Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Şu sıralar Türkiye’nin gündemi fazlasıyla yüklü olduğu için Hürriyet’e saldırı vandalizminin üzerine muhalefet yeterince gitmedi. Bu durum, siyaseten ve hukuken büyük hatadır. 

Çünkü Erdoğan, ortalığı boş bulması ve karşısındakileri dağınık görmesi oranında sertleşmekte ve Türkiye’yi felakete götürmektedir. Eğer normal bir rejime kavuşmak istiyorsak, Erdoğan’ın bütün hukuksuzluklarının üzerine bir bir gidilmelidir. 

Bu olay özellikle bu açıdan önemlidir. AKP’nin Aşil Topuğu’dur. HDP’yi kapatmak için uğraşan Erdoğan’ın yumuşak karnıdır. 

Siyaseten durum 

1 Erdoğan, ciddi muhalefetle karşılaştığı oranda gerilemektedir. Nitekim Cizre yasağı; HDP heyetinin şehre doğru ısrarlı yürüyüşü, özgür medya eleştirilerinin sertleşmesi ve ABD ile Avrupa Konseyi eleştirilerinin yoğunlaşması sayesinde kaldırılmıştır. 

2 Hürriyet saldırıları, Erdoğan’ın hukuksuzluklarının zirvesidir. Erdoğan’ın prenslerinden olan, AKP Gençlik Kolları Genel Başkanı ve milletvekili Abdürrahim Boynukalın bu saldırıda “başkomutanlık” yapmıştır.(1) 

Ülkücüler ve Alperenler, bu menfur saldırı olaylarına katılmadıklarını, bunları kınadıklarını ilan etmişlerdir.(2) Kamuoyunun ve medyanın da üzerinde birleştiği gibi, bu vandalizm, saldırılarda Bozkurt işareti yapan “Osmanlı Ocakları”nın marifetidir.

Mudurnu'nun Taşkesti beldesindeki bir okul inşaatında çalışan Kürt kökenli 8 işçi, saldırıya uğradı.

Saldırıya uğrayan işçiler çalıştıkları okul inşaatına sığınınca kalabalık bir grup okulu sardı.

Bu kuşatma 7.5 saat sürdü! Vali'nin, Jandarma'nın, Bolu ve Sakarya'dan destek için gönderilen polislerin çabalarına rağmen 7.5 saat!

Olayların beldede 'protesto turu atan' kişiler ile işçiler arasında başlayan tartışma ile çıktığı bildiriliyor.

İşçilerin 'bayrak yaktıkları' iddiası beldede hızla yayılınca da olaylar tamamen kontrolden çıkmış, can kaybına yol açmamış olması sadece 'şans' ile açıklanabilir.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye'de olağanüstü bir durum olmadığını söylüyor ama sadece bu olay bile toplumumuzun ne durumda olduğunu göstermeye yeterli.

Kürtçe konuşuyor diye bıçaklanan genci, dövülerek Atatürk büstünü öpmeye zorlanan çiftçiyi, yakılıp yıkılan parti binalarını, basılan gazeteleri de buna ekleyin.

Bütün bunların bir tek kaynağı var: Giderek daha da çatışmacı hale gelen, her önüne geleni 'terörist' olmakla, 'teröre destek vermekle' suçlayan siyasetçiler.

Topladığı adamlarıyla gazete basan eşkıyanın partisi tarafından adeta ödüllendirildiği bir ülkede, kışkırtılmaya son derece elverişli kitlelerin başka türlü davranmaları beklenebilir miydi?

Bir Baas halet-i ruhiyesi içerisinde rekabete asla izin verilmeyen AKP kongresinin gerçekleştiği gün Britanya’da da bir seçim neticelendi. Anamuhalefetteki İşçi Partisi’nde liderlik yarışını mutlak bir zaferle sosyalist Jeremy Corbyn kazandı. 423 bin partilinin oy kullandığı gerçek bir yarıştı.

Corbyn gibi bir ismin dünyanın dört bir tarafında parmağı olan bir ülkede İşçi Partisi’nin liderliğine yükselmesi çok konuşulacak bir durum. Evvela eski Başbakan Tony Blair savaş suçlarından dolayı mahkeme huzuruna çıkartılma korkusunu ilk kez iliklerine kadar hissetmiş olmalı. Blair'in bu korkuyu rakip parti değil de kendi partisinin başına geçen bir liderden dolayı yaşıyor olması ayrı bir trajedi! Tabi bunun olmasını kimse beklemiyor. Daha genel seçime 5 yıl var ve etkili çevrelerde, hatta bizzat İşçi Partisi içinde düşmanı bol olan Corbyn sandığı görebilir mi bilmiyoruz. Yine de başlangıçta adaylığı bile ciddiye alınmayan Corbyn kadar onu 3 rakip karşısında liderliğe taşıyan dip dalgasının yaratacağı baskılar önemli. Gençler ve sendikaların şişirdiği bu dalga hem iç siyasetteki hakim yapıları kasacak hem de Britanya’nın öteden beri ağırlığını hissettirdiği uluslararası alanda etkisini illaki gösterecek.

Savaşın fenalığını anlatmaya yarattığı yıkımdan başlıyoruz. Haliyle böyle. Savaşın “taraflarının” acısı sanki bir tartının iki kefesine konuyor. Savaşı konuşmaya önce akıldışılığından başlamak gerekiyor belki; savaşmamayı böyle, akılla seçmek gerekiyor. Yoksa Recep ile Rıdvan'ı ne yapacağız?

Erzurum merkeze 200 km uzaklıktaki Karaçoban ilçesinde, Kırımkaya mahallesindeyiz. Tek katlı taziye evinin bir köşesinde iki gencin fotoğrafları duruyor: Recep ile Rıdvan. Baktığınızda onlar bu savaşın iki “tarafı”. Biri asker, biri PKK'li. İkisi de hayatta değil artık. İkisi de bir tarafın “şehidi”. İçeride, kimi dolu yan yana yüzlerce sandalye. Sandalyeler o kadar çok ki sanki yan yana kapıdan çıkıp Kırımkaya'dan Hınıs'ın dere kenarlarına, Pasinler Ovası'na uzanıyorlar; kış için balyanlanmış saman yığınları, tezek konileri arasından uzanıp Sivas'a, Ankara'ya, Mersin'e, Samsun'a uzanıyorlar. Türkiye'nin taziye evi burası. İki baba yan yanalar, taziyeleri birlikte kabul ediyorlar.

22 yaşındaki Recep Beycur, 19 Ağustos'ta PKK'nin düzenlediği bombalı saldırıda ölen yedi erden biriydi. 23 yaşındaki PKK'li Rıdvan İpek, 4 Eylül'de Tunceli'de bir karakola yaptıkları iki kişilik saldırı sırasında, çatışmada öldü. Bir polis memuru da hayatını kaybetti.

Recep ve Rıdvan teyze çocuklarıydı, ötesi can dostuydular. Peki ne oldu da, şimdi Kırımkaya Mezarlığı'nda 20 metre arayla yatıyorlar? İşte bunu anlamak zorundayız.

Terörün en fazla sarstığı ülkelerdeniz; hem de tam 30 yıldır... Terörün başını her kaldırışında ülkemiz “iç savaşa” maruz ülke görüntüleri veriyor.

Evet, terör 30 yıllık kaderimiz, ancak bu belayla baş etme konusunda acemiliğimiz hâlâ sürüyor.

Devlet terör konusunda hazır bir “mücadele paket programa” sahip: F-16’lar, F-4’ler ile dağlar taşlar bombalanıyor... İsyan kalkışması olarak gördüğü yerlere göz açtırmıyor; binlerce mermiye yüz binlerce mermiyle mukabele ediyor... Terörist ile masum vatandaşı ayırmanın tek yolu olarak sokağa çıkma yasağına başvuruyor devlet... Teröriste geçiş imkânı ve ikmal desteği sağladığı düşünülen yerleşim yerlerinden henüz zorla göç ettirme tedbirine başvurulmadı; ama onun da eli kulağındadır...

Sonuç?

Bugüne kadar 40 binin üzerinde can kaybı, yüz milyarlarca dolar maddi zarar bilançosuna yeni kayıplar ve zararlar eklenmesi... Moral bozukluğu ve onun getireceği sıkıntılar da cabası...

Teröre karşı devletin mücadelesi yalnızca askeri ve polisiye tedbirlerle sınırlı kalmıyor; ister istemez sivil hayatı ilgilendiren uygulamalar da gündeme geliyor. Siyasilerin (HDP’liler) sokağa çıkma yasağı uygulanan ilçeye girme girişimleri geri püskürtüldü...

Davutoğlu AK Parti'nin başına geleli bir yıl oldu. Peki bu bir yıl nasıl geçti? 7 Haziran seçimlerinden ve yüzde 9'luk oy kaybından sonraki ilk AK Parti Kongresi'nde neler olabilir? SETA'dan Muhittin Ataman ve gazeteci Ruşen Çakır bu iki sorunun cevaplarını Al Jazeera için kaleme aldı.

MUHİTTİN ATAMAN

Ahmet Davutoğlu 7 Ağustos 2014’te yapılan AK Parti 1. Olağanüstü Büyük Kongresi'nde AK Parti Genel Başkanı seçildi, hemen ardından hükümeti kurdu. Aradan bir yıl geçti. Bu bir yılı değerlendirebilir misiniz?

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti siyaset tarihinin en karizmatik ve en başarılı liderlerinden biri olan Recep Tayyip Erdoğan’ın halefi ve kesintisiz 12 yıllık güçlü bir iktidar partisinin genel başkanı olarak ciddi bir yükün altına girmiştir. Çünkü Erdoğan gibi baskın ve parti ile özdeşleşen bir kişiliğin bıraktığı boşluğu doldurmak ve üst üstte üç seçim kazanan bir partiyi iktidarda tutmak hiç de kolay değildir.

Ancak Davutoğlu, girdiği yükün altında kalmadı ve AK Parti genel başkanı olarak seçildikten kısa süre sonra parti tabanı tarafından kabul gördü. Girilen seçimlerde ciddi bir oy kaybı yaşasa da yüzde 41’lik oy oranıyla yine açık arayla birinci parti geldi. Bir bakıma, Davutoğlu için bu bile başlı başına bir başarı olarak nitelendirilebilir.

Şam'ın düşüşünün an meselesi olduğu veya orta vadede düşeceği yönündeki öngörüler yanlış.

Şam, dağılmak üzere olan bir rejimin başkenti gibi görünmüyor.

Ziyaret ettiğim hükümet kontrolündeki bölgeler sakin ve işlevsel.

Yoğun güvenlik şeritlerinin ardındaki Güvenlik Bakanlığı da görkemli görünüyor.

Rejim, korunmasına büyük önem verdiği başkente en güçlü birliklerini konuşlandırdı.

Görüştüğüm güvenlik güçlerinin moralleri yerinde görünüyordu. Teçhizatları, silahları ve mevzileri bakımlıydı.

Şam'ın stratejik olarak en önemli cephelerinden biri, şehrin iç mahallerindeki Cobar.

Muhalifler için kritik öneme sahip çünkü Suriye ordusu buraya ilerlerse, Şam'ın doğusundaki kaleleri Guta da tehlikeye girebilir.

Rejimin ise Şam'ın kalbini koruması için Cobar'a ihtiyacı var.

Başkanlık Sarayı, ordu mevzilerinin yalnızca birkaç kilometre gerisinde.

Seçim öncesi dönemler siyasetin en fazla ilkesizleştiği dönemlerdir. “Kararsızlar pazarı” üzerinde verilen paylaşım savaşları o kadar amansızdır ki, ilave üç-beş oy uğruna her şey mubah sayılır. İlkeler artık ayak bağı haline gelmiş, daha da kötüsü “böyle zamanlarda” ilkelerin delinebileceği konusunda bir konsensus oluşmuştur. 

Öyle ki,  çok bilmiş “siyaset uzmanları” lider konuşmalarını ikili bir okumaya tabi tutar; liderlerin gerçek duruşları ile seçim öncesi söylemesi kaçınılmaz  olanları birbirinden ayırarak değerlendirir ve  yapılan ilkesizlikleri, düşük siyaseti  büyük bir anlayışla karşılarlar. Tabii, onların gösterdiği bu anlayış, kitlelere de bir çağrıdır; bir anlamda “bu ilkesizliği, bu düzeysizliği” ciddiye almayın çağrısı… 

Oysa seçim icabı benimsenen o üslup öyle gelip geçici bir şey değildir ve bal gibi ciddiye alınmalıdır. Partinin kendini en geniş kitlelere en yüksek sesle ifade ettiği o dönemde belirlediği strateji, kullandığı üslup hem partinin kendi tabanında hem de kamuoyunda partiyle ilgili algıyı oluşturur.

AK Parti’nin  7 Haziran öncesi benimsediği stratejinin hiç de iyi sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Parti liderliğinin MHP’ye kayan birkaç puan oyu geri çekmek uğruna benimsediği ve çözüm sürecini inkâr olarak algılanabilecek üslup, bugün AK Parti’nin bütün muhalifleri tarafından, PKK’nın çatışmalı sürecin tek sorumlusu olduğunu karartmak için kullanılıyor. 

Allah’tan  olaylar o kadar göz önünde yaşandı ki, bunda pek başarılı olamıyorlar.

Bundan tam 56 gün önce Suruç’ta bir bomba patladı. Bu bir intihar saldırısıydı. Saldırıda 33 kişi öldü. Hedef, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun “Kobane’yi birlikte inşa edelim!” kampanyası için bir araya gelmiş gençlerdi. Bu gençler, Kobane’ye giderek kentin yeniden inşa edilmesine yardımcı olmayı hedefliyordu. Okul ve hastane enkazlarını kaldırmayı, bir binayı kreşe, bahçesini çocuk parkına dönüştürmeyi ve bir orman oluşturmak için fidan dikmeyi planlıyorlardı.

Bu saldırıdan önce Türkiye başka bir ülkeydi. Seçimlerin üzerinden birkaç hafta geçmişti, ülke üzerindeki ‘ölü toprağı’nı atmıştı, çatışmasızlık devam ediyordu, iktidara yakın kesimlerde belli bir hakikatle yüzleşme ve hatta özeleştiri eğilimi, muhalif kesimlerde ise belirgin bir umut ve heyecan vardı. Bugüne göre çok daha sağlıklı bir durumdaydık. Ölümlerden, kandan, etnik çatışma ihtimalinden değil, başka şeylerden bahsediyorduk.

İlk kim kullandı bilmiyorum, ilk olarak 90’larda, televizyonda söylendiğini tahmin ediyorum, “Sözün bittiği yer” diye bir kalıp var Türkçede. İşler ne zaman çığrından çıksa ya da ne zaman milyonlarca insanı üzen bir olay meydana gelse “Sözün bittiği yerdeyiz” denir. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir acıyı, öfkeyi anlatan bu ifade, kendisinin bir söz olması gerçeğiyle beraber, çoğu zaman iki önemli soruyu da örtmeye yarıyor: Sözün bitmesi tam olarak ne demek ve sözün bitmesi kimin işine gelir?

AK Parti'de önemli bir kongre geride kaldı. 

Bir önceki kongre, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yapılan bir geçiş ve görevlendirme toplantısı niteliği taşıyordu. Erdoğan tarafından eğilimlerin toplandığı, ancak nihai kararı onun verdiği bir genel başkan ataması yapılmış, Davutoğlu partinin başına bu koşullarda geçmişti. Bu geçiş kongresinin diğer bir özelliği, Erdoğan'ın giderken Abdullah Gül'ü alternatif olmaktan çıkarması, bunu parti kurmaylarının bayrağı “Gül devralsın” arzusuna rağmen yapmasıydı. 

Bu kez kongreye farklı koşullarda gidildi.

Davutoğlu partinin başında bir seçim atlamış, kısmen kendi kadrolarını oluşturmuş, Erdoğan'la özellikle hükümet işleri bakımından yaşadığı kimi sürtüşmeler sonucunda belli bir denge noktası ortaya çıkmış durumdaydı. 

Ve ilk kez AK Parti'de bir kongre, birden fazla eğilimin varlığını hissettirebileceği ve Davutoğlu'nun parti dengelerine ağırlık koymayı arayacağı bu oranda üstü örtülü bir yarış ve tartışmanın, pazarlık ya da uzlaşmanın devrede olabileceği bir yapıdaydı.

Popüler İçerikler

Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
Arkeolog Muazzez İlmiye Çığ 110 Yaşında Yaşamını Yitirdi
Teğmen Ebru Eroğlu İle İlgili Skandal Karar: Küfür ve Taciz İfade Özgürlüğü Sayıldı