Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

“Herşey tamam da, devlet de iki buçuk aydır sahipsiz. İki buçuk aydır Türkiye’de bir siyasi iktidar yok.”

MHP Ankara Milletvekili Tuğrul Türkeş, geçici seçim hükümetinde bakanlık görevini işte bu gerekçeyle kabul etti.

Nereden mi biliyorum?

Anlatayım…

Tarih 23 Ağustos 2015.

Geçen Pazar günü yani…

Saat 16.22.

Telefonda, Tuğrul Türkeş ile konuşuyoruz…

- Sayın Türkeş, vaziyet netleşiyor… Cumhurbaşkanı yarın (geçtiğimiz pazartesi) önce Meclis Başkanı ile görüşecek. Geçici seçim hükümetinin sandalye dağılımı açıklanacak ve görünen o ki Başbakan Ahmet Davutoğlu, milletvekillerine bakanlık teklif edecek.

- Evet herhalde, öyle görünüyor.

Ankara, olağanüstü günlerden geçiyor. 1 Kasım’da yapılacak tekrar seçimin zorunlu kıldığı seçim hükümetinin kurulmasına saatler kalırken, dün tam anlamıyla bir Türkeş depremi yaşandı.

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Geçici Bakanlar Kurulu’nda yer alması için teklif götürdüğü 3 MHP’liden biri olan Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in söz konusu teklifi kabul etmesi, yakın siyasi tarihimizde benzerini az rastlanabilecek önemli çıkışlardan biri. Bu kararın, partide son söz değil, tek söz sahibi olan Devlet Bahçeli ve yakın çevresinde büyük bir öfkeyle birlikte ve şaşkınlık yarattığı ortada.

Burada kritik soru, Davutoğlu’nun Türkeş’e teklif götürürken, olumlu yanıt alıp almayacağından ne kadar emin olduğu. Ankara kulislerinde dün kulaktan kulağa fısıldananlar Türkeş’in teklife olumlu yanıt vermesinin Başbakanlık cephesinde hiç de sürpriz olmadığı yönünde.

Sonuç olarak, milliyetçi hareket davasının lideri Alpaslan Türkeş’in oğlu sıfatıyla bu cephedeki özgül ağırlığı tartışılmayacak düzeyde olan Tuğrul Türkeş’in seçim hükümetinde Ak Parti ve HDP’li üyelerle birlikte yer alacak olması, uzun bir süre tartışılacak.

Davutoğlu gediği MHP'den, hem de MHP açısından tarihi önemi olan bir burçtan açtı. Bu gelişme, Erdoğan ve AK Parti saflarındaki 'HDP ile tek başına' stresinde bir rahatlamaya vesile olmuş görünüyor. Yine de Bizans'ı yanında çocuk yuvası safiyetinde bıracakacak Ankara manevralarının burada biteceğini düşünmemek lazım.

Eğer Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün muhtarlara 10’uncu hitabında HDP’ye hitaben belki en sert konuşmasını yaparak onları Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun seçim hükümetine girmekten vaz geçireceğini düşünmüşse, o hamlenin pek işe yaradığı söylenemez.

Davutoğlu isimleri açıklar açıklamaz, HDP’den kırk yıllık Ankara söylemi olan ‘görevden kaçılmaz’ açıklamaları peşi sıra geldi.

Yine Erdoğan konuşmasında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP lideri Devlet Bahçeli’ye “gelip “delikanlı gibi” seçim hükümetinde yer alma çağrısını yaparak onları zayıf noktasından yakalamayı amaçladıysa, o hamlenin de sonuç getirdiği söylenemez.

İki liderin de tutumlarında bir değişiklik olmadı.

Kenan Ceylan, üç gün önce Hakkâri Şemdinli’de şehit oldu. Tokatlı Alevi çocuğuydu. Önceki gün iki ayrı cenaze töreniyle uğurlandı. İlki inançlarına uygun olarak cemevinde yapıldı. Ama askeri ve mülki erkân cemevine gelemezdi. Onun için daha sonra kaymakamlığın önünde “resmi tören” düzenlendi. 

Bu ilk değildi. 

Barış Aybek, 11 Ağustos’ta Şırnak’ta şehit oldu. Malatyalı bir Alevi ailenin oğluydu. Cenazesi “devlet erkânı katılacağı için” apar topar camiden kaldırıldı. 

Özkan Ateşli, 2012’de Foça’da PKK’nin bombalı saldırısında hayatını kaybetti. Aleviydi, ailesi cenazesinin cemevinden kaldırılmasını istedi. İstanbul Haramidere Cemevi’nde cenaze töreni yapıldı. Ama asker, “Devlet cenazesi camide olur”diyerek cenazeyi kaçırırcasına Ataköy Camii’ne götürdü. 

“Bu ülkede şehit olabilirsin ama Alevi olarak gömülemezsin” dedirten o kadar çok şehit cenazesi olayı yaşandı ki bunlar bizim duyduğumuz birkaç örnek. Devlet seni Alevi olarak askere alır, savaştırır. Öldükten sonra ise bedenine el koyar ve kendi inancına göre gömer.

Gözler Deniz Baykal'a çevrilmişti ama sürpriz Tuğrul Türkeş'ten geldi.

Tuğrul Türkeş, Devlet Bahçeli'nin çizgisini değil, babası Alparslan Türkeş'in yolunu takip etti.

Alparslan Türkeş, siyasi kriz anlarında uzlaşmacı kişiliğiyle ön plana çıkardı. Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı Demirel ile aralarında çıkan sorunlarda Alparslan Türkeş devreye girer, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında mekik diplomasisi yürütürdü.

Türkeş sert bir askerdi. Ama MC hükümetlerinin kuruluşundan bu yana siyasette hep uzlaşmacı kimliği ile ön plana çıkmıştı. Bahçeli ne kadar kriz çıkaran bir liderse, Türkeş o denli kriz çözücüydü.

Ekonomilerde üretim, yatırım, birikim kararları gibi teknoloji seçimi de rejimin kurucuları tarafından belirlenir. AKP ile geçen 13 yılı aşkın bir süredir bu kararlar manzumesinin bir sonucu olarak Türkiye, imar ve inşaat rantlarını öne çıkaran, spekülatif kârlara öncelik veren ve tüm bu kararların bir sonucu olarak dışa bağımlı, ucuz-güvencesiz emek gücüne dayanan ve düşük-orta düzeyli teknoloji bandına sıkışmış bir ekonomik yapıyı ortaya koyuyor. Bu yapıya eğitim alanında hayata geçirdiği gerici adımları da eklersek, ileri-yüksek teknolojileri barındıran gerçekçi yatırımların ülkeyi neden tercih etmediği anlaşılabilir.

İleri teknolojilerin üretimine, AR-GE temelli geliştirilmesine dayanan bir ihracat temelinde büyüme hedefinin AKP’nin hayatımıza girişi itibariyle rafa kalkmasıyla birlikte iç tüketimin borçlanma ve itelemeye dayalı pompalanması, büyümenin en önemli kaynaklarından biri haline geldi. Kapitalizmin merkez ülkelerinde yenilenmiş teknolojilerin transferiyle yenilenen ürünler, bu pompalamanın bir parçası oldular.

Teknoloji… Kim İçin?

Bembeyaz ekmeğini maden ocaklarının zifiri karanlık dehlizlerinden çıkaran bir babanın evladıydı. Okudu. Öğretmen oldu. İlk görev yeri, ücrada, patikadan başka yolu olmayan bir köydü, gitti. Sene 80, darbe oldu, “solcu” dediler, tutuklandı, hapse atıldı. Yattı. Çıktı. Ücrada bir başka köye sürüldü. Oraya da gitti. Oradan da sürüldü, defalarca… Soruşturma açıldı, aklandı, dava açıldı, kazandı, hepsinden haklı, hepsinden tertemiz çıktı. Tek suçu, çıplak gerçeklere karşı lafını esirgememekti, doğru bildiğini söylemekti. Aşık oldu. Evlendi. Hayat arkadaşı da öğretmendi. Oğlu doğdu. Ulaş. Okuttu. Bize emanet etti, İzmir’e, Ege Üniversitesi’ne gönderdi. Çalıştı, didindi, boğuştu, nihayet emekli oldu. Taksitle anca iki göz oda, ev aldı. Tapusunu eşinin üstüne yaptı. Ömrü boyunca parasızlık çekmiş, parayla hiç işi olmamıştı. Ödenmeyeceğini bile bile arkadaşlarına kefil olurdu, üstlenerek ödediği borçların haddi hesabı yoktu. Hiç otomobil sahibi olmadı mesela… Onun serveti öğrencileriydi. Bi de Tukaş.

.

Kürt Sorunu, Türkçedeki hâliyle, çözümlenip kurtulunması gereken bir baş ağrısı, negatif çağrışımlarla dolu bir külfet. Pirs ise Kürtçe soru, sual; greka ise, “gredan”dan geliyor –yani bağlamak, düğümlemek, iliklemek gibi anlamlardan kökenini alıyor.

Türkçe penceresinden bakarsak, birçok sorununuz olabilir, çözüp geçersiniz; veya çözülmeyince de ağrıyan bir diş gibi sıkıntı yaratır. Kürtçe penceresinden bakarsanız, “düğümlendiğiniz bir soru” ile yaşamak, yaşamaya devam etmek, varoluşsal bir anlam taşır.

Bir sınav var önümüzde; hepimizin önünde. Gene çalışmadığımız yerden çıktı soru ve aslında kimse de tam olarak ne yapacağını bilemiyor.

Eski dönem notları, dersleri çok fazla işe yaramıyor; soru değişmiş çünkü.

1990’lardan beri konuların içinde olanlarla konuşunca, hepsinin kanaati, “PKK, seçimlere kadar tek taraflı ateşkes ilan eder, çatışmalar durur” şeklindeydi; bunun olacağına ya kesin inanıyorlardı, ya da böyle olacağını ciddi biçimde umuyorlardı.

Kürt halkı kendisine yaşatılan cefanın çemberinden geçerken ruh sağlığını ‘aşırı’ siyasallaşarak korumak zorunda kaldı. Bu nedenle bugün hangi konuda kimle konuşursanız konuşun, alacağınız cevaplar o derin siyasallaşmayı yansıtıyor. Ayşe Yırcalı tarafından El Cezire’de yayımlanan iki günlük izlenimler, bu durumun değerli yansımalarına sahip. 

Diyarbakır Kürt meselesine Ortadoğu coğrafyası içinden bakıyor. Yırcalı’nın cümleleriyle “Barış sürecinin ilanından sonra, atılması beklenen adımların gecikmesiyle sürecin uzaması, Suriye faktörünün süreç üzerindeki negatif etkisini artırdı… Rojava’nın Türkiye Kürtleri açısından naif bir sahiplenme anlamına geldiği ve Kürt halkının beklenti, umut ve korkularının Rojava özelinde temsil edildiği, kuzey Suriye’nin Kürdistanlaşma hayaline tekabül ettiği görülebiliyor.” Dolayısıyla “Kürt halkı PKK’ya çatışmalara dair bir iç tepki geliştirse de, Suriye bir yumuşak karın oluşturuyor, örgüt bu konuda kesinlikle eleştirilmiyor. Devlet ise Rojava’nın Türkiyeli Kürtler nezdindeki değerini doğru değerlendirmeyerek veya görmezden gelerek tamir etmesi zor bir hata yapmış, Kürtlerin vicdanında derin bir yara açmış durumda. Bu tutum Kürtler’in Suriye’de pozisyon alıp, mevzi ve statü kazanmasının AKP’yi rahatsız etmesi olarak okunuyor. Özellikle Tel Abyad’ın Kürtler tarafından ele geçirilmesinin ardından AKP kanadından verilen sert tepkiler, sonrasında tankların sınıra yürümesi, Suriye sınırında Kürtlerin değil, IŞİD’in komşu olarak tercih edildiği şeklinde okunuyor.”

Felaket tellallığı yapmak istemem, ama Hopa’da Pazartesi günü işlenen ve şiddetli yağmura yüklenen seri cinayetler daha büyük bir felaketin habercisi.

Evet, Hopa ölçülerine göre bile çok yağmur yağdı. Elektrik kesik olduğu için Hopalılar başlarına gelen şeyle ilgili televizyon kanallarında verilen doyurucu haberleri seyretmekten mahrum kaldı. Fakat felaketin akşamı zar zor ulaşılan telefon marifetiyle İstanbul’dan öğrendiğimize göre, metrekareye 255 kg yağmur yağmış. Bundan önceki rekor ise 90 kg imiş…

O sırada evde 10 kişi oturuyorduk. Biri 82, öbürü 89 yaşında iki kadın da vardı aramızda. Bu son rekorla önceki arasındaki farka herkes tırışkadan bilgi muamelesi yaptı. Ama herkes teslim etti ki, o günkü şiddette bir yağmur görülmüş şey değildi.

Aslında, Haziran’da da daha önce görülmemiş bir şey görmüştük. Bütün ay gayet serin ve çok yağışlı geçmişti. 80’in üstünde dört kadından da aynı şeyi duymuştum:

Can acıtacak olsa da bazı soruları sormamız, çuvaldızı kendimize batırmamız lazım. Şimdi. Çünkü bu kutsal işi şimdi yapmazsak, Veysel Eroğlu denen bakanın Hopa’da canlarını kaybeden insanların karşısında zerk ettiği ‘takdir-i ilahi’ türünden uyuşturucular eşliğinde kanıksayıp kayıplarımızı zamanla içimizde katlanılabilir bir sızı haline dönüştürüp rehavete kapılarak uyuşacağız. Ve sonra daha çok öleceğiz.

Popüler İçerikler

Göç İdaresi Başkanlığı Duyurdu: Türkiye'deki Suriyeli Sayısı Açıklandı
Askerlerine Cinsel Saldırıda Bulunan Komutana 38 Yıl 70 Ay Hapis Cezası Verildi
"Bir Evim Varsa Onun Sayesinde": Hakan Meriçliler'den Vural Çelik Tartışmasında Gülse Birsel'e Büyük Destek!