Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Işıklar Ocağı’nda çalışan pek çok işçiyle konuşmaya çalıştım, hiçbiri kabul etmedi. Çünkü işlerini kaybetmek istemiyorlar, hepsinin geçim derdi var, ailesi var, hayatlarında hiç parasız kalmamışların asla anlayamayacakları başka haklı nedenleri de var. Sadece bir işçi benimle konuşmayı kabul etti. DİSK Dev-Maden Sen Soma Temsilciliği’nde buluştuk. İsmi, ses kaydı ve fotoğrafları bende mevcut, gün olur, devran döner, onlar da yayınlanır. Belki o zaman daha onurlu bir ülkede yaşarız ve hiç kimse gerçekleri söylerken ismini gizlemek zorunda kalmaz.

Yüzyıl önce değil geçen ay, duruşma salonuna girerken cep telefonlarınızı bırakın dediler. Soma Madenci Evi’nden arkadaşların parktaki masasına emanet ettik.

Elimizdeki pet su şişelerinin kapaklarını da istedi polis mahkeme kapısında. Neden diye sordum, atılmasın diye dediler. Kültür merkezi salonunu duruşma salonuna çevirmişler, beş yıllığına da kiralamışlar, sanırım bu durum da davanın en az beş yıl süreceği anlamına geliyor. Bizde böyle, bütün davalar unutulana kadar sürer.

İçeri girdik, oturma yerlerine kırmızı koltuklar döşenmiş, tiyatro salonlarındaki koltuklardan. Birazdan bir oyun başlayacak, yargılama oyunu. Heyet kürsüsünün tepedeki konumu, sıkıyönetim mahkemelerini andırıyor. Öndeki iki sıra polislere ayrılmış, protokol onların. Protokol sıralarının önünde, teras demirlerini andıran yüksekçe bir demir var, orası sanıklar için. Arka bölümde tutuksuz sanıklar oturuyor. Müşteki avukatları sol tarafta, sanık müdafileri sağ tarafta. Mahkeme heyetinin arkasında, sol tarafta bir barkavizyon, duruşmayı kayda alıyor. Heyet kürsüsünün arkasına Adalet Devletin Temelidir yazmışlar kocaman. Aradaki barkovizyon nedeniyle “ada evletin temelidir” okunuyor. Duruşma başlamadan önce jandarmalar tutuksuz sanıkların önünde seyircilere dönük vaziyette pozisyon aldı. Jandarmaların arkasından tutuklu sanıklar geçti, en öne oturdular.

Hürriyet yazarı Sefer Levent dünkü yazısında; Başbakan Davutoğlu’nun Cuma günü saat 14:30'da milletvekilliği adaylığına başvurmayan Ali Babacan’ı arayıp, “olası bir AK Parti iktidarında, ekonominin yönetiminde belirleyici rolünü sürdüreceği' yönünde çok kuvvetli mesajlar verdiğini, bunun üzerine Babacan’ın adaylığı kabul ettiğini yazdı.

Yazıda, Erdoğan ve yakın çevresinin Babacan’dan son yıllarda hoşnut olmadığı belirtiliyor ancak onun istikrar ve kalkınma için, insan hakları ve hukuk devletiyle ilgili reformların şart olduğu yönündeki konuşmalarından bahsedilmiyordu.  

Yazar yorumunun sonunda, “Babacan faktörünün Türk ekonomisi açısından gördüğü sigorta işlevini, sonunda Erdoğan da teslim etmiş olabilir mi?” diye merakını dile getirmişti. 

Oysa, Erdoğan iktidarı ile Sayın Babacan arasında olumlu sonuçlanan görüşmenin, özellikle basın çalışanlarını ve aydınlarımızı yakından ilgilendirdiğini sanıyorum.

Görüşmenin konusu sadece Babacan’ın “etkinlik derecesi” midir? Sonucu da, Babacan’ın milletvekilliğiyle sınırlı mıdır?

Sayın Babacan neyin olacağını varsaymış da, neyi kabul etmiştir? Kendisine ekonomide belirleyici rol verileceğini mi, yoksa 1 Kasım’dan sonra, tek adam yönetimine geçişin son bulup demokrasiye dönüleceğini mi? Yoksa başka bir şeye mi inanmıştır sayın babacan?

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, BMMYK’nın 13 Eylül 2015 tarihli verilerine göre şu anda kayıtlı Suriyeli göçmen sayısı 4.087.139. Bu sayı Mısır, Irak, Ürdün ve Lübnan’da BMMYK tarafından kayıt altına alınmış 2,1 milyon, Türkiye devleti tarafından kaydedilmiş 1,9 milyon ve Kuzey Afrika’da kayıtlı 24.000 Suriyeli göçmeni içine almakta. Gene BMMYK’nın bilgilerine göre Nisan 2011-Ağustos 2015 tarihleri arasında Avrupa’da sığınma başvurusu yapmış kişilerin sayısı ise 428.735. Bu başvuruların %43’ü Almanya ve Sırbistan, %40’ı İsveç, Macaristan, Avusturya, Hollanda ve Bulgaristan’da yapılmış durumda. Grafiğe yansıtıldığında bu sayının zaman içinde giderek arttığını görüyoruz ki bu da bize aslında bugün ekranlarda izlenen durumun hiç de beklenmedik olmadığını gösteriyor. Bunlar elimizdeki, daha doğrusu kamuya sunulan veriler. Kimilerine göre veri demek, gerçek demektir. Oysa gerçeğin birçok farklı yüzü var.

İlk gerçek, sayıların doğasıyla ilgili. Bu sayılar sadece BMMYK ya da bulundukları ülkeler tarafından kayıt altına alınmış kişileri yansıtıyor. Oysa, evlerini terk edip başka bir ülkeye geçmek zorunda kalmış Suriyeli sayısının çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor. Sadece Türkiye’de sayının iki değil üç milyona yaklaştığı belirtiliyor.

İkinci gerçek sayıların yorumlanması ile ilgili. Bu sayılara baktığında birçok kişi Avrupa’ya kıyasla çok daha büyük bir Suriyeli göçmen grubunu barındıran Türkiye’nin ne kadar büyük bir iş yaptığının gururla altını çiziyor. Bu kişilere göre, koskoca Avrupa kıtasının kabul ettiğinin neredeyse beş katı kadar insanı ülkemizde yıllardır misafir ediyoruz.

Eğitima erişim üç noktaya bakılarak değerlendirilir. Bunlardan biri okula kayıt, diğeri devam ve sonuncusu da mezuniyettir. Öğrencinin kaydını otomatik yaptıktan sonra onların okullara devamlarını sağlayıp mezun edemiyorsanız ortada başarı yoktur. 

Peki Türk eğitim sistemindeki durum nedir?

Bu sorunun yanıtını Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) 2015-2019 yıllarını kapsayan 5 yıllık planı veriyor. MEB verilerine göre okullaşma oranları ilkokulda yüzde 99.57, ortaokulda yüzde 94.52, liselerde yüzde 76.65. Bu veriler, 12 yıllık zorunlu eğitimin lisede kesintiye uğradığını, öğrencilerin yüzde 23’ünden fazlasının ortaöğretime hiç devam etmediğini gösteriyor. 

Başarının ikinci ölçütü ise öğrencilerin devam oranlarıdır. 20 gün ve üzerinde devamsızlık yapan öğrencilerin oranı ilkokulda yüzde 14.8, ortaokulda yüzde 35, lisede ise yüzde 34. 8. MEB’in kendi verileri, okullara kayıtları zorunlu ve otomatik yapılan öğrencilerin okula devamlarının sağlanmasında sorun yaşandığını gösteriyor.

2014 yılı öğrenci sayılarına göre, ilkokullarda öğrencilerin 825 bini, ortaokulda 1 milyon 802 bin 500’ü liselerde ise 1 milyon 436 bin 544’ü 20 gün ve üzeri devamsızlık yapıyor. Yani zorunlu eğitim çağında olan 4 milyonun üzerindeki öğrenci 20 gün ve üzerinde okula devam etmiyor. Geçen yıl eğitim sisteminden çıkan öğrenci oranı bakanlık planında yüzde 38.2 olarak açıklanıyor.

Kamuda çalışan taşeron işçileri için kadro elde etme umudunun üzerinden tam bir yıl geçti. Taşeron işçileriyle ilgili yasa tam bir yıldır yürürlükte olmasına karşın kadrolar alınamadı.

2014 Eylül’de yürürlüğe giren Torba Yasa, taşeron işçilerinin hakları açısından önemli düzenlemeler getirmişti. Bu yasa ile taşeron işçisi olup da kamuda çalışan işçilerin kıdem tazminatı hakları, yıllık ücretli izinleri ve mesai hakları gibi pek çok ihtilaflı konu çözülmüş oldu. Ayrıca taşeron işçilerinin aynı işyerindeki sendikanın sağladığı haklardan yararlanabilmesinin de önü açıldı.

Bütün bu gelişmelere karşın asıl işte çalışan taşeron işçilerinin kadrosu gerçekleştirilemedi. Sadece karayollarında çalışan yaklaşık 6 bin 700 işçi, ellerinde yargı kararı olduğu için kadrolarına atanmaya başladı. Yeni hükümet kurulur kurulmaz somut adım atılacaktır. Bütün partilerin seçim beyannamelerinden taşeron işçilerine kadro verilmesinde bir mutabakat söz konusu.

650 bin taşeron var

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın rakamlarına göre, 2015’te kamuda istihdam edilen yaklaşık 650 bin taşeron çalışanı var.

Suriye'de içsavaş şu iki tutuma kilitlenmiş görünüyor:

Bir yanda 'Kanlı diktatör Esad gitmeden olmaz' diye direnenler. Öte yanda 'Önce terör bitsin, sonra siyasi çözüm konuşulsun' diye ısrar edenler.

İşte yıllardır süren bu inatlaşma koca bir ülkenin içinin boşalmasına, altyapısının yok olmasına, El Nusra gibi, IŞİD gibi radikal örgütlerin palazlanmasına yol açtı. Ülke fiilen bölündü. Kimse, BM çerçevesinde 2012 ve 2014'te Cenevre'de konuşulan olası barış çözümlerini zorla hayata getirebilecek bir yaptırım öngörmedi. 

*

SAVAŞ beşinci yılında. 220 binden fazla kişi öldü. 24 milyon nüfusluk ülkenin yarısı yerinden yurdundan oldu. Bunların önemli bir kısmı yurtdışına savruldu. 

Esad orada öylece duruyor... Varil bombalarıyla dehşet saçmayı sürdürüyor. Suriyeli askeri yetkililer, haber ajanslarına Rusya'dan gelen silahların işlerini nasıl kolaylaştırdığını anlatıyor. El Kaide uzantısı El Nusra, Suriye'nin kuzeydoğusundaki İdlib'de ele geçirdiği Suriyeli askerleri IŞİD'vari infazlarla öldürüyor. Yine İdlib'de Şiilerin yaşadığı 20 bin sivilin bulunduğu iki köy, muhaliflerin kuşatması ve saldırısı altında. 

*

İŞTE bu tablo daha fazla kişiyi kaçmaya zorluyor. Esad yanlısı da kaçıyor, muhalifler için savaşmışlar da kaçıyor. Şimdi omuz omuza yeni bir hayat umuduyla Avrupa'ya yürüyorlar.

Dramatik bir durum, yaşamak zorunda kaldıkları kolay şeyler değil. Çünkü 'insan' değil, çoğu kez 'mülteci' gözüyle bakılıyor onlara. Sanki başka bir türmüş, sanki bunları yaşamayı hak etmişler gibi görülüyorlar...

Ama öyle değil; insan gibi yaşamayı hak eden insan onlar...

15 Ağustos 2001 günü AK Parti’nin kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na altı kurucu isim teslim etmişti.

Dilekçeyi teslim eden kuruculardan biri Türkiye’nin bin ban bon şarkısıyla tanıdığı pop şarkıcısı Yasemin Kumral’dı. Heyetteki isimlerden AK Parti kurucusu Yaşar Yakış, uzun süredir AK Parti’nin dış politikasını eleştiren bir muhalif artık. Soyadının gücüyle kurucu listesine girmiş Ibrahim Özal ise siyasete boşanmadan Meclis’teki sekreteriyle evlenerek veda etmişti. O kuruculardan Nur Doğan Topaloğlu 3 yıl once hayatını kaybetti.

Dilekçeyi teslim eden kuruculardan halen AK Parti’de siyasete devam eden isimler Mihrimah Belma Satır ve Hayati Yazıcı.

Yani bugün 2002 ruhu denen şey bir kuruluş heyecanı dışında epey melez, karmaşık, dengeci, özgüveni düşük, hatta kompleksli, çekingen bir ruhtu da.

 “AK Parti eskiden iyiydi, reformcuydu, sonradan bozdu” doğru değil. Erken AK Parti, Kıbrıs ve AB paketleri dışında ne askeri vesayetle mücadele etti, ne Kürt sorununu çözmek için adım attı ne de başörtüsü sorununu çözmeye çalıştı. Halen pek çok sorunun kaynağı olan Terörle Mücadele Yasası tam da AB reformları yapılırken çıkarıldı.

Yeni Anayasa 2007’den sonra AK Parti’nin gündemine girebildi. Hem de başarısız bir denemeyle. Başörtüsü sorunu 2011’de ancak çözülebildi. AK Parti iktidarı askeri vesayeti iktidarının ancak 10. Yılında dizginleyebildi. Dış politikada klasik Kemalist eksen ancak 2009’lardan sonra kaydırılabildi.

Anayasa için komisyon 2011’den sonra kurulabildi.

Yaklaşık 2 yıl önce bir yazımda şöyle demiştim: “Böyle devam ederse Erdoğan, önce AK Parti’yi öldürecek sonra da Türkiye’yi.”

Geçtiğimiz hafta Ankara’daki AK Parti’nin kongresinden çıkan partinin eski yöneticilerinden biri şöyle dedi: “Bugün kongre salonunda AK Parti’nin cenaze namazını kıldık ve çıktık.”

Evet, Erdoğan sonunda AK Parti’yi öldürdü.

Kongre sürecinde yaşananlar, gerçekten de AK Parti’nin cenaze namazıydı.

Artık AK Parti yok, Erdoğan ve yalanı, iftirayı, hakareti, yalanı iş edinmiş medyası var.

Aday listelerinin de, MKYK gibi kurulların da, teşkilatların da zerre kadar kıymeti yok. Sadece kıymeti değil, politika belirlemede de zerre kadar etkisi de yok.

Çünkü bugüne kadar partiden kimse sesini yükseltmedi, gidişata itiraz etmediler ve el birliğiyle AK Parti’yi öldürdüler.

‘Gül ağacı değilem, her gelene eğilem’ (Rast şarkı, bestegüfte Necip Mirkelamoğlu) 

Amerikalı neocon Evangelistlerin, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” gibi tuhaf bir fikri vardı, bizde bazı “muhalif” çevreler de, “Gül’ümuhalefete zorlamak” fikrinden bir türlü vazgeçemediler. Beklediklerini bulamadıklarında, Gül’e “fazla ihtiyatlı”, “yeterince cesur değil” diye sitem edecekler, ama illa Gül’den bir muhalefet lideri çıkaracaklar. Gerçi, belli ki o da bu durumdan fazla şikâyetçi değil, hiçbir şey yapmadan alternatif lider olarak görülmeye neden itiraz etsin? Daha doğrusu, tam da hiçbir şey yapmıyor değil, eş dost arasında, olanlardan ne kadar rahatsız olduğunu söylüyor, muhalif diye bilinen bazı gazeteciler ile görüşmeler yapıyor, “memnuniyetsizliğini” dirhem dirhem satıyor. Gerçi sonradan sahiplenmiyor ama danışmanının onu “alternatif lider” olarak resmeden kitabınına ön veriyor. Kısacası, armudun pişmesini, ağzına düşmesini bekliyor. Armut pişerken memleket yanıyor, ne gam! 

Ama asıl sorun, Abdullah Gül’ün “ihtiyatlı kişiliği” , “bir tereddüdün romanı” haline gelen siyasi serüveni değil. Asıl sorun, bu ülkede kendine demokrat, muhalif diyen pek çoklarının, siyaset anlayışının dönüp dolaşıp “bir kurtarıcı aramak” noktasına gelmesi. Aslında bu yeni bir durum da değil, seksenli yıllarda, memleketin demokrasi arayışı, Turgut Özal’a yüklenen fazladan misyona kilitlenmişti.

Terörle mücadele, muz cumhuriyetlerinde bile en azından kenarda bir yerlerde duran devlet hâfızası gerektirir.

Doğuda görevlendirmek üzere 5 bin korucu alımına karar verilmesinin iki anlamı var: İlki, hayli okkalı görünen bir seçim yatırımı hamlesi (Güneydoğuda aile nüfusu ortalaması yüzde 7'den 35 bin kişiye geçim imkânı!), ikincisi ise bir devlet hafızasına sahip olmadığımız. Bunca yeni korucunun, ancak ateş bacayı sardıktan sonra akledilmesinde bir hikmet-i hükûmet aramanın terörle mücadeleye esaslı bir katkı sağlayacağını düşünmek için hayli iyimser olmak gerekiyor. Koruculuk sistemine yönelik eleştiriler hakkında yazılanlar dağ gibi duruyor hâlâ orada. Başarılı olduysa ilâve istihdama ne gerek var; başarısızsa ısrarın mânâsı ne? Diyelim gerekli; 5 bin korucu veya özel tim görevlisi istihdam etmek için niçin 7 Haziran ertesine kadar ayak süründüğünü nasıl izah edeceksiniz?

Hükümet kesinlikle sorumluluk kabul etmiyor ve terörle mücadelede açığa çıkan zaaflardan dolayı başkalarını suçlayıp duruyor. Herkesin kabahati var ama bir mûcize eseri 13 yıldır kesintisiz görev yapan siyasi ekibin hiçbir dahli yok. Zorlandıklarında öne sürdükleri ‘Kandırılmışız' bahanesi de komik hale geldi. ‘Hep kandırılmak, hep keklenmek sizin fıtratınızda mı var efendiler?' Bu seçmen size niçin güvensin?

Popüler İçerikler

Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı
Ayliz Duman Çok Sade Kaldı: Miss Universe 2024'te Gelmiş Geçmiş En Çarpıcı Ulusal Kostümler Giyildi!
Askerlerine Cinsel Saldırıda Bulunan Komutana 38 Yıl 70 Ay Hapis Cezası Verildi