Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Gazeteci olarak bir haber yaparsınız, yazı yazarsınız birilerini rahatsız eder, kızdırırsınız. Güç odakları sizi hedef gösterir. Onların tetikçisi olan gazeteciler devreye girer. Hedef olan gazeteci hakkında algı oluşturulması için kampanya yapılır. Kampanya zamana göre değişir, gün gelir “komünist” derler, gün gelir “bölücü” diye yazarlar. Gün gelir “terörist” diye suçlar, gün gelir “vatan haini” ilan ederler.

Toplumun en azından bir kısmını size düşman ederler. Hatta sizi tanıyanlar bile “terörist” ya da “hain” olduğunuza inanır. Etrafınızdaki insanlar azalır, yalnızlaştırılırsınız. Artık toplumun psikolojisi hazırdır. Sıra sokakların hareketlendirilmesine gelir. Tehdit telefonları ederler, yazılı tehditler gelir, gazetenizin kapısına, önüne gelip tehdit ederler. Bunlar olurken devletin sizi koruması gereken yüzü de olan biteni seyreder.

Ve bir gün köşe başından tetikçiler çıkagelir, kendilerine verilen görevi icra ederler. Gazeteci cinayetleri ve yapılan saldırılarda aşağı yukarı süreç böyle işler. Tetikçinin yakalanması ise o saldırının aydınlanacağını değil, aksine soruşturmanın saptırılacağını gösterir.

Aranızda şaşıran var mı? Ahmet Hakan’ın evinin önünde feci biçimde darp edildiğini duyduğunda şaşıran var mı?

Yoktur. Neden yoktur?

Çünkü Ahmet Hakan uzun süredir tüm Türkiye’nin önünde tehdit ediliyor. Hükümetin vekilleri tarafından. İktidar partisinin danışmanları tarafından. İktidar partisinin gazeteleri ve televizyonları tarafından. İktidar partisinin köşe yazarları tarafından.

Beni de sayısız defa tehdit etmiş, hedef göstermiş, ‘ölü’ ilan etmiş bir yazarın Ahmet için “Seni sinek gibi ezeriz” dediğini unutan var mı?

Yoktur. Neden yoktur?

Çünkü her gün bu ve benzeri ifadeler üzerimize boca ediliyor. “Teröre destek vermek” gibi hiçbir mesneti ve ahlakı olmayan iftiralarla karalanıyoruz.

Hürriyet gazetesinin önüne gelip cam çerçeve indiren AKP milletvekilinin “Defolup gidecekler”, “Zaten bunlar hiç dayak yememiş, Ahmet Hakan’ın evinin önüne gidip dövmek lazım” dediğini, bu zat’ın hemen sonrasındaki AKP kongresinde taltif edildiğini bilmeyen var mı?

Rusya’nın Suriye’de son haftalarda askeri varlığını güçlendir- mesinden sonra bazı hava operasyonlarına girişeceği söyleniyordu. Ne var ki önceki akşam ilk saldırının gerçekleşme şekli Rusya’nın yeni stratejisinin amaçları üzerinde bir dizi soru işaretine yol açtı.

Bir kere Rusya Humus bölgesinde hava harekâtını başlatmadan sadece bir saat önce Bağdat’taki ABD Büyükelçiliği’ndeki askeri ataşeye -sanki sıradan bir olaymış gibi- bildirmekle yetindi. Oysa öylesine önemli bir kararı, özellikle ABD ve koalisyon savaş uçaklarının da Suriye hava sahasında cirit attığı bir dönemde, daha “münasip” şekilde verebilirdi. Kaldı ki BM toplantıları vesilesiyle New York’ta bulunan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Amerikalı mevkidaşı John Kerry’ye bildirmesi beklenirdi... Bu davranış dahi, Rusya’nın kendi inisiyatifini istediği tarzda kullandığını gösteriyor.

İkinci gariplik de Lavrov’un daha sonra yaptığı açıklamada hava bombardımanının hedefinin IŞİD olduğunu söylemesidir. Operasyonu izleyen Batılı istihbaratçılar, o bölgede IŞİD’in bulunmadığını ve saldırıda Esad rejimine karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) hedef alındığını bildirdiler. Esad’ın Rusya’dan “terörist” hedeflerin bombalanmasını istediği açıklandı ki onun gözünde bütün muhalif güçler “terörist”... Oysa Rus uçaklarının vurduğu söylenen ÖSO, ABD ve müttefiklerinin desteğine sahip...

Kent içi ulaşım yollarının artan otomobil sayısına paralel olarak genişletilmesi, yaya kaldırımlarının her tadilat döneminde biraz daha daraltılması faşist aygıtın çıkarlarına uygun.

Yıllar önce Şehir plancısı Senihi Kitapçı’nın bir konferansını izlemiştim. ‘Otomobil faşist bir aygıttır. Bütün kenti kendine göre planlar’ demişti. Bunu kent merkezlerinde yayalara değil de, araçlara öncelik verilmesi, yaya haklarının ikinci planda olması bağlamında söylemişti. 

O yıllar; Ankara’nın ana meydanlarının altüst geçitlerle giderek yok edildiği; yaya geçitlerinin kaldırılarak yayaların, belediyenin kiralık dükkanların yer aldığı alt geçitlere yönlendirilmek istendiği; Ankara’nın su havzalarından otoyolların geçirildiği; on beş günde bir altgeçidi yapabilmekle övünüldüğü (her yağmurda göle dönen altgeçitler) yıllardı. Bu uygulamalar yakın geçmişte ODTÜ arazisi ve Atatürk Orman çiftliği ile devam etti. Bu uygulamaların Ankara ile sınırlı olmadığını, Kuzey Ormanları ve sahilleri yok edilen İstanbul’u, sahillerinden sonra yaylaları da yok edilmek istenen Karadeniz’i de hepimiz biliyoruz. Ne uğruna? Bu çok yazıldı. Bu yazının konusu bu değil…

Bu başlığı daha önce de atmış olabilirim ancak aynı güne sayısız kadın hik^ayesi sığınca aynı başlığı bir kez daha kullanmakta beis görmüyorum.

Önceki gün denetim ve danışmanlık hizmeti veren Ernst&Young'ın yuvarlak masa toplantısındayız.

Ernst&Young'ın Avrupa, Ortadoğu, Hindistan ve Afrika sorumlusu  Julie Teigland, Dünya Ekonomik Forumu'nun kadın-erkek eşitliğine ancak 2095 yılında ulaşılacağı tespitinden yola çıkarak kolları sıvamış.

Kadın dünyada büyük ekonomik güç.

Beş yıl zarfında küresel gelirinin 18 trilyon dolara tırmanacağı hesaplanıyor ama politikada, iş hayatında ve girişimcilikte varlık gösteremiyor.

Dünyada da bu böyle, Türkiye'de de.

Teigland, bunun nedenlerini araştırmak ve çözüm bulmak için küresel çapta bir siyasileri, şirketleri ve girişimcileri bir araya getiren küresel bir inisiyatif  başlatıyor.

İnisiyatifin Türkiye ayağında, Ernst&Young'ın üst düzey kadın yöneticileri  Demet Özdemir, İmge Kaya Sabancı var.

Dahil olduğum yuvarlak masanın katılımcılarından biri Düzce Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Funda Sivrikaya Şerifoğlu.

Şerifoğlu Türkiye'deki 13 kadın rektörden biri.

Türkiye'de yükseköğretim kurumlarında kadınların yöneticilik pozisyonlarında düşük oranda temsil edilmelerinden yola çıkarak 2012 yılından beri 'Yükseköğrenimde Kadın Liderliği Çalıştayı' düzenliyor.

'Türkiye'de yükseköğrenim kurumlarında kadın akademisyen oranı Batılı ülkelere kıyasla daha yüksek olmasına rağmen yöneticilik pozisyonlarında çok az temsil ediliyorlar' diyor.

Kımıldayan her şeye ateş eden bir işgal ordusu gibi… İstemedikleri gibi konuşan ve yazan her gazeteciyi susturmanın peşindeler.

Söyleyecek sözü olanı neyle susturabilirler ki? Sözleriyle mi? Fikre karşı fikirleriyle yarışabilirler mi? Buna kifayet edecek bir fikir ya da sözleri mi kaldı? Uzun zaman önce yitirdiler.

Söyleyecek sözü olanın karşısına hangi sözle çıkabilirler ki?

Ağaçlar ayaklanınca ‘yasaklarla mücadele’ maskesi düştü; ceberut ve zalim yüzlerini gösterdiler.

Tarihin yazdığı en büyük yolsuzlukla mücadele etmek yerine bunların delillerini sıfırlamayı seçtiler. Böylece üzerinde durur gibi yaptıkları ahlaki zemin sıfırlandı.

Ekonomik büyümeyi sürdüremedikleri için işsizlik ve yoksullukla mücadeleden tasarruf ederken, “İtibardan tasarruf olmaz” diyerek diktikleri kibir ve ihtişam yapıtlarını milletin gözüne soktular.

Dünkü, “Bu küfürbazdan kahraman yaratmayın!” başlıklı yazım, şehir magandalarından sopa yiyen Ahmet Hakan Coşkun’a “gider” niyetine okunmuş... 

Hasan Cemal’i kastetmiştim oysa.

Pekâlâ, Coşkun için de kullanılabilir o niteleme. Coşkun, daha azılı bir “küfürbaz” üstelik...

Dolayısıyla, burnunda kırık var diye “kahraman” ilan etmeyelim adamı.

Bir saldırıya uğramıştır.

Çirkin ve alçakça bir saldırıdır...

Kınayalım.

Bu satırların yazarı da “ama”sız, “fakat”sız, “ancak”sız kınıyor mahut saldırıyı ve “geçmiş olsun” demeyi ödev kabul ediyor. Hakikaten geçmiş olsun. Bu iş hiç hoşuma gitmedi.

Fakat, saldırıyı kınayacağız da, ötesini söylemeyecek miyiz?

Genelkurmay Başkanlığı, “Size Cumhurbaşkanı seçtirmeyeceğiz” diyerek TBMM’ye ve TBMM’den çıkmış meşru hükümete muhtıra verdiğinde, bu zat,“Muhtıraya karşı olduğumuzu söyleyeceğiz de, ötesini söylemeyecek miyiz?” diye atarlı bir yazı yazmış, kendince “işin ötesini” kurcalamıştı.

İşin ötesi şuydu:

O sınırdan kasası silahla dolu TIR’lar, içi kanla kokuşmuş katiller geçti de bir annenin mezara koymak için beklediği oğlu geçemiyor. Neden? Eziyet olsun, diye. Buna başka bir izah bulmak zor. SDP Eski MYK Üyesi Aziz Güler, 21 Eylül’de IŞİD’e karşı savaşmak için gittiği Rojava’da öldü. O gün bugündür cenazesi orada, doğup büyüdüğü İstanbul’a gelmesi yasak. Babası Mehmet Güler hastane önünde nöbette, oğlunu almadan dönmemeye kararlı. Ağabeyi Ersin Umut Güler, “gerekirse Azizimi sırtlar öyle getiririm evine”, diyor. Annesi Elif Güler, “izin verin, bayramlarda ziyaret edebileceğim bir mezarı olsun oğlumun”, diye haykırıyor. 10 gündür duyan yok.

• • •

Aziz, bugün bütün dünyanın lanetlediği, kadın, çocuk, yaşlı demeden herkesi kılıçtan geçiren, insanlık tarihinin en utanç verici, en cani örgütlerinden biri olan IŞİD’e karşı savaşmaya giderken, gönlünde insanlık onuruna yakışan bir gelecek hayali vardı. “Başkalarının, tanımadıklarının dertlerini dert edinirdi. Van’da deprem olduğunda yerinde duramamıştı. Çocuklar açlıktan ölüyor diye kahroluyor, insanların kafalarını kesiyorlar, sessiz mi kalacağız diye isyan ediyordu.” Oğlunun yatağının üzerine serdiği fotoğrafları seven annesinin sözlerinden, Aziz’in gülen gözlerinden okunabiliyor her şey...

Ahmet Hakan'a yapılan saldırı tüyler ürperticiydi. 

Söze, saldırıyı lanetleyerek ve meslektaşımıza, Ahmet Hakan'a büyük geçmiş olsun diyerek başlayalım.

Gazetecilerin haberlerinden, yazılarından dolayı saldırıya uğraması, nedeni siyasal olsun olmasın, tam bir ilkellik göstergesidir. Ucu tüm bir topluma, bütün bir zihniyete uzanır. Saldırı nedeni siyasi olursa vahamet ve endişe artar. 

Ahmet Hakan'ın saldırganları hızla yakalandı. Profesyonel sabıkalılardan oluşan bu çetenin azmettiricisi kim sorusu son derece önemlidir.

Ahmet Hakan'a hangi yakınlıkta ya da uzaklıkta olurlarsa olsunlar, basının, gazetecilerin işi, bu saldırıyı polemiklere alet etmeden, gözü kapalı suçlamalar yapmadan, hafifletici nedenler buyurmadan takip etmektir, en azından saldırıya karşı bir hassasiyet göstermektir.

Bu vesileyle şunu özellikle söylemek isterim. Son dönemlerde farklı siyasi eğilimdeki gazeteciler arasındaki ölümcül polemikler ya da hakaret yazıları veya hain vurgulu, itibar hedefli atışlar bu ülkenin beklediği, istediği demokratik olgunluğa hiç uygun olmadığı gibi, zaten gergin ve kutuplaşmış kamuoyunu daha da sertleştiriyor, havayı puslu hale getiriyor.

Sene 94…

İzmir’den İstanbul’a gelmişim.

Milliyet’e.

Patron, Aydın Doğan.

*

Doğrusu, Milliyet olmuş, Hürriyet olmuş, farketmezdi. Çalıştığım yerlere tutkuyla bağlı olduğum söylenemez. Kurumlara aidiyetim sıfırdır. Namusumuzla çalışacağız, neticede kazık çakacak halimiz yok, ya kovulacağız, ya başka yere transfer olacağız, hep böyledir, en azından benim açımdan hep böyledir. Dolayısıyla, piyasadaki tüm medya patronlarıyla çalıştım, Aydın Doğan’ın da benim nazarımda diğerlerinden farkı yoktu, patron patrondu, nikah kıyacak değiliz, çalışırız, ayrılırız, hepsi buydu.

*

Neyse, yazı işleri müdürüyüm, o zamanlar köşe yazmıyorum, birinci sayfanın spotlarını yazıyorum. Bismillah, üç gün geçti geçmedi, binayı taradılar iyi mi… O günkü Milliyet binası, bugünkü Hürriyet’in binası, kavanoz gibi, komple cam, güya kurşun geçirmez diye efsane var ama, hikaye, tül perdeyi geçer gibi geçti mermiler, yanlış hatırlamıyorsam, dört veya beş el sıkılmıştı, uzun namlulu silahtı, tem’den geçerken otomobili durdurup ateş etmişler, topuklamışlardı. Alt tarafı camlar delinmişti, kimseye zarar gelmemişti ama, panik yaşanmıştı, herkes bahçeye fırladı, televizyonların kameraları geldi, röportajlar falan, iki üç saat sonra hayat normale döndü, içeri girdik, klavyenin başına geçtik, çalıştık, yıldıramazsınız korkutamazsınız filan, klasik cümlelerle attık tuttuk, sayfayı bağladık, baskıya gönderdik.

Popüler İçerikler

Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı