Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Ankara Sincan ilçesinden bir genç, ODTÜ'yü bitirmiş, Finlandiya'da master yapıyordu, ne olduysa oldu, birden Suriye'ye gitti, IŞİD'e katıldı. 

Akıbeti bilinmiyor.

Kocaeli’nin Gebze ilçesinden 19 yaşında bir genç, iş aramak için evden çıktı, bir daha dönmedi. Annesine açtığı telefonda “hicret ettiğini” söyledi, merak etmemesini istedi. IŞİD’e katılmıştı. Babası şöyle anlatıyor:

“Çok sakin bir çocuktu. Namaz kılmazdı, namaza başladı. Kötü bir alışkanlığı yoktu. Kimler beynini yıkadı? Polise haber verdim...”

Acılı baba, oğlunun bulunup tutuklanmasını istiyor, intihar bombacısı olmasından korkuyor çünkü.

HASTALIKLI RUHLAR

Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının faillerine ait “cihat tapeleri” yayınlandı. Polisin bu kadar takip ettiği kişilerin ve aynı hücrenin Ankara’da böylesine bir katliam yapması, “istihbarat zaafı”nın ne kadar vahim olduğunu gösterir.

Cumhurbaşkanı da istihbarat zaafından bahsetti. Ben “cihat tapeleri”ndeki psikolojik ipuçlarına dikkat çekeceğim. Öldürmek, katliam yapmak konusunda şöyle diyorlar:

“He, onlardan ceset alıyoruz. Geçen gün, 45 tane falan vardı... Allah’a hamdolsun...”

İntihar eylemcileri için de şöyle diyorlar:

“Allah yolunda paramparça olmuşlardı... Allah kabul etsin inşallah...”

Ve müthiş bir dünya ve yaşam nefreti:

“Artık şu dünyayı Allah için bırak kenara, vallahi hepsi yerin dibine batsın. A’dan Z’ye her şey yerin dibine batsın...”

Malumunuz, Cumhurbaşkanı’nın gözde oğlu, TÜRGEV’in yönetim kurulu üyesi, ‘gölge eğitim bakanı’ ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasının kilit isimlerinden Bilal Erdoğan, İtalya’nın Bolonya şehrindeki doktorasına devam etmeye karar verdi.

Junior Erdoğan, 1 Kasım seçimleri öncesi ‘Yurtdışına kaçtı’ iddiasının doğru olmadığını göstermek amacıyla şu sıralar Türkiye’de… Önceki gün TÜRGEV Mevlanakapı Yükseköğrenim Kız Öğrenci Yurdu’nda yaptığı konuşmada, Kemal Kılıçdaroğlu’nun vakfına yönelik iddialarına değindi. “Seçimlere gölge düşürmemek için” yakınları (babacım?) ve avukatlarıyla sürekli istişare içinde olduğunu, “yeni bir adım atması gerekirse” yapmaktan geri durmayacağını da belirtti.

Gündemi ölüm/kalım meseleleri işgal ederken Bilal Erdoğan’ın faaliyetleriyle ilgilenmeye fırsat olmuyor tabii… Kaldı ki yüzde 90’ı sindirilmiş medyanın şu sıralar yapmak isteyeceği son şey, Erdoğan familyasından herhangi birine bulaşmak.

Ancak Bilal Erdoğan ve TÜRGEV hakkında çıkan iddialar aklanmış değil. ‘Babacım siyaseti’nin din temelli eğitiminde ve finansal ilişkilerinde hayli aktif olan genç Erdoğan’ın faaliyetlerini sorgulamak ve yazmak, basının görevi.

İçeride savaş varken ülke dışına çıkan liderlerin dönmesi zordur. Ne var ki Suriye lideri Beşşar Esad önceki gün Moskova’ya gitti ve döndü. Kendinden emin bir şekilde. Çıkması hiçbir yere gitmeyeceğinin göstergesi. Esad’ı Latin Amerika ya da Rusya’ya birkaç kez sürgüne göndermiş olan güzide medyamız bu ziyareti de Suriye liderini sürgüne ikna çabası olarak yorumlayabilir. Ortadoğu’nun büyük oyuncusu Türkiye, bir kere 6 aylık geçiş planına onay verdiyse Esad’ın kaçacak yer araması da doğaldır! Yalandan kim ölmüş! Suriye politikasının mimarı Başbakan Ahmet Davutoğlu da “Keşke Moskova'da daha uzun süre kalsa… Hatta daimi olarak kalsa” diye temennide bulunmuş. Temenniden kim kaybetmiş! ‘Pro-aktif dış politikanın neticesi ne oldu ki temenniye kalan dış politikanın hükmü ne olsun! Geçti Halep’in pazarı asıl hesap Şam’dadır…

Moskova’da Esad’la yaptığı görüşmeyle ilgili Putin’in 'Sadece terörle mücadele değil siyasi sürece de katkı vermeye hazırız” sözü nedeniyle birileri heyecana kapılmış olabilir. Nasıl olsa Türkiye ile birlikte 9 ülke, 28 Eylül’de New York’ta Başkan Obama’nın eliyle Putin’in önüne bir geçiş planı koydu! Putin’e de ‘Emredersiniz’ demek kalıyor.

Bu yöntemi kamuoyu araştırmalarını yönetenlerden öğrendim.

GENAR'ın, Pollmark'ın, Andy-Ar'ın, Denge'nin, Konsensus'un sonuçlarını alt alta topladım, böldüm.

Ortalamaya göre AK Parti'nin tek başına iktidar olmak için 1-1.5 puana ihtiyacı var. HDP'de çok küçük bir gerileme CHP'de ise iki puanlık bir artış gözleniyor. Oyları gerileyen parti, MHP

Bu sonuçlarla yetinmedim. Andy-Ar Başkanı Faruk Acar ve Genar Başkanı İhsan Aktaş'la konuştum.

7 Haziran seçimlerinde HDP barajı aşacak mı diye konuşuyorduk. 1 Kasım seçimlerinde ise AK Parti tek başına iktidar olacak mı sorusuna cevap arıyoruz.

7 Haziran seçimlerinin yükselen yıldızları HDP ve MHP'ydi. AK Parti ve CHP oy kaybediyordu. 1 Kasım seçimlerinde ise tablo tersine döndü. HDP, durumu korumaya çalışıyor. MHP ise geriliyor. AK Parti ve CHP yükseliş trendinde.

1 Kasıma giderken cevabı aranan soru şu: Seçimlerden tek başına iktidar mı çıkacak yoksa koalisyon mu? En sonda yazacağımı en başta söyleyeyim. AK Parti, 7 Haziran'a göre daha iyi durumda.

Almanya Başbakanı Merkel, Brüksel liderler zirvesinden çıkarak ayağının tozuyla Türkiye’ye geldi. Çantasında taşıdığı en önemli gündemlerden biri Avrupa gündeminin temel meselesi haline gelen malum “mülteci krizi” idi. Bu arada buradaki “kriz” kelimesinin kullanımı ilginçtir, zira geleceği önceden bilinen, neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya çıkan sonuçların kriz olarak adlandırılması hatalı ve kamuoyunu yanıltıcıdır. Nitekim Almanya başta olmak üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en geniş çapta mülteci akımı ile karşı karşıya olan Avrupa’da liderler tarafından “kriz”, parçası oldukları savaşın sonuçlarıyla yüzleşme durumundan kaynaklı “ortadan kaldırılması gereken bir sorun”, “ekonomik yük”, “kendi muhafazakar-sağ tabanlarının rahatsızlığı” ve en nihayetinde bir “oy kaybı” olarak görülüyor.

Brüksel zirvesi öncesi Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk bir mektupla seslendiği liderlerden kendilerine bugüne kadar yeni göçmen dalgalarının ne kadar önüne geçebildiklerini sormalarını isterken, işte bu “kriz”den anladıklarını da ortaya dökmüş oluyordu. Keza Merkel ülkesinde yaptığı bir konuşmada sadece yeni dalganın önlenmesinin yetmeyeceğine ilişkin vurgusuyla “yalnızca ekonomik sebeplerden dolayı gelenlere de ülkemizden ayrılmalarını söylememiz gerekiyor” diye seslenirken tüm makyajından arındırılmış bir aklı ortaya koyuyordu.

İki gündür, muhalefet tarafından “beşinci parti” kelimeleriyle yeni bir senaryo dile getiriliyor.

“Beşinci parti”den kasıt, tek başına iktidar olamaması durumunda Ak Parti’den kopacak kuvvetli bir Meclis grubunun yeni bir parti kurması.

Bu senaryoda Ak Parti’den kopmanın kuvvetli olması için Abdullah Gül’ün yeni bir parti kurması ve Ak Parti’den ayrılanların bu partiye katılması umudu besleniyordu.

Ancak Abdullah Gül kesin bir şekilde, böyle bir senaryoda yer almayacağını açıkladı. Ve senaryo Abdullah Gül’süz kalmış oldu.

“Beşinci parti”nin ortaya çıkabilmesi için önce 1 Kasım seçiminde Ak Parti’nin tek başına iktidar olmaması gerekiyor. 7 Haziran’dan sonra 1 Kasım’da da tek başına iktidar olamayan Ak Parti’de yeni arayışlar başlayacak, önce Ahmet Davutoğlu’nun genel başkanlığı sorgulanacaktır.

Bu “plan”ın çalışması için de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti genel başkanı Ahmet Davutoğlu’nun CHP veya MHP ile bir koalisyon kurmamaları gerekiyor.

Bu noktada da Ak Parti içinden bir grup muhtemelen Abdullah Gül’e gidecek ve ülkenin kaosa sürüklenmemesi için duruma “el koyması”nı isteyecektir.

Zaten iyi olanın işi ne, hastaneler civa gibi işleyen, civa gibi ağır yerler. Fakat 10 Ekim’deki katliamdan beri Ankara’nın hastanelerinde başka bir ağırlık var. Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin “Acil” girişinde bir kriz masası karşılıyor gelenleri. Arkada bir de depo olarak adlandırılan büyük çadır var; içi yatak çarşafından kadın pedine, kabandan kesme şekere gönüllülerin yolladıklarıyla dolu. İlk günden itibaren inanılmaz bir ağ kurulmuş. Her bir yaralının, refakatçisinin ve dışarıda kalan yakınlarının ihtiyaçları gün içinde belirleniyor, eldekilerin dağıtımı yapılıyor ya da satın alınıyor. Maddi yardım yapanların her birine faturalı, hasta yakınından imzalı belge gidiyor.

Ellerinde koca bir fihrist... Aranabilecek avukatlar, sağlıkçılar belli. Sadece evini açanların ayrı, kendi aracıyla ulaşım desteği vermek isteyenlerin sayfalarca ayrı bir listesi var. Altı otel kapılarını yaralı yakınlarına açmış, ikisinde hâlâ kalan mevcut; bunun organizasyonuyla ilgileniyorlar. Biz oradayken yağmur yağıyor, bir koca poşet yağmurluk geliyor birden. Bir kadın 100 kişiye aşure dağıtabilmek için çizelgedeki uygun güne adını yazdırıyor. İnanılmaz bir organizasyon oturtulmuş. Refakat için gönüllü olanlar, ailesi gelememiş ya da olmayan yaralıların yanında kalmış. Çok ağır bir mesaiden söz ediyoruz.

10 Ekim Dayanışması’nda öğrenciler, partilerden insanlar da var; çoğunluk ise sendikalı, izinli orada bulunan kamu çalışanı. İsimlerini vermeleri bu açıdan doğru değil ama daha çok “Ne önemi var ki” duygusundalar. Yaptıkları işin bu kadar önemsenmesinden çekiniyorlar sanki.

1 Kasım seçimlerine az bir süre kala Türkiye'nin yurtdışında temsilcilikleri bulunan siyasi partiler çalışmalarına yeni bir yön kazandırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tepki çeken Brüksel ziyareti sonrasında Saadet Partisi, Belçika'da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ev adreslerine kendilerine isimleriyle hitap eden ve parti temsilcilerinin ve genel başkanlarının imzalarıyla mektuplar göndererek kendilerine oy vermelerini istedi.

HDP'nin yurtdışında oylarını artırmasının da bu çağrıların yapılmasındaki önemi büyük. Özellikle AK Parti'nin Belçika gibi blok oy aldığı ülkelerde daha önceden de ev ev dolaşarak çalışma yaptığı biliniyordu ancak bu kez ayrım gözetmeden her eve gönderilen çağrılar potansiyeli olan her seçmene ulaşma kaygısını ortaya çıkarıyor.

Özellikle 1960'larda göç eden Süryanilerin, Ermenilerin ve siyasi iltica ile Avrupa'da bulunanların de listede yer alması Brüksel başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde tepki çekiyor.

Zaman gazetesinin internet yayını yapan Fransa sitesinde yer alan habere göre Fransa'da da 14 Ekim'de, Ahmet Davutoğlu imzalı AK Parti logolu mektuplar dikkat çekmişti.

2000’lerin en başında, Avrupa’da “çokkültürlülük tartışmaları” rüzgârı esiyordu. Berlin Duvarı’nın çöküşüyle, Avrupa’nın Batısı ve Doğusunun arasındaki ayrımın kalkması, 11 Eylül’e yönelik tepkiler derken, Avrupa’nın farklılıklarla birarada yaşama sorunlarını, “çokkültürlülüğü” benimseyebilerek aşabileceğine yönelik umutlar güçlüydü.

Çokkültürlülük kavramının, hukuki ve felsefi olarak gelişmesine en çok katkıda bulunan ülke ise, 1971’den beri anayasal garantiyle “çokkültürlü olan” Kanada’ydı kuşkusuz. Bu nedenle, çokkültürlülük üzerine çalışan Kanadalı düşünürler de büyük ilgi görüyordu; Master çalışmalarım sırasında bölümümüzde ders veren Kanadalı siyaset bilimi teorisyeni Will Kymlicka tam manasıyla bir akademik yıldızdı örneğin.

2000’lerin ortasına geldiğimizdeyse, “çokkültürlülüğün ölmekte olduğu” iddiaları ağırlık kazanmaya başladı. 2010’da Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in “Almanya’nın, çokkültürlü bir toplum yaratma konusunda tamamen başarısız olduğunu” açıklaması ile beraber, Batı Avrupalı muhafazakâr liderlerin birbiri ardına benzer açıklamaları geldi. Britanya Başbakanı David Cameron, Fransa’nın o dönem Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, açıklamaları (ve tabii politik tavırlarıyla), çokkültürlülüğün tabutuna son çivileri çaktılar.

1 Kasım seçimlerinin, Türkiye için tarihî bir dönüm noktası olacağı konusunda tereddüt yok. İç ve dışın aleni dayanışması ile oluşan cephe kararlı: “Erdoğan durdurulmalı ve AK Parti’nin tek başına iktidar olması engellenmeli” diyorlar. 7 Haziran’da aynı hedefe kilitlenmişler ve bunun için çareyi, HDP’nin barajı aşmasında görmüşlerdi. HDP barajı aştı ve Gülen medyası, hemen “restorasyon hükümeti” diyerek CHP-MHP-HDP koalisyonu için bastırmaya başladı. Ancak MHP, HDP’yi yok sayınca amaçlarına ulaşamadılar. 1 Kasım’da da 7 Haziran benzeri bir tablo çıkacağını düşünerek şimdi başka bir siyaset mühendisliğine soyundular. Onu da MHP Genel Başkanı Bahçeli dillendirdi: AK Parti içinden 5. parti çıkarmak... Sayın Bahçeli gazetecilerle sohbetinde aynen şöyle dedi:

“Mevcut partiler içinde siyasetin tıkanıklığa doğru gitmesine karşılık, o tıkanıklıkta siyaseti açmak, normalleştirmek için 5. parti Meclis içinde kurulabilir. Geçmişte çok örnekleri vardır.” Kendisine soruldu: “5. parti hükümet kurulmasında rol oynayabilir mi?” Bahçeli’nin cevabı: “Mutlaka...”

Bu tür siyaset mühendisliklerinin evet, geçmişte örnekleri var ama hepsi kötü örnekler. Sonuncusunu 28 Şubat döneminde gördük. Refah-Yol hükümetini Demirel’in katakullisi ile bitiren statüko, DYP’yi parçalayarak yeni bir koalisyon peydahladılar.

Popüler İçerikler

Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!
Kızılcık Şerbeti'nin Görkem'i Özge Özacar'dan Pembe'nin Osmanlı Tokadına Yanıt
Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti