Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Barış umutları henüz solmamıştı. Yüreğimiz pır pır ederek, yine hayal kırıklığına uğrayacağımızdan korkarak yaklaştığımız “çözüm” hâlâ bir ihtimaldi ve biz o ihtimali çok sevmiştik. 2013 Newroz’unda insanlar ülkesinin, kendisinin, çoluk çocuğunun yarınları için umutlanmıştı. Yol kazaları olacaktı, provokasyonlar, müdahaleler olacaktı, biliyorduk ama suyun yatağını bulacağına inanıyorduk.

HDP bu umudun meyvesiydi. Kurulduğunda soru işaretleriyle yaklaşılan, cılız, küçük; serpilip gelişmesi için barış havasına ihtiyacı olan bir meyve. Hiç umulmadık ağızlardan tekrarlanan, “dağda savaşacağınıza ovada siyaset yapın” telkinleri; “silahlar bırakılsın, siyaset konuşsun” söylemleri arasında, ovada siyaset yapmaya gelmişlerdi. Bir yandan sol devrimbazların öte yandan iplerin ellerinde kurtulmasından korkan Dağ’daki savaşçıların çelmelerine, hırpalamalarına rağmen bunu mümkün olduğunca başarmaya çalıştılar. Türkiye partisi olmaya doğru attıkları adım, nicel değil nitel bir değişimin habercisiydi. Henüz ova yolunun başındaydı ama Türkiye barış ve demokrasi güçleri için, bu toprakların bütün halkları, bütün insanları için yaşatmaya değer önemli bir deneyim, elbirliğiyle geliştirerek yarınlara taşıyacağımız bir umuttu.

İstanbul'da Bağcılar'da, Ankara'da ve ülkenin çok yerinde, 6-8 Eylül 2015'te eş zamanlı olarak yaşananlara 'emsal' teşkil eden 9-10 Kasım 1938'de Almanya'da yaşanan 'Kristallnacht'tır.

Boston’dan geçerek Atlantik Okyanusu’na dökülen Charles Nehri şehri ikiye böler. Batı yakası Cambridge’dir. Yani nehrin bir tarafı Boston, diğer tarafı ise Cambridge. “Dünyanın en iyi üniversiteleri listesi” nin birinci ve üçüncü sıralarında yer alan Harvard ile M.I.T. Cambridge’dedirler.

Harvard’da “Türkiye, Ortadoğu ve ABD politikasını anlamak ve yanlış anlamak” başlıklı bir konferansta konuşmak üzere Cambridge’de bulunuyorum. Önceki gün, “Türkiye: Suriye’ye ‘kafiye’ olmak” başlıklı dünkü yazımı yazdıktan sonra Boston’a geçmiştim. Bir başka yüksek okulda, “Türkiye ve Ortadoğu” üzerinde konuşmak üzere…

Salon tıklım tıklım doluydu. “Buraya gelmek için Türkiye’den yola çıkmadan birkaç saat önce Dağlıca’dan ölüm haberleri geldi. 2011 yılından bu yana, bir seferde en yüksek asker kaybı. Onun travması yaşanırken, benim de mensup olduğum medya grubunun binasına saldırıldı. Tam sizlere konuşma yapmaya gelirken, Iğdır’da 13 polisin can verdiğini öğrenmiş bulunuyorum” diyerek söze girdim.

Daha önce de yazdım: Bu devleti yönetenlerin vicdanı da yok merhameti de. Onlar için kutsal olan tek şey, iktidarlarını korumak.

Devleti yönetenler kendi iktidarlarını sürdürmek için her dönem toplumun bir kesimini düşman belledi. O kesim üzerinde baskılar kurdu. İnsan gibi yaşamlarına olanak bırakmadı. Sakıncalı gördüğü insanları terörize etmek, onlara yaptığı baskıyı meşrulaştırmak için gerekçeler yaratmaktan da çekinmedi.Aracı yine sensin ey PKK

Şimdi benzer bir süreçten geçiyoruz. HDP’nin barajı geçmesiyle, günümüz devlet sahipleri bölge halkına bir bedel ödetmek, hayatlarını zehir etmek, verdikleri oylardan dolayı pişman etmek için her yolu deniyor.

Burada aracı yine sensin ey PKK.

Niçin devleti Kürtlerin üzerine kışkırtıyorsun? Niçin şehirleri silah deposuna çevirip adeta devlete ‘Gel gel’ diyerek insanların canını, malını devletin hedefi yapıyorsun?

Manasız, şımarık, izansız bir tavırla özerklik ilanında bulunuyorsun. Diyarbakır’ın küçük bir ilçesi Sur’da, hangi akla hizmet özerlik ilan ediyorsun? Hakkari’nin küçük bir ilçesi Yüksekova’da, ne demeye özerklik ilan ediyorsun?

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ Almanya’da yaptığı bir konuşmada“Almanya’dan beklentilerimiz var” demiş. Şair İzzet Yasar da şunu demiş: “Bizimsadece Kürt vatandaşlardan beklentilerimiz var. Yakanıza yapışıp kürsülerinizdenindirecekleri günü bekliyoruz.”

Bugün çok açık, net ki, PKK Kürtlerin geleceği adına çalışmıyor. PKK; KCK’sıyla, HPG’siyle, YDGH’siyle araziyi belirli bir ideolojik tutumun yönetimine hazır hale getirmeye, sonra da o ideolojik tutumun militer, totaliter, tekçi vesayetine teslim etmeye uğraşıyor. Her açıklama, her demeç, her tutum ve her ittifaklarıyla şunu söylüyorlar: “Ayrılmayacağız, ama bu ülkenin bir bölümünü biz yöneteceğiz. Buralarda bizim kadrolarımız olacak. Tamamının Kürt olması şart değil, Türk solu da olur.”

PKK Kürtleri böyle pür seküler, Marksist Leninist uzamlı, ama ABD ve İran destekli, yerel otoriteye anti emperyalist; küresel otoriteye anahtar teslimli sadakat içeren hibrit bir ideoloji heybesini taşımaya zorluyor, azmettiriyor ya da kandırıyor.

Cem Küçük adlı şahıs, dün yazdığı köşe yazısında benim için şunları söylüyor:

-İstesek seni sinek gibi ezeriz. 

-Bugüne kadar merhamet ettik de hâlâ hayatta kalabiliyorsun.

Dikkat!

Çoğul konuşuyor bu eşkıya bozuntusu.

-'Sinek gibi ezeriz' diyor.

-'Merhamet ettik' diyor.

-'Yoksa çoktan seni öldürmüştük' demeye getiriyor.

*

Bu köşe eşkıyasına soruyorum:

-Sen 'biz' derken kimleri kastediyorsun, bi' deyiver hele.

-'Siz' kimsiniz, kimler oluyorsunuz?

-Eli silahlı bir çete mi kurdunuz? 

-Organize suç örgütü mü oluşturdunuz?

-Merhamet ettiklerinizi hayatta tuttuğunuz, merhamet etmediklerinizi katlettiğiniz bir terör örgütü müsünüz siz?

-Bu öldürmeye odaklı terör çetesinin başında kim var?

-Kaç tetikçiyle çalışıyorsunuz?

-Sinek gibi ezmekten söz ediyorsun, bu zamana kadar kimleri sinek gibi ezdiniz?

-Mafyanızın babası kim?

Geçtiğimiz günlerde AK Parti tabanından gelen kişilerden müteşekkil gruplar iki defa Hürriyet gazetesini basmaya çalıştı. Gazete binasına taş attı, camları kırdı. Gerekçeleri gazetenin, çok sık yaptığı bir şeyi tekrarlayarak, Erdoğan'ın bazı sözlerini, kasıtlı olduğu anlaşılan bir tutumla, bağlam dışına çıkartarak, çarpıtmasıydı.

Vladimir Volkoff ünlü “The Set Up” adlı romanında enformasyon çarpıtma, dezenformasyon faaliyeti yürütme tekniklerini komünist dönemde Moskova'daki hayat üzerinden anlatır. Dezenformasyon yapmak hem bir sanat hem de bir ölçüde bir teknik bilgi işi. Ondan da evvel bir karakter ve tıynet, yani bir ahlâk meselesi. Dezenformasyonculuk zirvesine faşist, nasyonal sosyalist ve sosyalist sistemlerde ulaşmış olmakla beraber, demokrasilerin dezenformasyondan tamamen azade olduğu iddia edilemez. Tüm demokratik ülkelerde zaman zaman yoğunlaşan dezenformasyon faaliyetleri karşımıza çıkar ve birçok medya organı bunun aracı olarak işler. 

Türkiye en yoğun dezenformasyon sürecine tek parti döneminde maruz kaldı. Demokrasiye geçilince dezenformasyonda biraz azalma oldu ama bu azalış mutluluk yaratacak seviyede değildi. Bunun ana sebebi sivil görünümlü bir totaliter yapı oluşturulmasıydı.

Basın üzerine baskı kurma çabaları, basını tek tipleştirme çabaları demokrasinin daha iyi işlemesine yardımcı olmaz, tam tersine siyasi gerilimin, kutuplaşmanın daha da artmasına neden olur.

Bağımsız mahkemeler gibi, özgür basın da bir gün herkese lazım olur.

Zaten gergin biten bir günü bitirip işten evlere dağılıyorduk, 6 Eylül akşamı binaya yapılan saldırının etkisi hâlâ hepimizin üzerindeydi.

Hürriyet okur temsilcisi Faruk Bildirici, PKK’nın 5 Eylül Dağlıca katliamı sonrasında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ATV’deki ısrarlı “400 milletvekili” sorularına verdiği yanıtı ve yanıtın ilk anda Hürriyet internet sitesinde veriliş şeklini incelemiş, bir sonuç varmıştı.

Haberin “son dakika” olarak veriliş şeklini “sorunlu” bulmuştu. Haberin üst editörler tarafından fark edilip kaldırılması, Dağlıca haberlerinin sıcaklığı içinde 10 dakika almış, ama kaldırılmıştı. Yani Erdoğan ve AK Partililerin söylediği üzere “kasıt yoktu” ama “hata vardı”.

Hürriyet de bu durumu “üzüntüyle karşıladığını” söyleyen bir açıklama yapmıştı.

Konunun kapanacağını umut ediyordu binadaki herkes.

4-5 Eylül tarihlerinde G20 Maliye Bakanları, MB Başkanları ve patronlar dünyasından katılımcılar “Business20-B20” yani “iş dünyası zirvesi” diye de çevirebileceğimiz toplantıda bir araya geldi. Küçük Aylan’ın cansız bedeni sahile vurmasaydı şayet, o bilindik tek kale maçlarında, kur-faiz savaşları, borsa rallileri, ikili ticaret anlaşmaları gibi orta sahada top döndürmeye devam edeceklerdi kuşkusuz. Daha fazla kâr ve güç odaklı politikalarının insanlık tarafından hangi bedellerle ödendiği, kirli pazarlıklar ve kanlı işbirliklerinin milyonlarca insanın yaşamına mal olduğu bilinmiyor muydu, elbette biliniyordu. Savaştan ve yoksulluktan kaçıp daha insanca bir yaşama doğru yola koyulan ve bu uğurda can verenlerin yaşadığı dramı kamuoyunun gündemine taşıyan, bu nedenle paranın büyük patronlarının masalarına yumruk gibi bırakan da nitekim küçük Aylan oldu.

Savaş olmadan yönetemiyorlar

Velhasıl Türkiye’ye benzer dünya genelinde de kapitalizmin kendisi bir savaş konjonktürü olmadan dünyayı yönetemez, kendini yeniden üretemez hale geldi. Daha geniş bir pazara hükmetme arayışının ötesinde oluşan sınıfsal çelişkileri etnik-din-dil ayrımında ayrıştırarak, bu ayrışmalar üzerinden kesimleri toplumsal yaşamda karşı karşıya getirerek savaşçı politikalara hız verildi.

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), Avrupa'ya bu yıl şimdiye kadar denizyoluyla ulaşan göçmen ve sığınmacı sayısının 250 bine yaklaştığını açıklarken, Avrupa'ya kaçak yollardan girmek isterken Akdeniz'de boğularak ölen göçmenlerin sayısının da 3 bin 500 olduğunu belirtti.

Dünya ölçeğinde mülteciler büyük bir sorun olmaya başladı. BM'ye göre yollara dökülüp de ölümle yüz yüze olan göçmen sayısı 200 milyon civarındadır. Rakamlar her geçen gün değişiyor.

2009'da Uluslararası Hidrojen Enerji Ajansı Başkanı Prof. Dr. Nejat Veziroğlu, “Güney ve kuzey buzulları eriyor. Bir sürü ada devleti ve Maldivler bu yüzyıl sonunda yok olacak. Bangladeş ve Hollanda gibi ülkeler deniz seviyesinin yükselmesinden çok çekecekler. Yaklaşık 150 milyon kişi 6 kıtadan taşınmak zorunda kalacak. Bu yüzyıl sonunda deniz seviyesi bir metre artacak.” diyordu. Göç veya mülteciler sorunu sadece küresel ısınma, emek yoğun sanayi ve buna bağlı ekolojik dengenin bozulmasından kaynaklanmıyor, sorun açlık, aşırı yoksulluk, iç çatışmalar, bölgesel savaşlar, terör, ulus devletlerin sebep olduğu etnik arındırma ve baskı rejimlerinden de kaynaklanıyor. Tarih boyunca trajik göçler vuku bulmuştur. 19. ve 20. yüzyıllarda göçlerde geometrik artışlar yaşandı. “Rus Çarlığının emriyle 1864 yılında 1,5 Kafkasyalı yurdundan oldu. Tehcire zorlanan Kafkas halklarının birçoğu sürgün yolculuğunda açlık ve kötü şartlara yenik düşerek can verdi, binlercesi Karadeniz'in azgın dalgalarına dayanamayan gemilerin batmasıyla engin sularda boğuldu, yüzlercesi kalıcı hastalığa yakalandı. Karadeniz'deki Taman, Tuapse, Anapa, Soçi, Sohum, Poti ve Batum gibi limanlardan Rus, Osmanlı ve İngiliz gemilerine bindirilen muhacirler, Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Varna, Köstence ve İstanbul'a getirildi.

Bahçe kapısı açıldı. Ellerinde telsiz ve kâğıt olan üç sivil adam içeriye girdi. Sabah 11.00 sıralarıydı. Bahçede oturan kalabalığa “Cenaze sahibi burada mı” diye sordular. Neriman Deniz’i işaret etti kalabalık. Üç adam kendisine doğru gelirken Neriman Hanım, ellerindeki telsiz nedeniyle “ya belediyeden başsağlığı dilemeye gelen zabıtalar ya da kazayla ilgili bilgi verecek polisler” diye aklından geçirdi. Adamlardan biri cebinden bir kimlik çıkardı ve “Ben polis memuruyum, bir ihbar üzerine geldik” dedi. 

Bahçedeki herkes gibi Neriman Hanım da şaşırdı. “Nedir” diyebildi. Polisin yanıtı “Yasadışı bir örgütün bayrağıyla buradan cenaze kalkmış” oldu. Bir gün önce 33 yaşındaki kızını toprağa veren Neriman Hanım sinirlendi. “Feminist hareketin, LGBTİ hareketinin gökkuşağı bayrağı yasadışı mı sayılıyor” diye sordu. Polisler “Yoo hayır” deyince devam etti: 

“O zaman niçin geliyorsunuz?” 

“Bir ihbar aldık komşularınızdan.” 

“Sizin hiç mi istihbaratınız yok. Televizyonlar, gazeteler verdi cenaze törenini. Onları da mı görmediniz? Yaralı bir anneye, bir cenaze evine nasıl böyle gelebiliyorsunuz.” 

“Gelibolu’daki kazada değil miydi?” 

“Bunu biliyorsunuz ama o bayraklarla kalktığını bilmiyorsunuz. Şişli Camii’nde de o bayraklar vardı ve polis de oradaydı. Türkiye’de asıl terörist devlet, IŞİD terörist, onlarla uğraşın.”

Popüler İçerikler

Yeni Sezonda TV Ekranları Fena Karıştı: 5 Dizinin Ertelendiği Sezonda 6 Dizi Şimdiden Final Yaptı!
"Bana Bilmediğim Bir Şey Söyle" Akımına Gelen Tıkanan Muhabbeti Açmalık Bilgiler
Narin Güran'ın Babası Arif Güran İlk Mahkeme Sonrası Konuştu: "Kızımı Nevzat Bahtiyar Katletti"