Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Bir buçuk yılda dört seçim geçiren ve 'seçim yorgunu' düşmüş Türkiye için, artık bir tekrar seçim daha yapma lüksü yoktur. Türkiye için iyi ve yararlı olan, AK Parti-CHP büyük koalisyonu olarak gözüküyor.

Seçim havası, iklimi, heyecanı olmayan bir süreçten geçiyoruz.

Ama, “erken/tekrar seçim kumarı” oynandı; hem de büyük bir insani maliyetle .

Seçim kararından sonra Türkiye büyük bir türbülans yaşamaya başladı.

Arka arkaya gelen terör olayları, patlayan bombalar, yıkılan yuvalar, çatışmalar, sokağa çıkma yasakları, ekrandan çıkartılan kanallar, ekonomik risklerin artması, sınırımızda yaşanan jeopolitik güç ve iktidar oyunları ve “vekalet savaşları”, ve modern Türkiye siyasi tarihinin en kanlı terör saldırısını bu dönemde yaşadık.

Yüzlerce insanımızı kaybettik. Bombalar hunharca ve sinsice yollarda ve meydanlarda patlatıldı.

Çok değil 11 gün önce, Ankara Garı’nın önünde kalbinden yaralanmış bir ülke duruyordu.

Telefonda, “Ben ölmedim ama” diye utanan kadındı kalp, o esnada yerde cansız yatan 9 yaşındaki Veysel.

Kızı kendine siper olup da öldüğü için hayatta kalan İzzettin Hoca’nın boşluğa bakışları, sevgilisini kollarına alan o gencin haykırışı.

Morgda oğlunun nabzını kontrol edenler, Adli Tıp önünde isimleri okunup da içeriye çağırılırken, “O olmasın” diye dua edenler.

Ambulansa yolu açmak için, biraz yüzünü asmasına tahammül edemediği insanları bütün güçleriyle iten gençlerdi.

Tanımadığı ve görüşlerine zerre yakın olmadıkları insanlara kan vermek için koşuşturan yüzlerce erkek, kadın.

CNN’deki tartışma ibret vericiydi...

Ülke TV’deki açıklamalarım bağlamından koparılarak kullanılıyor. O program IŞİD’i tartışan bir programdı. Özetle söylediğim şudur: IŞİD ve PKK’yle mücadele, basit bir terör ve terörizmle mücadele meselesi olmaktan uzaktır. IŞİD ve PKK’yle mücadele, ‘terörizmle mücadeleye indirgenemez, çünkü evet her iki hareketin de şiddet ve terör yoluyla, devletlere karşı savaşı göze alarak hayata geçirmek istedikleri siyasi programları vardır. Bunu söylemek her iki örgütün uyguladığı terörü ve şiddeti hiçbir şekilde meşru göstermez. Terör ve şiddetin hedefinde olan devletler artık bu mücadeleyi siyasi, sosyal ve hatta kültürel alanlarda kazanabilecek bir mücadelede veriyorlar. Ama bu alanları gözardı etmemiz istendiğinde durup hep beraber düşünmeliyiz. Bir örgütün bu IŞİD olur PKK olur, uyguladığı şiddet ve terörü, sürdürebilmesini mümkün kılan siyasi sebepler, tarihi sebepler nedir diye sormayacak mıyız?

AKP'nin etkili isimlerinden Faruk Çelik, NOKTA dergisinin yayınladığı tutanaklara göre kapalı toplantılarda şu sözleri etmiş:

“Emin olun, geçmiş cumhurbaşkanları kullandığımız dilin aynısını bize karşı kullansaydı 2002’de değil, 1992’de iktidara gelirdik. HDP’ye karşı kullandığımız dil bizi dibe çekiyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan, parti kadroları Selahattin Demirtaş’a yüklenince ayrımcılığın mağduru haline geliyorlar.”

Bu köşede benzer ifadeler kullandık; ama gelin görün ki 7 Haziran sonrası AKP’nin Demirtaş/HDP dili, eskisini de aratır oldu.

Öyle ki Abdullah Gül’ün Demirtaş’a başsağlığı telefonu dahi AKP’den sert tepki aldı. (Ne acı, nasıl bir noktaya geldik değil mi; bu ülkede bir başsağlığı telefonu dahi sorun yapılıyor!)

PKK DESTEKÇİSİ DEĞİLLER

Çünkü AKP, tek başına iktidarı kaçırmanın faturasını Demirtaş/HDP’ye kestiği için dilini yumuşatmıyor; aksine her gün, Cumhurbaşkanı veya Başbakan en sert sözlerle yüklenmeyi sürdürüyor.

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin, bir televizyon programında PKK’yi terör örgütü saymadığı yolundaki sözleri üzerine “yakalanıp” terör propagandası gerekçesiyle tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edilmesi Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün vardığı noktayı uzun yorumlara gerek bırakmadan apaçık ortaya koyuyor. İçimden geçen, dilimin ucuna gelen en hafif söz “Çüş(ünüz) artık Beyler!” oluyor.

Laf kalabalığına getirmeden, Şanar Yurdatapan’ın Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim’inden gelen UTANIYORUZ çığlığını duyurmakla yetiniyorum.

“Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi hakkında Bakırköy Savcılığın tarafından soruşturma açılması, bu yetmiyormuş gibi gözaltına alınarak İstanbul'a getirilmesi Türkiye’de yargının siyasete alet edilmesinin yeni ve aşırı bir örneğini oluşturdu. Ülkemiz adına utanıyoruz.

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin başına gelenlerin ibretlik olduğuna şüphe yok. Elçi bir televizyon programında “PKK terör örgütü değildir, siyasi bir yapıdır” dediği için hakkında terör propagandası yapmak suçlamasıyla soruşturma açıldı. Hakkında yakalama kararı çıkarıldı, gözaltına alındı ve tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. En nihayet adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Hayır, mesele PKK'nın ne olduğu tartışması değil. Karşımızda silahlı bir örgüt, can alan bir örgüt, terörü, şiddeti yöntem olarak benimsemiş bir örgüt olduğuna şüphe yok...

Mesele insanların düşüncesini açıklamasının suç sayılması, Kürt meselesinde resmi dilin ve simgelerin benimsenmemesi halinde örgüt yanlısı, örgüt propagandasıyla itham edilmenin somut bir durum haline gelmesidir.

Davutoğlu Bey dün Van’da şunu dedi: “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz Toroslar dolaşacak.” Yani ya AKP ya ölüm. Yani AKP dışındaki partilerin hepsi birer cinayet şebekesi, katiller sürüsü. Yazık ki koca AKP, parlamenter rejim denen garabet sebebiyle Meclis’te potansiyel katillerle yan yana oturmak hatta bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere bu potansiyel katil partileriyle koalisyon görüşmesi yapmak mecburiyetinde kalabiliyor.

İşte bu, dramdır.

O beyaz Toroslar yani devletin hukuk dışı paramiliter çeteleri insanları katletti. Merak eden, yirmi senedir her hafta çocuklarının kemiklerinin yerini soran Cumartesi Anneleri’ne sorabilir.

Asrın liderimiz, sultan Abdülaziz’in altın varaklı padişah koltuğuna oturdu, “ecdadımızın eserlerine, tarihimize sahip çıkıyoruz” denildi.

Sultan Abdülaziz, o altın varaklı koltuğa oturulan Mabeyn Köşkü’nü Agop ve Sarkis Balyan kardeşlere yaptırdı. Asrın liderimiz “afedersin çok daha çirkin şeyler, Ermeni

diyen bile oldu” dedi.

Sultan Abdülaziz, piyano çalardı, vals besteledi, operaya meraklıydı, Londra’da Viyana’da Paris’te kraliyet galalarında ağırlandı, izlesinler öğrensinler diye şehzadelerini de götürürdü, Wagner’in opera binasına maddi yardımda bulundu, Beyoğlu’ndaki Naum Tiyatrosu’na giderdi, sanatçılara ihsanlarda bulunurdu. Asrın liderimizin kendi adına Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası var, ona bile gitmiyor.

SİNOP- Barış, demokrasi, çoğulculuk ve demokratik yönetişim alanlarında çalışmalar yapan Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin, “ Yerel- Bölgesel Demokratik Yönetişim ” başlıklı projesi kapsamında hafta sonu Sinop’ta düzenlenen “ Kuzey Anadolu’da Kalkınma Öncelikleri ve Kamusal Yatırımların Bölgeye Etkisi ” başlıklı toplantısına katıldım.

Projenin temel hedefi, yerel ve bölgesel politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında sivil toplumun rolünün etkinleştirilmesine katkıda bulunmak. Aynı zamanda, pilot bölge olarak seçilen yedi kalkınma bölgesinde vatandaşların kendi hayatlarını etkileyen politikaların belirlenmesinde söz sahibi ve müdahil olma imkânlarını genişletmek.

Çevre örgütleri temsilcilerinin geniş katılımına rağmen davet edildikleri hâlde kamudan hiç kimsenin katılmamasının dikkat çektiği Sinop’taki toplantının ana gündemi tahmin edileceği gibi nükleer santral meselesi ekseninde gelişti.

Ankara’daki katliamın ardından gelen yayın yasağını, gazetemiz BirGün’ün de içinde olduğu pek çok yayın kuruluşu tanımadı. Yayın yasağının asıl nedeninin katliama giden yolda devletin ihmal ve sorumluluğunu gizleme olduğu konusunda da yaygın bir görüş birliği var. Zira yasak sırasında, yasağı tanımayan gazetelere yansıyan haberler hep bu doğrultaydı. Yayın yasağının pek de işe yaramadığı görülmüş olmalı ki, geçen pazartesi sessiz sedasız kaldırıldı. Bu tarz yayın yasakları örgütlü karşı direnişlerle aşılıyor, ama bu süreçte özellikle bazı bireylere uygulanan başka bir baskı türü var ki, bu da bir tür yasak. Görünmez olduğu için tartışılamıyor. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda taze bir örnek varken bu konuyu bir ele almak isterim:

Bir röportaj

Ece Temelkuran, Almanya’da çıkan kitabıyla ilgili Alman Deutsche Welle gazetesinden Noyan Er’e röportaj vermiş. Türkiye’nin şu anki durumunu anlamaya dair sözler etmiş. Bu röportajın bir paragrafı pazartesi günü Cumhuriyet, Diken.com.tr gibi bazı yayın kuruluşlarına da yansıdı. Burada Temelkuran’ın söylediği sözlerden biri de “İnsanlar nasıl delirmiyor anlamıyorum”du ki, bu spot Deutsche Welle’deki röportajın da başlığıydı. Ayrıca metinde “insanların öldürülme korkusuyla dışarıya çıkamamalarına” dair bir vurgu vardı.

Popüler İçerikler

Galatasaray'ın Yıldızı Osimhen İçin Fenerbahçe Napoli ile Temasa Geçti
10 Kasım 1938’de Hayatını Kaybeden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Son Sözü "Aleykümesselam" Oldu
Terörist Fethullah Gülen’in Cenazesinde Yeni Skandallar: Protestan Şirket, 25 Bin Dolarlık Tabut, Doğum Tarihi