Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Atatürk, tarihten aldığı ilhamla, çağdaş bilimlerin ışığında hareket eden bir liderdi... 

Türkiye Cumhuriyeti’ni de bu ilkeler çerçevesinde kurdu. 

Bıraktığı tek miras, akıl ve bilim yoludur. 

Günümüzde Atatürkçülük, bugünkü aklın ve bilimin gösterdiği yoldur:Bu yolun da Demokrasi ve İnsan Hakları olduğu açıktır!

***

Demokrasinin ve İnsan Haklarının en büyük düşmanları, kendi çıkarları içinhalklarını demagojik söylemlerle yöneten liderlerdir: 

Bunlar genellikle mukaddes konuları istismar ederler... 

Demokrasi, insan hakları, adalet ve eşitlik ilkelerini zedeleyerek, kendi iktidarlarını ayrımcılık ve nefret üzerine kurdukları bir düzende sürdürmek isterler... 

Bunun için de din gibi, mezhep gibi, ırk gibi, milliyet gibi, mukaddes konuları, herkesin kimliğini belirleyen ölçütleri öne sürerler... 

İnsanların inançlarını ve aidiyetlerini sömürürler, farklı inanç ve aidiyetleri birbirlerine düşman eder ve nefret söylemi aracılığıyla iktidarlarını sürdürürler. 

Bunların Atatürk’e ve Atatürkçülüğe düşman olması normaldir.

Atatürk hakkında ne kadar okuyoruz, okuduklarımızı ne ölçüde anlıyor ve analiz edebiliyoruz?

Genel bir zihniyet sorunumuzdur; konulara bilgilerden çok duygularla yaklaşmak, ezberlerimizi de bilgi sanmak.

Bu yüzden ya Osmanlı hayranlığı ya da Osmanlı’ya tepki...

Özellikle devrimlerle ilgili olarak da Atatürk hayranlığı veya Atatürk’e tepki..

Halbuki Atatürk ve arkadaşları Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı, Milli Mücadele, Tek Parti ve devrimler gibi her biri başlı başına büyük bir tarih laboratuvarı olan olağanüstü dönemlerde yaşadılar. Atatürk siyasi dehasıyla lider olarak Milli Mücadele’yi zafere ulaştırdı, Cumhuriyet’e yön verdi.

Onu okumak bizde duygusal tavırlar yerine, bir ‘tarih vizyonu’ kazandırmalı değil mi?

AÇIK UÇLU DÜŞÜNMEK

Tarih vizyonu, yani tarihin rutin seyrini altüst eden olağanüstü olayların akışına, aralarındaki nedensellik ilişkisine, dönemlerin değişik şartlarına ve liderlerin rolüne dair esaslı bir genel görüş...

Balyozculardan, KCK’lılardan sonra JİTEM’ciler de aklandı sonunda. 

90’lı yıllarda gündüz gözü, herkesi gözü önünde karakolun kapısından girip o kapıdan bir daha çıkamayan; gece yarısı evlerinden alınıp bir daha o eve dönemeyen onlarca insan ebediyen “kayboldu”. 1993-1996 arasında “yok edilen” o insanların kemikleri gömüldükleri o çukurlarda ebediyete kadar sızlayacak artık. Tabii, mahkeme salonunda sanıklara “hiç değilse cenazesinin yerini söyleyin” diye bağıran, yalvaran annelerin, babaların, eşlerin, kardeşlerin yürekleri de... 

Aşağıdaki satırlar kayıp Ömer Candoruk’un eşi Hanım Candoruk’un ifadesinden: 

“Eşimi Kamil Atağ’ın adamları aldılar ve kaybettiler. Eşimin nerede olduğunu Atağ’a sorduğumda tehdit etti beni. Tacize uğradım. Evimin önüne gelen birileri ‘Bir daha eşini sorarsan seni karakola götürür, aklımıza geleni yaparız’ dedi. O devlet nasıl bir devlet ki benim eşimin cenazesini Kamil Atağ’dan alamıyor? Kamil Atağ, 1994’te belediye başkanlığına aday olduğunda yolda gördüm. Eşimin cenazesinin yerini sordum. O da ‘Bana oy verin, söyleyeceğim’ dedi. Biz de ona oy verdik ama yine söylemedi. Kamil Atağ bunları devletin silahı omuzunda olduğu için yapabildi. Bunu biliyoruz.” (Aktaran Abdullah Kıran - Serbestiyet)

Hatice Kaçmaz, öldürüldüğünde 33 yaşındaydı. Katili, ona musallat olmuş bir erkekti. (Erkek dünyasında buna “aşık olmak” da denebiliyor.) Bıçağını cebine koymuş, gidip Hatice Kaçmaz'ı bulmuş, muhtemelen onsuz edemediğini söylemiş, kendisiyle evlenmesini istemişti. Ve reddedilmişti. Çekti bıçağı. Bir, iki, üç, dört... on altı defa sapladı kadının bedenine. O esnada kendince, ruhunu, hayatını esir almış o tutkudan kurtulduğunu mu düşünüyordu? İstediğini vermeyen kadından intikam mı alıyordu? Yoksa bunlardan birine ilaveten, kadının bedenine bıçağı sokup çıkarmanın derinlerdeki gizli hazzı ve tatmin duygusu da mı eşlik ediyordu cinayete?

Katilin güdüleri ve duyguları bizi ne kadar ilgilendirir?

Şahsen beni önce, istediğine ulaşamadığı için bir başkasını öldürmeye hakkı olduğunu varsayma kısmı ilgilendiriyor. İnsanlar, ortak yaşama kuralları konmuş bir toplum halinde varolmaya geçtiklerinden beri halledilememiş bir mesele. Günümüzde bu mesele en çok, kültürü erkeğe bizdeki gibi bir konum veren toplumlarda vücut buluyor. En çok da birtakım erkeklerin kadınları öldürmesinde.

Türkiye’nin G-20 Dönem Başkanlığı’nın finaline geldik. Bu hafta sonu Antalya’da yapılacak zirve birçok açıdan bir ilki barındırıyor. Türkiye’nin önderliği, gelişmekte olan ve yoksul ülkelerin kapsayıcı büyümesine odaklanıyor ve bununla ilgili birçok temel başlığı zirvenin gündemine taşıyor. Örneğin, G-20 Enerji bakanları, G-20 tarihinde ilk defa kapsayıcı enerji işbirliği konusunda anlaştı. Bu, enerji paylaşımının birkaç ülkenin tekelinden çıkması ve kaynak ve fiyat mekanizmalarının gelişmekte olan ülkeleri de hesap ederek yeniden oluşturulması anlamına geliyor. 

Tabii bu başlığın bu şekliyle G-20’nin gündemine gelmesi, Türkiye’nin, yaklaşık beş yıla yaklaşan bir süre içinde Irak ve Hazar bölgesi enerji kaynaklarını yeniden bölge ülkelerinin çıkarları doğrultusunda değerlendirme iradesinin bir sonucudur. 

Zirveler ve çıkarlar... 

En son geçen seneki Avustralya-Brisbane zirvesi başta olmak üzere, bütün G-20 zirvelerinde büyüme konuşulmuştur. Geçen sene Brisbane’de ülkelerin büyümeleri için bir eylem planı ortaya çıktı.

Cizre’de 21 kişi işkenceyle öldürüldü, üçünün cenazeleri kaybedildi. Aileleri hâlâ kemiklerini arıyor. Cinayetlerle ilgili dava görüldü, mahkeme tek kişiyi “suçlu” buldu: Cinayetleri ve katilleri anlatan tanık.

Şırnak’ın Cizre ilçesinde 1993-95 yıllarında 21 kişinin gözaltında kaybedilmesi ve keyfi şekilde öldürülmesiyle ile ilgili davanın Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde geçen perşembe görülen duruşmasında, cinayetlerin yanı sıra suç işlemek için örgüt kurmak suçundan yargılanan dönemin Cizre İlçe Jandarma Komutanı, Emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz, Eski Cizre Belediye Başkanı ve korucubaşı Kamil Atağ, Kukel Atağ, Tamer Atağ, Adem Yakin, Fırat Altın (Abdülhakim Güven), Hıdır Altuğ ve Burhanettin Kıyak beraat etti.

Avukat Veysel Vesek’la konuştum, “Beraat kararının hukuken çıkması imkânsızdı. Hayatımda onlarca davaya girdim, bunca delille, Adli Tıp raporlarıyla, beyanla, tanık ve şikâyetçi ifadesiyle beraat çıkan başka karar görmedim” dedi.

Sanıkların bazıları “delil yetersizliğinden” bazıları da “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereğince beraat etti. Mahkemeye delil beğendirilemedi.

Bu yıl yaşadıklarımız, demokrasinin seçimden ibaret olmadığını göstermekle kalmadı, partiler arasında eşit koşullarda yapılmayan seçime demokratik denemeyeceğini de gösterdi.

Yüzde 10 seçim barajı, yüzde 7 altında oy alan partilere Hazine yardımı yapılmaması, iktidar partisinin devlet imkanlarını sonuna kadar lehine kullanması partiler arasındaki seçim yarışındaki eşitsizliğin bilinen unsurlarıydı. Eşitsizlik 1 Kasım kampanyasında zirve yaptı.

Evet, Oy ve Ötesi oylamaya hile hurda karışmış olma ihtimali görmediğini açıkladı. Kayıtlı seçmen sayısında ancak 4 yılda gerçekleşebilecek artışın, 7 Haziran'dan 1 Kasım'a kadar geçen 5 ay içinde nasıl olup da (54,8'den 56,9'a) 2 milyondan fazla arttığı açıklanabilmiş değil. 1 Kasım seçimlerini adil olmaktan uzak kılan esas unsur ise, iktidar partisinin korkutma taktikleriyle, muhalif medyaya saldırıları açıkça el koymaya kadar vardırarak seçmeni muhalefete oy vermekten caydırmış olması. Bu bağlamda uluslararası gözlemcilerin söylediklerini hatırlatmak istiyorum.

Geçtiğimiz Cumartesi günü George Soros, İstanbul'da ekonomi yazarlarıyla dar kapsamlı bir sohbet toplantısı gerçekleştirdi. Toplantının konusu ise, mülteci krizi idi. Soros, Avrupa'nın bu doğrultuda atması gereken adımlara dair düşüncelerini bizlerle paylaşırken, AB ve Türkiye arasında bir işbirliği yapılması gerektiğine dikkat çekti. 

Denizde gerçekleşen ölümlere, kışın kapıdan bakmasıyla birlikte artık donma riskinin de eklenmiş olması, Avrupa'ya mülteci akınının çok acil çözüm gerektirdiğini en açık şekilde gözler önüne seriyor. Oysa birçok Avrupa ülkesi, bu sorumluluğun altına girmekten hala kaçıyor. Türkiye'nin gösterdiği 2,5 milyonluk cömertliğin kaçta kaçını, koca bir Avrupa gösteremiyor. Öte yandan, Almanya başta olmak üzere AB'nin “değerlerini!” hatırlamasını ve bu soruna bir çözüm bulmasını dile getiren çağrılar da, pek karşılık bulmuyor.

Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü her zaman olduğu gibi

Rahmet ve minnetle anıyoruz…

Bugün 7’den 70’e on binler, yine ona saygılarını sunmak üzere Anıtkabir’e akacaklar…

77’nci ölüm yıldönümünde bayraklar yarıya inecek, ebediyete intikal ettiği saat 9’u 5 geçe ülkede hayat duracak…

Simitçi tablasının başında, ayakkabı boyacısı sandığının yanında, insanlar kaldırımlarda saygı duruşuna geçecekler…

Araçlar duracak, kornalar çalmaya başlayacak, araçlardan inenler ana arterlerde, Boğaziçi Köprüsü üzerinde onu selamlayacaklar…

* * *

Evet, büyük Atatürk’ü her yıl milletçe anıyoruz…

Anıyoruz, ama onu anlayabildik mi?..

Atatürk’ün ilkelerini ve devrimlerini koruyabildik mi?..

Eğer anlayabilmiş olsaydık…

Düşünün!

Hukuk çiğnenerek yaşadığınız ilçede sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor, yaşadığınız sokak onlarca tank, zırhlı araç tarafından ablukaya alınıyor!

Düşünün!

Helikopterler tepenizde, keskin nişancılar yüzlerce metre öteden mahallenize göre konuşlanmışlar, tanklar ve zırhlı araçlar çocuklarınızın oynadığı sokaklarda…

Düşünün!

Dört bir yandan silah ve kurşun sesleri arasındasınız! Kucağınızdaki bebek, evdeki çocuklar her kurşun ve patlamadan sonra çığlık çığlığa!

Düşünün!

Bu tanklardan, zırhlı araçlardan, hatta helikopterlerden silahlar rastgele sıkılıyor, evlerinize bombalar atılıyor,  evleriniz yanmaya başlıyor!

Popüler İçerikler

Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman