Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 9 Eylül günü Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Donald Tusk’ı kabul etti.

Ne kabulde, ne resmi görüşmelerde, AB Bakanı Ali Haydar Konca yer almadı.

Çünkü Konca o sırada, AK Parti’nin mecburi koalisyon ortağı HDP’nin diğer bakanı Müslüm Doğan ile birlikte, Selahattin Demirtaş liderliğindeki heyetle, araçla girmelerine izin verilmeyen Cizre’ye yürüyüş halindeydi.

Yürüyüş kolu dün İdil’e ulaşmış, orada durmuştu.

İçişleri Bakanı Selami Altınok kameraların karşısına geçti. Hayır, 4 Eylül’de ilan edilen sokağa çıkma yasağı henüz kaldırılmıyordu ve HDP heyetinin girişine de izin verilmeyecekti.

İçişleri Bakanı’nın hükümet ortağı bir başka bakanı ülkenin bir şehrine sokmayacağını açıklaması, başka koşullarda ağlanacak halimize gülmemize vesile olabilirdi, ama şu karabasan gibi günlerde olamıyor.

Türkiye yine terör sarmalına girerken izlenecek yöntem merak ediliyor. Önemli bir yetkilinin aktardığına göre devlet, yeniden başlayan çatışma sürecinde önceliğini il ve ilçelerdeki terör yapılanmasına vermiş durumda...

Türkiye yeniden terör sarmalına girerken en çok merak edilen konuların başında çatışma ve operasyonların böyle devam edip etmeyeceği, devletin kısa ve orta vadede nasıl bir yol haritası izleyeceği geliyor.

Ankara’da karar alıcıların koridorlarında konuşulan yol haritasını önemli bir devlet yetkilisinin aktardıkları çerçevesinde şöyle özetleyebilirim:

Önemli bir devlet yetkilisinin aktardıklarına göre, devletin ilk hedefi şehirlerdeki kalkışma ve bu cesareti veren altyapıyı ortadan kaldırmak.

Şehir yapılanmasına darbe

PKK’nın saldırı yöntemlerini değiştirerek özellikle il ve ilçelerde örgütlendiği, KCK ve YDG-H’lileri silahlandırdığı, il ve ilçe merkezlerinin yakınlarında kamplar oluşturduğu biliniyor.

Devlet de yeniden başlayan çatışma sürecinde önceliğini il ve ilçelerdeki terör yapılanmasına vermiş durumda.

Bu fotoğraf, salı akşamı Hürriyet binasının önünde çekildi.

Yani Hürriyet'e ikinci kez taşlı-sopalı saldırının yapıldığı akşam.

Fotoğraftaki şahıslardan yüzü kapatılmış olanı yeleğinden ve elindeki silahtan da anlayacağınız gibi bir polis.

Orada bulunmasının nedeni, iki gün önce 'Hürriyet'i Madımak'a çevirmek üzere toplanmış' azgın bir güruhun saldırısına uğramış, camı çerçevesi indirilmiş binayı ve içindeki çalışanları korumak.

Onunla hatıra fotoğrafı çektiren şahıs kimdir tanımıyorum ama o gün Hürriyet binasının önünde eylem yapmak üzere bulunan kişilerden biri.

Eylemci ile güvenliği sağlayacak polis aynı karede, hatıra fotoğrafı çektiriyorlar.

Polis orada neden bulunduğunu unutmuş görünüyor.

Ya da unutmamış, orada bulunmasının bir 'figürasyon' gereği olduğunu düşünüyor.

Çünkü bir gün önce iktidar partisinin milletvekili 'Artık bunlara alışacaksınız' dedi.

Polis de belli ki saldırılara alışmamız için eylemcilere müdahale etmemesi gerektiğini düşünmüş.

O polis memuruna görevini bir kez daha hatırlatacak bir yetkili, İstanbul'da var mıdır dersiniz?

Gazetelerde ilk haberlerden biri Başbakan'ın açıklamasıydı:

“Bu mücadeledeki kararlılığımız herkes tarafından bilinmelidir. Nitekim Türkiye'nin Kuzey Irak'taki hava operasyonları da dün ve bugün devam etmiştir ve çok etkin bir şekilde hedeflere dönük olarak neticeler elde edilmiştir”.

Devletin yöneticisi, kamu güvenliğinden sorumlu, devletin işleyişinden sorumlu, bir numaralı yetkili olarak Başbakan'ın, terör ve şiddetin toplumda yaratabileceği yılgınlık karşısında bu tür açıklamalar yapması doğal, hatta kaçınılmazdır.

Ancak bu sözlerin aynı zamanda savaş iklimine işaret eden sözler olduğuna da şüphe yok. Savaş ikliminde, toplumsal ve siyasal meselelerin yerini asayiş sorunu ve sorunları alır. Nitekim bugün Kürt meselesinin yerini tümüyle örgüt meselesi almış bulunuyor. Çatışma ve şiddet, siyaseti emmiş, içine hapsetmiş bulunuyor. 

Peki bu zincir nasıl kırılacak?

Aslında ön koşul basit ve tek:

7 Haziran seçimleri ertesi, barış isteyen, demokrasi isteyen, özgürlük isteyenler adına “Biz kazandık!” diye yazmıştım, sevincimiz kısa sürdü. Onlar; dayatma, baskı, savaş, zapturapt isteyenler kazandı. Bu sıradan kim haklı çıktı oyunu, laf yarışı değil. Onların kazanması, kan, revan, kavga, dövüş demek. 

“Bu ülkenin dindarına onca zulmedildi, hakir görüldü ama sonunda hak yerini buldu, iktidar oldular; dindar, başörtülü artık başı dik geziyor, bu demokrasinin zaferidir” dedik. Din, iman diye yola çıkanların iktidarı tam bir sulta oldu. Öyle olunca, zamanında özgürlüklere aklı yatmadığı için onlara baskı yapanlara gün doğdu; “biz demedik mi”, “sizi kullandılar” diye ortalara döküldüler. Özgürlük, demokrasi fikri güme gitti, biz kaybettik! “Memleketin en yakıcı sorunu Kürt meselesidir, Kürtler ile barışmadan demokrasi olmaz” dedik. Bu çetrefil işi barışçıl yoldan çözmek akıllara yatmadı veya zor geldi, taraflar bildikleri mevzilere döndüler, savaşa tutuştular, biz kaybettik. Meydan savaş isteyenlere kaldı. 

Çok güzel bir tabir vardır; “olsun, insanlık bizde kalsın” diye. Diyeceksiniz ki, insanlık bizde kalmaya kalsın da, keşke tüm bunlar olmasaydı, biz, yani bu ülkede kavgasız gürültüsüz yaşamaya inananlar, yani hepimiz kazansaydık. Keşke, ama yine de en önemlisi, insanlık bizde kalsın; bize lazım olan insani değerler, insan onuru...

Yurtdışından Türkiye’ye nasıl bakıldığını görmek genelde aydınlatıcı oluyor. Bazen ülke içindeki tartışmalarda nesnel durumun gerçeklikten hayli uzak şekilde değerlendirildiğini de görebiliyorsunuz. Gerçi bir dönem Türkiye’nin dış politika söylemi, iktisadi sicili, ülke olarak kimliği, dış politikadaki adımları ilgiyle izleniyor ve tartışılıyordu. Muhataplarınızla konuştuğunuzda neyi merak ettiklerini, bazı hamleleri kavramaya çalıştıklarını görüyordunuz. Konferanslardadış politika analizleri ve onlar kadar olmasa bile iç politikadaki gelişmelerle ilgili çözümlemeler büyük ilgi uyandırıyordu.

İki başkentte bugün Türkiye’yi tartıştığınızda ortaya çıkan tablo hayli farklı. Son yılların dış politikası Türkiye’nin gücünün gerçek boyutları hakkında yapılan değerlendirmelerin niteliğini değiştirmiş. Bir zamanlar olduğu gibi Ankara’nın Ortadoğu’da etkili bir devlet olacağı beklentisi kimsede yok. Bunun da ötesinde Suriye’deki iç savaş başladıktan sonra izlenen politikalar Türkiye’nin dış politikasının temel hedefleri ve amaçları hakkında epeyce soru işareti biriktirmiş.

Gerçi Batılı ülkelerin kendi dış politikalarının da ne ölçüde tutarlı, sonuç alıcı, enine boyuna düşünülmüş olduğu ayrıca çok tartışmalı. Gene de “Buralar benden sorulur” diyen bir Türkiye’nin kapasitesinin bu ihtirasları karşılayamayacağına iyice kanaat getirilmiş.

Dün Hürriyet'in maruz kaldığı iki saldırıya ilişkin gelişmelere dikkat çekmiştim.

Çok yerinde bir tepki aldım. 'Hürriyet'in camını çerçevesini kıranların peşine düşüyorsunuz ama Star Medya Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Murat Sancak'ın canına silahla kastedenlere ne olduğunu hiç sormuyorsunuz' şeklinde bir eleştiri.

Hak veriyorum. İtiraf edeyim, o saldırganların neden hâlâ yakalanamadıklarını sormak aklıma gelmemişti. 

Hatta Star Medya Grubu'nun gazete ve televizyonları patronlarına saldıranların izini sürdü mü, soruşturmanın ne kadar takipçisi oldu, onun bile farkında değilim. 

* * *

Olay günü yaptıkları açıklamayı hatırlıyorum. Gözdağı vermeye, korkutmaya dönük bir saldırı olmadığını, patronları Murat Sancak'ı doğrudan öldürmek kastıyla ateş edildiğini söylüyorlardı.

21 kurşun sıkılmış, kevgire dönmüştü makam aracı. Ön cam ve kaporta delik deşikti. Tek tesellimiz, cana bir şey olmaması, ölümle sonuçlanmamasıydı.

Allah korumuş, şoför ve korumayla Murat Bey'e bir şey olmamış, korkunç bir suikast girişimi ucuz atlatılmıştı. 

Medya grubunu susturmayı amaçlayan, dolayısıyla  basın özgürlüğünü hedef alan kalleşçe, melunca bir terör saldırısı olarak kayıtlarımıza geçti. Belli başlı meslek kuruluşları kınadı, destek ve dayanışma mesajları verdiler...

Faillerin bir an önce bulunması, olayın karanlıkta kalmaması, tüm yönleriyle aydınlatılması çağrıları yapıldı...

Fakat üzerinden 3 hafta geçti. Hâlâ ne yakalanmış bir fail var, ne eylemi hangi terör örgütünün gerçekleştirdiğinden haberdarız. Üstlenen oldu mu, onu dahi bilmiyoruz.

Gecelerden Çarşamba, ne yana dönsem uyuyamıyorum, kazara dalacak oldum solgun, sitemkar ölü soğuk yüzlerle uyanıyorum. Cizre diyorum. Koşup twitter paylaşımlarına gömülüyorum. O da ne! Cizre çığlık çığlığa sosyal medyada. Obüs, havan ve değişik silahlar kullanıldığına dair bilgiler uçuşuyor. HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız “Cizre’de şu an ilk kez sesi dehşet ve saniyelerce yankılanan bombalamalar atılıyor. Nur'un dörtyol tarafında havaya büyük dumanlar yükseliyor...

Anlaşılan devlet, tüm vahşet potansiyelini şehre heyet varmadan bu gece kullanacak. Manolya sokakta ev ve araçlar yanıyor. Doçkalar seride...” diye geçmiş hesabına.

Cizre’yi en iyi başından beri orada olan ve oralı olan Faysal Sarıyıldız’dan takip etmek gerektiğini biliyorum. Bir saat sonra isyan sesi yükseliyor hesabından: Cizre'de Nur Mahallesinde sadece Varol sokağa12 top atışı yapıldı. Cizre'de katliam yapılıyor.Yeter artık Cizre'nin onur direnişine ses verin!

Ne çıkan yangını söndürmeye itfaiye ne de zembereğinden boşalmışcasına silahlarını şehre, halkın üstüne sürmüş olanları durdurmaya kimse gelemiyor. Sabaha karşı dördü geçeli epey oldu.

Cizre'de bir haftadır sokağa çıkma yasağı var. Hastaların ancak beyaz bayrak açılarak taşındığı, bir kız çocuğunun defnedilemediği için dondurucuda saklandığı görüntüler başka bir ülkeden değil, kendi sınırlarımız içinden geliyor.

Terörle mücadele edelim derken tüm ilçe halkı cezalandırılıyor. Sadece Cizre'de yaşananlar bile hem -maalesef- devletin acziyetini göstermesi hem de PKK'nın şehirlere yayıldığını ispatlaması açısından önemli ve Türk-Kürt ortak geleceği adına endişe verici. Devleti temsil edenlerin itirafları PKK'nın bölgede hakimiyet kurmasına göz yumulduğunu gösteriyor. PKK'ya tepkilerin bir kısmı sivillere yönelince bundan bütün Kürtler zarar görüyor.

Suriye Kürtlerinin uluslararası meşruiyet kazanarak rüştünü ispat etmesiyle özerklik hayalleri canlanan PKK'nın akıttığı kan, sosyal barışı dinamitlemeye devam ediyor. Üstünde Diyarbakır, Batman yazan otobüslere, Kürtlerin işyerlerine, HDP binalarına eşzamanlı saldırıların rastlantı olduğunu sanmak, ülkenin sicili de düşünüldüğünde, saflık olur. Bu gösterilerle adı duyulan, ülkücü görünümlü ama üstü kazınınca AKtrol oldukları anlaşılan Osmanlı Ocakları üyeleri sığlık ve cehaletleriyle Osmanlı'nın gurur duyulabilecek yanlarından bile insanı soğutuyor. Bunlar nereden çıktı diye merak edenlere Nokta'nın röportajını tavsiye ederim.

Star Gazetesi yazarı Cem Küçük, Hürriyet Gazetesi yazarı Ahmet Hakan’a “Seni sinek gibi ezeriz…” diye babalanan bir yazı yazdı. “Ezerim…” demeyen “Ezeriz…” diye çoğul kullanan o gazete yazarı patronuna güveniyordur. Güvenilen gazete patronunun elinde zırhlı araç, kamyon, otobüs, ağır arazi traktörü, biçerdöver gibi ezici aletlerin olması gerekir.

Var.

BMC zırhlı üretiyor.

Orduya satıyor.

BMC , TOMA üretiyor.

Polise satıyor.

İkisinin de alıcısı devlet.

BMC, bir dönemler efsane başarılara imza atmış, sonra bankaları battığı için zora düşmüş, Mehmet Karamehmet adlı bir işadamına aitti. BMC ve Karamehmet’in bütün şirketleri devletin (TMSF’nin) eline geçmişti. TMSF devletin alacaklarını Karamehmet’ten tahsil etmek için BMC’yi de “Çözümleme geliri” faslından satılığa çıkarmıştı. İzmir’de kurulu BMC’yi işte bu “Seni ezeriz…” diye kabaran yazarın patronu 751 milyon dolara satın almıştı. Bu patronun da gücü iktidar partisi ile sarmaş-dolaş olmasından ve Cumhurbaşkanı ile de “içtiği su ayrı gitmeyen yakınlığından” gelmekteydi.

Popüler İçerikler

Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı