Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Mesela... Savaşta olduğumuz IŞİD, savaşta olduğumuz PKK ile işbirliği içinde olduğumuzu düşünerek bize karşı yeni bir cephe daha açıyor.

Fonda çöl.

Ön planda silahları omuzlarında, sakalları bellerinde üç adam.

Ortadaki adam, konuştukça kamera -sağa pan, sola pan, yukarı tilt, aşağı tilt- ustaca dolanıyor.

Ellerin, yüzün ve silahın detaylarını biz fani izleyicilerin dikkatine sunmak görevi.

Konuşan kişi IŞİD’in bir emiriymiş! İslam Devleti Emiri!

Biz Türkiye halkının hiç bir kelimeyi, hiç bir vurguyu, hiç bir imayı kaçırmaması için Türkçe konuşuyor.

Evet, yıllarımızı verdik ve sonunda başardık, Suriye’den başlayan pisliğin orta yerine yerleşmeyi : IŞİD ilk Türkçe tehdit video mesajını yayınladı.

“Ey Türkiye halkı” diyor ‘emir’, “Gece gündüz haçlılara teslim edilmek için mücadele edilen İstanbul'u fethedelim. Ey Allah'ı inkâr edip tağuta iman edenler! Hatta kibirlenerek, hainlik yaparak, Atanız Atatürk'ün yolunda gidip Allah'ın şeriatinin dışında kanunlar çıkararak, haçlıları, mürtedleri ve ateistleri dost edinerek bizatihi tağut olanlar. Allah'a tevbe edin, onun şeraitiyle hükmedin ve İbrahim'in milletinden olduğunuzu ilan edin.”

TL hızla değer kaybederken elini çabuk tutması gereken Merkez Bankası, belli ki Ankara’daki siyasi havaya uyup para politikası kararlarında ‘istikşafi’ görüşmelere saplandı. Nasıl ki siyaset koalisyona niyetsiz ise Merkez Bankası da faiz artırımı masasında dağ gibi dururken, oyuncağa dönen para politikasını ‘sadeleştirme’ konusunda ‘keşfe’ dalmış görünüyor.

Dün faiz oranlarını değiştirmeyen Merkez Bankası, sadeleşeme için de kısa bir metin açıkladı. Bu, hem hemen adım atmasını bekleyenler açısından, hem de ortaya koyduğu tablonun belirsiz olması açısından hayal kırıklığı yaşattı. Bu oyalanma, TL’deki hızla değer kaybını devam ettirdi.

Dün bu açıklamalar geldiğinde, mali piyasalardaki farklı kaynaklardan şu ortak yorumu duydum; “bu işin sonu, bir gece yarısı olağanüstü toplanan Merkez Bankası toplantısında faizlerin şok artırımına gider”.

Siyasi belirsizliklere merkez bankalarının çare bulamayacağı düşüncesi sıkça dile getiriliyor. Bu, işini hep tam ve doğru yapan merkez bankalarının olduğu yerler için doğru olan bir değerlendirme. Merkez Bankası’nın kendi alanındaki belirsizlikleri çoktan azaltmış olması gerekiyordu; hem içerisi, hem de FED’in faiz artırımına hazır hale gelmek açısından çok önemliydi. Ne yazık ki Merkez Bankası da sona kaldı.

Savaş, sadece ölmek ve öldürmek demek değil: İşkence, tecavüz, göç, açlık, sefalet de pakete dahil.

Savaş, başlı başına bir suç zinciri ancak, savaşın bile kendi içinde de kuralları var.

“Savaş suçu” kavramı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra atıldı. Tanımın merkezinde, bir ülkenin ve askerinin eylemlerinden bir kişinin sorumlu tutulabileceği fikri yatıyor.

Soykırım, insanlığa karşı suçlar, sivil veya savaşan taraflara kötü muamele ve kadına yönelik şiddet eylemleri, bu kategoride...

Savaşta sergilenen davranışların sınırlarını, milletler hukukunun bir parçası olan uluslararası insancıl hukuk belirler.

Buna göre, savaş sırasında kadına yönelik şiddet eylemleri yasaktır, uluslararası kural olarak belirlenmiştir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi, zalimane muamele ve işkence, kişinin onuruna yönelik yapılan saldırıları; özellikle aşağılayıcı ve onur kırıcı muameleyle cinsel suçları “savaş suçu” olarak tanır.

Sağlık bakanı Mehmet Müezzinoğlu, “cumhurbaşkanı yerine başkan seçmiş olsaydık, Türkiye bugünkü kaosu yaşamazdı” demiş.

Demek ki neymiş?

Rejim yanlışmış.

Mevcut rejimi beğenmeyen bu arkadaş… Yunan vatandaşıydı.

Gümülcine’de doğmuştu, tahsil yapmak için rejimini beğenmediği Türkiye Cumhuriyeti’ne geldi. “Medrese”den tasdikname getirmişti, bu belgeyle herhangi bir okula kaydolabilmesi mümkün değildi. Buna rağmen, rejimini beğenmediği Türkiye Cumhuriyeti, ona yardımcı oldu, “misafir öğrenci” statüsüyle, imam hatip lisesine kaydedildi.

Liseyi bitirince, anca, Atatürk Üniversitesi ziraat fakültesi zooloji bölümünü kazanabildi. Gel gör ki… Rejimini beğenmediği Türkiye Cumhuriyeti, onun gibilere büyük bir imkan sağladı. “Yabancı uyruklular sınavı”na girdi, hampadan, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne yazıldı.

ABD iç politikasının en keskin fay hatlarından birini ‘kürtaj’ tartışması oluşturur. Tartışmanın bir tarafında tahmin edileceği üzere, devletin kürtajı tamamen yasaklamasını isteyen bir kısım muhafazakarlar yer alır. Bunlar sözde yaşamı savundukları için kendilerine ‘ pro-life (yaşam yanlısı)’ derler. Ancak, kürtaj karşıtlarının karşısında, yani tartışmanın diğer tarafında kürtaj taraftarları yer almaz. ABD’de veya dünyanın her hangi bir yerinde ‘kürtaj güzeldir, destekleyelim, gençleri özendirelim’ diyen kimse yok zaten. Kürtaj, kimsenin kimse için isteyebileceği bir şey değil. Peki öyleyse, kürtaj karşıtlarının karşısındaki grubun derdi ne? Bir kadının bedeni ile ilgili son derece kişisel ve mahrem alana, başkalarının ve hele hele devletin girip karar alabilmesi ihtimalinden duydukları rahatsızlık…

Savunmaları şu: Kürtaj, anne ile doktoru arasındaki mahrem ve kişiden kişiye, gebelikten gebeliğe, vakadan vakaya değişen boyutları olan son derece kişisel bir karardır. Bedeni söz konusu olan kişi ve doktoru dışında kimsenin, hele hele devletin bu konuya müdahil olmaya yetkisi yoktur. İşte bu yüzden, kürtajın ‘devletçe’ genel geçer kaba bir yasağa tabi tutulmasına karşı çıkanlar kendilerine, ‘pro-abortion (kürtaj yanlısı)’ demez, ‘ pro-choice (özgür seçim yanlısı)’ der. Devletin girmemesi gereken bir alana girmesinedir itirazları.

Almanya'nın Patriotlarını Türkiye'den çekmesinden sonra ABD'den de benzeri bir açıklama gelmesini CHP'nin yayın organı Yurt gazetesi “Türkler duyunca mosmor oldular” başlığıyla vermiş.

Sanırsınız CHP'nin değil, Netanyahu veya Esed'in gazetesini okuyorsunuz.

Cumhuriyet'te ise bir “karikatür” var. Balkon konuşması adını taşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir çocuğu ayaklarından tutmuş balkondan aşağı sarkıtırken “Başkanlığı vermezseniz atarım bu ülkenin çocuklarını aşağı” derken resmedilmiş.

Aynı Cumhuriyet'in manşeti ise “Varto depreminin 49. Yıldönümünde güvenlik güçleri ve PKK'nın arasındaki çatışmalarda ilçe harabeye döndü” diyor. Başlık: Depremden beter...

Şehit Savcı Mehmet Selim Kiraz'ı katleden DHKP-C'li katillerin servis ettiği fotoğrafı manşetine poster yapan Hürriyet'in “haberciliği” hala akıllarda. CNNTürk'ün spikeri Mirgün Cabas da “Bu eylem nasıl biterse bitsin çıkarılacak tek ders var: Çocukları vurmayın, anneleri yuhalatmayın” diye yazmıştı.

Diyarbakır’da sosyal hayat siyaset ile her an iç içe yaşanıyor. Gelişmeler birebir takip ediliyor, sözler ve söylemler halk arasında derinlemesine tartışılıyor. Algılar çok açık. Özellikle seçim sürecinde ve bugünkü çatışma ortamında insanlar taraflarca söylenen her sözü kendi vicdan süzgeçlerinden geçirerek bütünsel bir değerlendirme yapıyor.

HDP ve Demirtaş

7 Haziran seçimlerinde halkın HDP’ye gösterdiği yaklaşım siyasi bir partiden öte, Kürt halkının kenetlenmesi şeklinde okunabilir. Barışın devamına ve bir Kürt partisinin barajı aşarak meclise girmesine o kadar odaklanılmıştı ki, bütün siyasi söylemler bunun gerisine düşmüştü. HDP’nin dinamik ve katılımcı aday belirleme süreci ve seçim kampanyası sosyal tabanı daha da motive etti, sonuçta yüksek bir başarı elde edildi.

Seçimlerden HDP’nin bu kadar güçlü çıkmış olması, halkta bir özgüven yaratmış. “Kürtler için getirilen engel, Kürtler tarafından yıkıldı”, “El ele verdik ve barajı geçtik” memnuniyeti var. Normalleşmenin ve şiddetin durmasının bu hareketi güçlendirerek devam ettireceği, bu nedenle de HDP’nin barış şartlarını zorlayan taraf olması gerektiği düşünülüyor.

Ancak çatışmaların tekrar başlamasıyla HDP’ye barış ve silahsız çözüm için oy verenlerin bir kısmında bir hayal kırıklığı sözkonusu, desteklerinin amacı dışında kullanıldığına dair bir duygu hâkim. Bir Kürt partisinin seçim barajını aşarak 80 milletvekili ile parlamentoya girmesi sonrasında, çatışmaların neden tekrar başlatıldığına dair bir sorgulama başlamış. PKK’nın silah bırakması ve HDP’nin önünün açılması gerektiği düşüncesi baskın.

80’li yıllarda TRT’den başka televizyon kanalı yoktu.

“Anadolu’dan Görünüm” isimli bir programda, önce biraz GAP anlatılır; hemen sonra, fonda duyulan otomatik tüfek sesleri eşliğinde, üst üste yığılmış ceset görüntüleri gözümüze gözümüze sokulurdu.

“Terörün dış mihrakların oyunu” , teröristlerin kandırılmış Allahsız’lar olduğu, davudi bir ses eşliğinde yıllarca anlatılıp dururken binlerce insan öldü. Ama ne ilginçtir, 30 yıl geçti, GAP projesi hâlâ bitmedi.

90’larda internet yoktu.

Tansu Çiller iktidarı, “tak-şak” paşa olarak ünlenen Doğan Güreş ’in komutanlığında, “terörle mücadele” etti.

4000’e yakın köyün yakıldığı, zorla boşaltıldığı, yüz binlerce kişinin zorunlu göçe tabi tutulduğunu, tam anlamıyla öğrenmek 90’ların sonunda mümkün oldu.

Bugün onlarca televizyon kanalı, üç GSM operatörü, saç telinden de ince optik kablolarla yerküreyi dolaşan internet hatları var.

Ama Merkez Bankası’nın faizleri sabit tuttuğunu, Gürsel Tekin ’in gençleri yaşamda değil ölümde eşitleyen gözyaşartıcı bedelli askerliği kaldırma önerisini, Limak’ın Kuveyt’te 4 milyar dolarlık havaalanı projesini kazandığını öğrenebilen toplum; dün Silvan’da, Lice’de Şemdinli’de ne olup bittiğini doğru dürüst öğrenemedi.

Seçim sonuçları açıklandığından bu yana havuz medyada tekrar bir seçim telaşı var. Sonucun lehlerine çıkacağına o kadar eminler ki, bu konuda siyasetin ve matematiğin bütün imkânlarını zorladılar. AKP-CHP görüşmesinden bir sonuç çıkmayınca Star gazetesinin attığı “Haydi Seçime” başlığı da sanki seçimi şimdiden AKP kazanmışcasına coşkulu. Yeni Şafak’ın “Tek İhtimal Seçim”, Takvim’in “Tek Yol Seçim” başlıkları ha kezâ. Sabah’ı zaten söylemeye gerek yok. Yani MHP ile görüşme bile gerçekleşmeden işin adı kondu. Beklendiği üzere MHP görüşmesinden de bir şey çıkmayınca, havuzdaki erken seçim coşkusu, yerini “AKP elinden geleni yaptı muhalefet yanaşmadı” algı yönetimine bıraktı. Algı yönetimini akıllarından geçeni ortaya lönk diye bırakmak sandıkları için bunu yazı konusu yapmayı zül görüyorum. Peki ben bu girişi niye yaptım? 2002’de yaşadığımız çok benzer bir seçim baskısını hatırlatmak için. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, yaz başında çıkan Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı* kitabımda da manşet ve yazı örnekleriyle detaylıca yer verdiğim o seçim operasyonu bakın nasıldı?

'HASTA ADAM' ECEVİT

AKP’nin 2002 Kasım ayında tek başına iktidar olması efsane gibi anlatılır. Ya o seçimin hikâyesi. O seçim bir erken seçimdi. Kasım 2002’de yapıldı ama ondan önceki temmuz ayı, özellikle Doğan Grubu yayınlarının erken seçim baskısıyla geçti. DSP-MHP-ANAP koalisyonu 1999 Depremi’nin ardından 2001 ekonomik krizini görmüş ve epey yıpranmıştı.

Popüler İçerikler

Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
Göç İdaresi Başkanlığı Duyurdu: Türkiye'deki Suriyeli Sayısı Açıklandı
Mauro Icardi'den Olay Wanda Nara Paylaşımı: ''Evimde 2 Saat Boyunca Beni Taciz Etti''