadiseyi herhalde duydunuz. Bir kedi, bir kişinin tecavüzü sonucu öldü. Kediyi besleyen Nihan Açık’ın duvara astığı afiş, az, öz ve utanç verici: “Bu kedi bu mahallede bir ‘insan‘ erkeği tarafından tecavüze uğradı. Makatı yırtıldı. Bir aylık veteriner tedavisine cevap vermedi, öldü.”

‘İnsan’ erkeğinin bir hayvana tecavüzü, memlekette bir ilk değil. Belli ki son da olmayacak. Hayvanlara taş atmanın, evcilleştirip sonra sokağa atmanın, işkence etmenin sıradan vakalar sayıldığı bir toplumda maalesef böyle.

Üstelik, mesele savunmasız hayvanlardan ibaret değil.

Araştırmalar, hayvanları istismar edenlerin insan istismarına daha yatkın olduğunu ortaya koyuyor. Chicago polisinin 2001-2004 arasında yaptığı bir araştırmaya göre, hayvan istismar edenlerin yüzde 65’i hayatlarının bir noktasında bir insana da şiddet uyguluyor.

-Celâl Şengör demiş ki: Dışkı yedirmek işkence değil.

-Ben de diyorum ki: Eğer bir şahıs, mesela tıpkı Celâl Hoca gibi bir şahıs, eğer istiyorsa... Ona dışkı yedirmek katiyen işkence sayılmaz. Hatta yedirdikten sonra “afiyet olsun” bile denilerek bir zarafet bile gösterilebilir. Ama bir şahıs, eğer istemiyorsa... Ona asker ve polis zoruyla dışkı yedirmeye kalkışmak yeryüzünün en barbar, en iğrenç, en vahşi, en alçak işkencelerinden biri olur.

-Celâl Şengör demiş ki: Kenan Evren’in her yaptığı doğru idi.

-Ben de diyorum ki: Allah seni 12 Eylül’ün Diyarbakır Zindanı’na düşürsün e mi Celâl Hoca... Allah sana eline bağlamayı alıp “Metris’lerden, Mamak’lardan sor beni” diye türküler yaktırsın e mi Celâl Hoca... Allah seni banyo küvetinde kitaplarını yakmak zorunda bıraksın e mi Celâl Hoca...

-Celâl Şengör demiş ki: 99 depremi ne güzel bir depremdi, ne yakışıklı bir depremdi.

-Ben de diyorum ki: Bir insan senin gibi kalpsiz, merhametsiz, insan sevmez ünlü bir deprem profesörü olacağına... Dünyanın öküzün kellesinde döndüğüne inanan bir zırcahil olsa çok daha makbuldür benim için. Nokta.

Hafta sonu olmasına rağmen Meclis Başkanlığı seçimi nedeniyle Meclis'teyiz.

Muhalefet kulisinden giriyorum Meclis'e. Tıklım tıklım. İktidar kulisine yöneliyorum. Orada da iğne atsan yere düşmez hesabı. Meclis canlı.

Bakanlar, bakan olmayı bekleyenler, bakan olması muhtemel isimler… Bir bir resm-i geçit yapıyor adeta.

Meclis Başkanlığı için sonu belli bir seçim yapılıyor ama yeni dönemin rüzgarları esiyor Meclis kulislerinde.

Başbakan Davutoğlu, Suriye toplantısından çıkıp Meclise geliyor. Kulisleri hızla geçip Meclis'e giriyor. Başbakan ilk tur oylamada, İsmail Kahraman'la birlikte oturuyor. 

İlk tur oylama başlayınca kulisler tenhalaşıyor. Ancak oy veren milletvekilleri hemen kulislere çıkıyorlar. 

7 Haziran'dan sonraki Meclis Başkanlığı seçimi kritikti. Muhalefetin bir araya gelip 13 yıl sonra Meclis Başkanı çıkarması mümkündü. Ancak ne zaman ki, MHP lideri Devlet Bahçeli, yüzde 60'lık muhalefet blokunu tanımadıklarını, Meclis'te HDP sıralarını flu gördüklerini ilan ettiği anda o iş bitti. Muhalefeti oyun kurucu olmaktan Devlet Bahçeli çıkardı.

En önemli sorun ne biliyor musunuz; Türkiye’de herkes ayrı telden çalıyor. Yok, tabii ki, farklı düşünceler, farklı siyasetlerden bahsetmiyorum, demokrasiler bu farklılıklar baskılanmasın diye önemlidir. “Bizde demokrasi yok, baskı çok” da demiyorum. Orası öyle ama, ben bir başka sorundan söz etmek istiyorum. 

Cumhurbaşkanı ve AK Partisi çevresi, yeni bir düzen kurmaktan bahsediyor; “2002 Devrimi”, “Yeni Türkiye”, “Büyük Türkiye” “Cihanşümül Devlet”, “2023 hedefi” gibi kavramlarla konuşuyor. Bu artık siyasetin sıradan otoriterleşmesinin ötesinde, yeni bir rejim inşası. Bu yeni rejimin bir resmi ideolojisi, resmi tarih tezi, devlet kavramı, dost ve düşman tanımı yapılıyor. Muhalif çevreler ise bambaşka havadalar; MHP milliyetçi vurgulu eski Türkiye, CHP seküler vurgulu eski Türkiye özleminden bir adım ötesini kavramamak, anlamamak ta ısrarlı. En acısı, CHP’nin olağanüstü kongre tartışması Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin ilersinde değil, gerisinde bir siyasi vizyonun ifadesi. 

Kurtuluş nerede? 

Eskiden siyasetlerinin tümünü rejim meselesi belirlerdi, bu bir sorundu ama zamanı geçmiş bir sosyal demokrat partiye dönüşme fikri de hiç isabetli olmadı.

2.5 milyona yakın Suriyeli sığınmacının yaşadığı Türkiye yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya. Türk Kızılayı’nın lojistik desteğiyle Kilis’in ve Reyhanlı’nın karşısında Suriyetopraklarında ilk aşamada 50 bin kapasiteli iki yeni kamp oluşturuldu. Yeni kamplar, hatta kentler yapılması gündemde. Böylece göçmenlerin ülkelerinde kalması sağlanacak

Rus uçaklarının bombaladığı Hama ve Hama ve İdlib’den kaçarak Türkiye’ye doğru yola çıkan 150 bin kişi IŞİD’in Hama-Halep yolunu kesmesi nedeniyle dağlarda konaklıyor. Yolun açılması durumunda 700 bin kişinin daha Türkiye’ye doğru yola çıkması bekleniyor. Yani Suriye savaşının başladığı günden bugüne kadar sayıları 2.,5 milyonu bulan mültecilerin sığınağı haline gelen Türkiye, yaklaşık bir milyon kişilik yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya. Bu nedenle sınırın Suriye tarafında Türk Kızılayı’nın lojistik desteğiyle ilk aşamada 50 bin kapasiteli iki kamp oluşturuldu. Daha yoğun nüfusu kalıcı barındırmak amacıyla da yine Suriye topraklarında sınıra yakın yerlerde yeni kentler yapılması gündemde.

ABD ve Rusya’nın öncülüğünü yaptığı Suriye Destek Grubu’nun Viyana’daki son toplantısından çıkan yol haritasına göre, Suriye’de (1 Ocak’tan itibaren) 6 ay içinde geçiş hükümeti kurulacak, 18 ay içinde “parlamento ve başkanlık seçimleri yapılacak, yeni anayasa hazırlanacak, terörist gruplar listesi hazırlanacak, BM gözetiminde ateşkes süreci başlatılacak. Toplantı sonrası yapılan resmi açıklamalarda, “Beşşar Esad’ın geleceğine halk karar verecek” açıklamaları da en azından şimdilik çözüm olsun, Esadlı da olsa olur” noktasına gelindiği şeklinde yorumlanabilir.

Suriye’de 5. yılına giren kriz süresince yabancı askeri müdahale ihtimali tartışıldı, ateşkes girişimleri gündeme geldi, anayasa değişikliği yapıldı, parlamento ve başkanlık seçimleri gerçekleştirildi, birçok kez af çıkarıldı ancak siyasi ve askeri açıdan savaş bitmedi. Çok sayıda ülkenin, Suriye içindeki silahlı grupları doğrudan destekleyerek ya da siyasi düzeyde taraf olduğu bir vekalet savaşının devam ettiği göz önüne alındığında Viyana planının karşısına da birçok zorluk çıkması beklenebilir.

Dünyada itibarı ile bilinen bir yayın kuruluşunun uzun yıllar Brüksel temsilciliğini yapmış, birçok başkentte haber takip etmiş ve şimdi emekliliğine yaklaşmış güngörmüş İngiliz meslektaşıma, Avrupa Birliği'nin (AB) Türkiye, daha doğrusu Erdoğan konusundaki sessizliğini soruyorum.

O da benim gibi AB'nin tarihinde ilk defa Türkiye ile 29 Kasım'da zirve yapıp yapmayacağını araştırıyor. Erdoğan, demokratik kurumlara, özgürlüklere her gün yeni bir darbe indirirken AB, Noel Baba gibi. Erdoğan rejimini hediyelere boğuyor, “devam et, doğru yoldasın” der gibi!

Kuvvetler ayrılığının üç ayağından birinin, yargı bağımsızlığının çöktüğü AB İlerleme Raporu tarafından tespit edilmiş. İpek Koza Holding'in gasbı, STV'nin 13 kanalının susturulması ile Erdoğan'ın medya üzerindeki kontrolü yüzde 80-90 bandına yükselmiş, son bir ay içerisinde 1.000'den fazla gazeteci işsiz kalmış ama AB'nin Genişleme Komiseri Johannes Hahn, Türkiye ile yeni fasılların açılacağı “yeni bir başlangıç”tan bahsediyor. Daha birkaç hafta önce Brüksel'de yapılan Batı Balkanlar ve Türkiye'de basın hürriyeti konferansında Yavuz Baydar'ın “Türkiye'deki suça ortak olmayın” uyarısına, teminatlı cevaplar veren, gazetecileri teskin eden Hahn, belli ki AB'ye aday bir Türkiye'den bahsetmiyor.

Ankara Katliamı’nı zaten es geçmişlerdi. Ne de olsa “kendilerinden olmayan birilerinin başına gelmişti” o katliam!

Fransa katliamı sonrasında ise feryat figan ettiler. Elbette ölenlere üzüntülerinden değil. Hep bir ağızdan “İslamofobi hortlayacak” diye ayağa kalktılar.

RTE, Başbakan Bey, yandaş sesleri / kalemleri, köşecileri.. Hepsi.

En son, eski cumhurbaşkanları Abdullah Gül koroya katıldı. “Şimdi Avrupalı Müslümanların hayatı daha da zorlaştı” buyurdu.

Haklı!

Suudi Arabistan’daki, Malezya’daki, Irak’taki ve hatta Türkiye’deki Müslümanların hayatı hiç zor değil. Gül gibi yaşayıp gidiyorlar. Tek dertleri, gelişmiş ülkelerdeki Müslümanların hali!

Vedat Özdan sosyal medyadan alıntılamış. Ben ondan alıntılayayım. Bogota Belediye Başkanı’na ait olduğu söylenen bir tespit:

“Gelişmiş ülke, fakirlerin araba sahibi olduğu bir yer değil, zenginlerin toplu taşıma araçlarını kullandığı yerdir.”

Önce yerel güçler vardı sahnede. Sonra bölgesel güçler belirdi. Derken ABD, Rusya gibi küresel aktörler geldi. Son olarak da iki vatandaşı IŞİD tarafından rehine alındıktan sonra öldürülen Çin’in Suriye ve Irak topraklarında kalıcı bir hakimiyet peşindeki örgüte savaş ilan etmesiyle Ortadoğu’daki tablo iyice (genişledi ve) netleşti. Aslında Ortadoğu’da bir tür “proxy war” (vekalet savaşı) şeklinde seyreden savaş için belki de “düşük yoğunluklu” Üçüncü Dünya Savaşı diyeceğimiz bir döneme giriyoruz.

“Düşük yoğunluklu” olması da en büyük aktörün bunu şimdilik böyle sürdürebilmesinden. Malum, Ağustos 2011'de yürürlüğe giren Bütçe Kontrol Yasası, ABD hükümetinin savunma harcamalarını, ciddi şekilde azaltarak denetim altına almıştı.

Zaten Irak topraklarından çekilişini 2011 Aralık ayında tamamlayan ABD’de askerin savaşmayı sürdürmesi yönünde güçlü bir “milli irade” de yoktu.

Popüler İçerikler

Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı
Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
Müge Anlı'da Yeni Bir Fenomen Doğdu: Habibe Kendine Has Tarzı ve Tavrıyla Hepimizi Fena Gaza Getirdi!