Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Suriye’ye yaptığı askeri sevkiyatla ‘Suriye’nin Dostları’ adlı mızıkacı grubun ayarlarını hepten bozan Rusya lideri Vladimir Putin, Türkiye’nin Suriye politikasının cenaze namazını Moskova’daki yeni camide kıldırdı. Lakin ‘merhumu nasıl bilirdiniz’ faslında bir kakofonidir gidiyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçen hafta Putin ile görüşmesinden sonra '(Geçiş sürecinde) Esad ile gidilme gibi bir şey olabilir' diyerek Suriye siyasetindeki kırılmayı açık ederken Başbakan Ahmet Davutoğlu eski hikâyede yeni fasıl açmanın peşindeydi. Davutoğlu’nun dünya liderlerine ‘yeni’ planı pazarlarken Erdoğan’dan bağımsız hareket edemeyeceğini varsayarsak ‘Esadlı çözüm olabilir ama olmaması için de gereken yapılır’ şeklinde özetlenebilecek ve günün sonunda hırpalana hırpalana ABD’nin durduğu yere hizalanacak bir siyaset izleniyor demektir. Buna itibarlılar dünyasında vuruşarak çekilmek de deniyor!

Yenide bir yenilik yok ama süslü ambalajın altında olan şu: Suriye’de mülteciler için şehirler kurulsun. 

Davutoğlu New York’ta gazetecilere demiş ki; “Cerablus/Azez arası boşalsa 100’er bin kişilik 3 şehir kurabiliriz. Biz bunu Van depreminde kurduk. Maliyetini siz (AB) üstleneceksiniz, inşasını biz yapacağız.”

Biz bayram tatilindeyken Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi'nde 2030 yılı için yeni hedefler belirlendi.

New York'ta aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 193 ülke tarafından kabul edilen 17 hedefin ne olduğunu kısaca özleyeyim:

1-Yoksulluğun azaltılması

2- Açlığın sona erdirilmesi

3- Sağlıklı bireyler

4- Kaliteli Eğitim

5- Toplumsal cinsiyet eşitliği

6- Temiz su, sağlıklı alt yapıya erişim

7- Erişilebilir temiz enerji

8- Kapsayıcı ve sürdürülebilir ekonomik büyüme

9- Sürdürülebilir sanayi, inovasyon

10- Eşitsizliklerin giderilmesi

11- Sürdürülebilir şehir ve yaşam alanları

12- Sorumlu tüketim ve üretim

13- İklim değişikliğiyle mücadele

14- Deniz, okyanus ve diğer su kaynaklarının korunması

15- Ormanların, biyo çeşitliliğin korunması

16- Barış ve adalet

17- Hedefler için ortaklıklar

17 ana hedefin yanı sıra 169 alt hedefin de olduğu 'Sürdürülebilir Kalkınma için 2030' belgesini onaylayan Türkiye'nin ev ödevi çok fazla.

Hedeflerin hepsini değil ama bazılarını ele alarak durumumuzu ortaya koymaya çalışayım dilerseniz.

Babasının vefatı ardından Doğuş Grubu’nun başına geçen Ferit Şahenk’in ilk büyük başarısı; 1994 yılında Volkswagen ile distribütörlük anlaşması yapmasıydı.

Böylece, Doğuş Otomotiv, Volkswagen Grup markalarının Türkiye temsilcisi oldu.

Ferit Şahenk 10 yıl sonra, Doğuş Otomotiv’i halka arz ederek şirketi çok büyüttü.

Her fırsatta çevreye uyumu dile getiren ve çevresel sorumluluk projeleri hayata geçiren bu grup, 2010 yılında on ilkesinden üçü çevreyle ilgili olan, Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne imza koydu.

Peki…

Ortak oldukları Volkswagen’in çevreyi ve insan sağlığını tehdit eden skandalı konusunda neden sessizler?

Öyle ya… Doğuş Otomotiv geçen yıl Türkiye satış lideriydi; 108 bin 647 Volkswagensattı!

Volkswagen’in 2009 yılından bu yana dünyaya zehirli egzoz çıkaran araçlar sattığı artık sır değil.

Türkiye’de durum nedir?

Türkiye’deki Volkswagen araçların kaçı emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip?

Bu soruya kim yanıt verebilir?

PKK'nın beş yıldır sahada gerçekleştirmeye çalıştığı, adına 'devrimci halk savaşı' dediği bir strateji var. Yani 'Saray'ın savaşı' saçmalığının bir altyapısı yok ama PKK'nın 2011'de olduğu gibi, bu sene 15 Temmuz'da ilan ettiği savaş stratejisinin var. Bu amaçla PKK, Gezi kalkışmasına kadar dağlardan kısmen çekilirken, şehirlerde YDG-H adı altında gençleri örgütledi ve sahaya sürdü. PKK'nın yayın organlarından birinde mevcut strateji şöyle özetleniyor: 

'Birincisi, geçmişte olduğu gibi dağa dayalı, dağda yoğunlaşan savaş tarzının sürdürülmesi, savaş türünün devam ettirilmesidir. İkincisi, şehirlerde Sovyetik genel bir halk ayaklanmasının yapılmasıdır. Üçüncüsü ise kıra ve şehre dayalı, birlikte, dengeli ve ortak bir savaşın geliştirilmesidir.'

Bu stratejinin şehirdeki üç ayağı YDG-H, DBP ve HDP. YDG-H, yol kesip, sivil araç ve ticari TIR'ları yakarak, barikat kurup hendek kazarak, hendeklerden ekmek tandırlarına her yeri bombayla doldurarak, sivil -polis ayırt etmeden roket atarak, evleri çatışma mevzilerinin bir parçası yaparak, kapısını açmayanları baskı altına alıp gerekirse infaz ederek bir 'halk ayaklanması'nın şartlarını olgunlaştırmaya çalışıyor.

Toplumsal sorunların çözümünde ve insanlığın gelişip ilerlemesinde de belirleyici olan gelişmiş bir demokrasi ve evrensel nitelikli hukuk sistemidir. “Kardeşlik”, “akrabalık”, “ırksal yakınlık” vb. kavramlar içeriksiz soyut feodal değerlerdir.

Kürtler, Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak yok sayıldı. Ancak, 1991’de varlıkları tanındı ve resmiyet kazandı. Hemen sonra da, o güne kadar hiç kullanılmayan ya da kullanılması sakıncalı görüldüğü için itibar edilmeyen, “Kürt kardeşliği” deyimi kullanıma girdi. Ve kısa zamanda yaygınlık kazandı. Bu kavramı tedavüle sokanların amacı, Türkiye’de yalnız Türklerin egemen ulus “milleti hâkime” olduklarını, vatandaşlık hakkının da onlara ait olduğunu hatırlatmak ve Kürtleri “kardeşlik” payesiyle pasifize etmek olduğu açıktır.Türkiye’de millet ve vatandaşlık kavramlarının oluşumu ve Kürtler

Osmanlı devlet sisteminde Padişah Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Toplumu yönetme ve hükmetme yetkisi ona Tanrı tarafından bağışlanmış bir haktır. Padişahın egemenliği altındaki insanların tümü onun kullarıdır. Feodal değerlerin hâkim olduğu bu evrede “nation” kavramının karşılığı olan “ulus” ya da bugünkü yaygın anlamıyla “millet” deyimi henüz kullanımda değildir. O dönemde millet deyimi aynı dine mensup toplulukları tanımlayan bir sözcüktür. Vatandaşlık kavramı da bilinmiyordu. Padişahın kulları inançlarına göre ya “milleti hâkime” ya da “milleti mahkûme” olarak sınıflandırılmaktaydı. Devletin gelişme ve güçlenme yıllarında Müslüman kavimlerin tümü milleti hâkime, gayrimüslimler ise milleti mahkûmeydi.

Katalonya Bölge Meclisi seçimlerine Junts Pel Si (Evet için hep birlikte) adı altında katılan bağımsızlık yanlısı merkez sağ ve cumhuriyetçi merkez sol koalisyonun taraftarları pazar gecesi buruk bir sevinç yaşadı. Katılım beklenenin çok üstündeydi ve koalisyonun oyları yüzde 39’da kaldı. Junts Pel Si koalisyonunun, bağımsızlıkçı antikapitalist, AB ve Avro karşıtı radikal sol parti CUP’un 10 milletvekilinin desteğine mecliste ihtiyacı olacak. 

Burukluğun esas nedeni, bağımsızlık yanlısı oyların yüzde 47.8’de kalması. Bağımsızlık yanlısı seçmenlerin çoğunlukta olduğu kırsal bölgeleri kayıran seçim sistemi sayesinde, bağımsızlıkçılar Katalonya meclisinde çoğunluğu koruyabildi. İspanya’nın diğer bölgelerinden gelip Katalonya’ya yerleşenler daha çok büyük kentlerde oturuyor. 

Ayrılıkçı liberal merkezsağ parti CDC’nin lideri Artura Mas, seçim sonuçlarından memnuniyetini ifade ederken, “Daha ileri gitmeye devam edeceğiz” dedi. Koalisyon ortağı da “tedrici ve geri dönüşü olmayan biçimde bağımsızlığa doğru gitmek için yeterli çoğunluğu elde ettiklerini” ilan etti. Ama 18 ay içinde bağımsızlık konusunda halkoylaması düzenleme hedefinin meşruiyeti tartışmalı hale geldi. Ayrıca AB üyeliğini hararetle savunanlarla AB’den ve Avro sisteminden hemen çıkmayı isteyenlerden oluşan bu meclis çoğunluğunun her an dağılması mümkün.

Türkiye, Avrupa’ya gitmeye çalışan mültecilere bu iki seçeneği sunuyor. Zaten binlercesi Akdeniz ve Ege’de boğuldu, boğuluyor. Avrupa Birliği ülkelerine binbir zorlukla adım atmayı başaranların önünde de Geri Kabul Anlaşması gibi bir duvar var.

Kısaca dünya, mültecilere “Neden gidip ülkenizde ölmüyorsunuz?” diyor.

Memleketinizde ölmüyorsanız, o işi de hallediyorlar: “Mülteciler batan teknenin Türkiye sahil güvenliği tarafından silahla vurulduğunu söylediler.”

Sayıları 250’den fazla olan Suriyeli ve Iraklı mülteci, 15 Eylül’de Türkiye’den Yunanistan adalarına doğru yola çıktı. Botları battı, hayatta kalanlar, koşulları savaş koşullarından hallice olan kampa götürüldü. Uluslararası Af Örgütü’yle bu kampta görüşen mülteciler, Türkiye sahil güvenliğinin batmakta olan tekneye ateş açtığını anlattı. Aralarında çocukların da bulunduğu en az 22 kişi hayatını kaybetti.

Af Örgütü Türkiye Araştırmacısı Andrew Gardner, “Çatışmadan kaçan insanları taşıyan bir tekneye ateş etmek ve sonra kurtulan mültecileri özgürce ayrılamayacakları bir kampa almak merhametsiz bir tavır” dedi, “Türkiye, mültecileri ve sığınmacıları Suriye ve Irak’a geri dönmeye zorlamamalı” diye ekledi ama hukuki düzenlemeler çoktan hazır.

Batan bottan ve kurşunlardan kurtulanlar, sınır kapısının bile güvenli olmadığı ülkelerine geri gönderilme riskiyle karşı karşıya.

Suriyeli mülteciler, yetkililerin kendilerine iki seçenek verdiğini, ya Suriye’ye geri dönmeyi kabul etmelerini ya da Düziçi kampında tutulacaklarını söyledi. Yine de kampta tutuklu olmaya dayanamayan bazı Suriyeli ve Iraklılar son bir haftada ülkelerine dönmüş. Akıbetleri ne oldu, bilmiyoruz.

Basın ve 28 Şubat ilişkisi sık sık altı çizilen bir ilişkidir. Son Yeni Şafak sayfalarında yer buldu. Bu konu üzerine o günlerde sıcağı sıcağına kaleme alınmış bir 18 yıllık yazıyı, 2 Ocak 1997 tarihli yazımı dikkatinize sunmak isterim. Bir yazar tanıklığı diyelim...

***

Anımsayalım...

24 Aralık seçimleri ile RP'nin siyasi denklemde tayin edici bir konuma yükselmesi, askerî otorite ile sivil otorite arasındaki ilişkilerin yeniden bir çatışma ilişkisine dönmesine ve asıl önemlisi buna paralel olarak sistem üzerindeki askerî vesayet halinin artmasına yol açtı. Askerî otorite dolaylı etkinlik yerine, doğrudan etkinliğe yöneldi:

MGK'dan sonra Genelkurmay Başkanlığı, özellikle dış politika konusunda siyaset üretimine doğrudan katılmaya başladı; silahlanma ve kaynak mobilize etme konusunda sivil iktidarı aradan çıkaran doğrudan girişimler kendisini göstermeye başladı; asker istemediği aktörlere doğrudan çatışma içine girdi; istihbarat, yayın, basın gibi unsurlar üzerinde doğrudan müdahaleleri ön plana çıktı; zaman zaman hikmet-i hükümet çerçevesinde parlamenterin faaliyetlerini denetim altına almaya yöneldi, bir siyasi parti gibi kamuoyu oluşturmaya soyundu ve iktidarı karşısına aldı.

Cumhuriyet Gazetesi, Uludere (Roboski) katliamıyla ilgili önemli belgeler yayınladı. Bunlardan biri, MİT’in faciadaki sorumluluğunu gösteriyordu. Ama esas mesuliyet, bombalama emrini veren Genelkurmay’a ait.

MİT’in 21 Aralık 2011’deki istihbaratı şöyle: 1) Bahoz kod adlı Fehman Hüseyin bir eylem arayışı içinde. 2) Fehman Hüseyin, Şırnak, Uludere Ortasu bölgesinde yer alan Düğün Dağı karşısında, Türkiye sınırına yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta bulunuyor. 3) Mezkûr alanda 21 Aralık-30 Aralık tarihleri arasında harekete geçecek.

İstihbaratın doğruluk derecesini MİT “kuvvetle muhtemel” olarak belirtiyor ve silahlı saldırı olacağını söylüyor.

Ama MİT’i, böyle bir rapor hazırladığı için suçlamak doğru değil. Esas sorumluluk, -bölgede görevli subayların, sınıra doğru yol alan gruptakilerin kaçakçı olduğuna dair uyarılarına rağmen- harekâtı başlatan ve savaş uçaklarına bombalama emrini veren Genelkurmay’a ait.

Nasıl uyarmışlardı?

Amerika’nın 'terörle mücadele' diye bir stratejisi yok. Bekçilik ettiği ‘eski Ortadoğu düzeni’ni Suudi Arabistan, İsrail gibi eski askerleri ve İran gibi, esasen bu düzenin devamında hep fayda görmüş yeni ortaklarıyla devam ettirmeye çabalıyor.

Bu yılki Birleşmiş Milletler zirvesinin önemli toplantılarından biri ‘terörle mücadele’ konusuna ayrıldı.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, Salı günü “Şiddete Varan Aşırıcılıkla Mücadele Liderler Zirvesi” başlıklı toplantıya başkanlık edecek. Şüphesiz ‘şiddete varan aşırıcılık’ ifadesinin imâ ettiği şey ‘terör’.

‘Terörle mücadele’, 11 Eylül 2001’den bu yana Amerikan yönetimlerinin Ortadoğu’ya bakış açılarını, zihniyet parametrelerini belirleyen en önemli faktör. Seçtikleri mücadele yöntemleriyle hangi olumlu sonuçları aldıkları tartışmaya açık. Bugüne kadar Amerikan yönetimlerinden, ‘şiddete varan aşırıcılıkla’ mücadelede ‘bataklıktaki sineklerin üzerine insansız hava araçlarıyla (drone), Tomahawk füzeleriyle gitmek’ dışında bir yöntem, bir akıl göremedik.

“Batı, demokrasiyi kendi coğrafyasında istiyor, Ortadoğu’da değil. Arap Baharı hiçbir işe yaramamışsa Batı’nın bu coğrafyanın halklarına karşı nasıl bir ikiyüzlülük içinde olduğunu ortaya koymuştur.”

Popüler İçerikler

Gazeteci Fulya Öztürk'ün Azerbaycan Milletvekiline Ağladığı Anların Beden Dili Analizi Çok Konuşuldu
Volkan Demirel, Elini Sıkmadığı Şenol Güneş'le Arasında Geçen Diyaloğu Anlattı
Tolunay Kafkas, "El Sıkmama" Olayına Müdahil Oldu: Hedefinde Volkan Demirel Var