Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Sen ne hakla kızımı iftirana alet edersin?

SEÇİM öncesi Şems Ethem'in gazetelerinde herkesin kanını donduran bir haber çıkmıştı.

Bu habere göre...

  • CHP'li Umut Oran ile 'Paralelci' Emre Uslu, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kızını öldürmeyi planlıyorlardı.

  • 'Sümeyye'nin icabına bakın', 'Sümeyye'ye suikast' başlıkları, Şems Ethem'in gazetelerinin birinci sayfalarını boydan boya kaplıyordu.

Ve dün...

Savcılık karar verdi.

Savcılığın verdiği karara göre 'Haberlerde acemice hazırlanmış bir delil üretme çabasının olduğu' saptandı.

Haberi yapan gazetelere iftira davası açıldı.

  • Şimdi ailesiyle ilgili haklı hassasiyetini bildiğimiz Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'dan, Şems Ethem'e şöyle bir sesleniş bekliyoruz:

  • Ey Ethem!

  • Sen hangi hakla benim kızımı, iftira ve yalan haberlerinin başkahramanı haline getirirsin.

  • Buna ne hakkın var?

  • Bir baba olarak bana bunu nasıl yaşatırsın?

  • Olmayan bir suikast iftirasıyla beni ve ailemi nasıl tedirgin edersin?

  • Sen kimsin? Kimsin ya?

Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ’a soruyor gazeteciler:

HDP heyeti İmralı ’yla görüştürülmeyecek mi?”

Yanıt dört noktada:

HDP heyeti Öcalan’la görüşemez.

HDP heyeti çözüm sürecine ihanet etti.

Öcalan adına sürekli yalan söylediler.

Öcalan’ı istismar ettiler.

Bu sözler gerçek mi?..

Başbakan Yardımcısı daha önce de, Öcalan fırsat bulsa HDP’lilerle Kandil’dekileri elinde sopayla kovalar demişti.

Gerçekten öyle mi?

Bu kadar kızgın mı Öcalan?

Yeni değil, ‘ yandaş medya ’nın köşelerinde de öteden beri Öcalan şöyle düşünüyor, böyle düşünüyor yazıları çıkar.

Genellikle İmralı’yla Kandil ve HDP’nin arasını açmaya dönüktür bu yazılar.

Gerçekten havası dediğiniz gibi olsaydı Öcalan’ı HDP heyetiyle bugüne kadar kim bilir kaç kere konuştururdunuz

Anlaşılan öyle ki, Saray’daki Sultan ’ın 7 Haziran’daki büyük hayal kırıklığı, Öcalan’ın duygu âlemiyle ilgili havayı biraz daha köpürtmüş durumda.

Akla takılıyor:

Bir haftadır en çok konuşulan parti MHP. Hem Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin ‘Boğaz’da oturup, viski ve rakın içen ve HDP’ye oy veren şerefsizler’ açıklaması hem de Bahçeli’nin basın danışmanı Metin Özkan’ın bir televizyon programında çantasına eğilerek ‘3000 kişilik şerefsiz listesi var’ demesi bir anda ‘MHP fişleme mi yapıyor’ tartışmasını başlattı. Ancak en temel soru sorulmadı. ‘Çantanın içinde ne vardı? Metin Özkan neden çantasına eğilmişti?

Özkan’ı aradım ve sordum.

  • O çantanın içinde ne vardı?

Programa terör konuşmak için gidiyordum. O nedenle terörle ilgili dokümanlar hazırlamıştım. Bu dokümanlar vardı.

  • Neydi onlar?

Erdoğan başbakanken ‘3000 terörist var’ gibi bir laf etmişti. 3000 aklımda oradan kalmış. Programa gitmeden google’ı taradım, TSK’nın ‘1500 kişilik terörist var’ gibi bir açıklamasına rastladım, onun çıktısını aldım, çantamda o kâğıt vardı.

  • Bir liste yok muydu yani?

Yok yahu, ne listesi! 3000 de afaki bir laf. MHP birilerini fişleyecek olsa örgütlerini sokağa dökerdi. Ama demek ki birileri kendini o listede görüyor ki üzerine atladılar bu lafın.

  • Devlet Bey kimi kastetti? Sizin liste lafınızdan üzerine onun açıklamaları bu algıyı kuvvetlendirdi.

İşte bu önemli bir soru.

Cemaatçi toplumlarda kişilerin kendi kimliklerini aşarak daha kuşatıcı bir genel kimliğe yönelmeleri kolay olmaz. Dünya koşulları ve zamanın ruhu davet etse bile sosyokültürel bağlar cemaatimizi terk etmeyi zorlaştırır. Eğer bu cemaat kimlikten beslenen bir siyasallaşmayı ifade ediyorsa, söz konusu kopuş nerdeyse imkansız hale gelir. Çünkü kimliğimizin ‘ötekiler’ tarafından dışlanmanın, itilmenin ve sonuçta yaşadığımız fiziki ve manevi sıkışmanın sonucu olduğunu göz ardı etmemiz mümkün değildir. Bu nedenle cemaatçi toplumlarda kimlik siyasetinin doğal bir zemini bulunur ve bu zemin radikalleşmeyi de daha meşru kılar.

Böyle bir ortamda HDP’nin ‘Türkiyeli’ olma hedefi desteklenmesi gereken bir çabaydı ve toplumun büyük bölümü tarafından olumlu bir açılım olarak algılandı. Haliyle beklenti bu partinin söz konusu ‘Türkiyelilik’ anlayışına uygun bir siyasi duruş ve strateji de geliştirmesiydi. Bunun pratik anlamı Çözüm Süreci’nin sahiplenilmesiydi, çünkü toplumsal birlikteliğin her düzeyde yeniden inşa edilmesini ifade ediyordu. ‘Türkiyelilik’ bütün vatandaşların adil ve eşitlikçi bir çerçeve içinde yaşamasını ima ettiği ölçüde, bunun kritik adımının Çözüm Süreci olacağı açıktı. Ne var ki HDP henüz işin başında ‘Türkiyelilikten’ ayrıldı. Çözüm Süreci siyasi söylemin dışına itilirken, seçim stratejisi anti-AKP çizgiye oturtuldu ve diğer muhalefet partilerini yaya bırakan bir radikallik sergilendi.

Toplum bunu çabuk değerlendirdi. Eğer AKP’nin üst üste gelen basit hataları Kürtlerin bardağını taşırmasaydı, HDP muhtemelen barajın altındaydı. Nitekim 2011 seçmenini veri aldığımızda son seçimdeki yüzde 13 HDP oyunun en az 11i Kürtlerden oluşmakta. Yeni seçmeni hesaba kattığımızda tablo daha da net… Bu seçimde kabaca 3 milyon yeni seçmen vardı ve bunların muhtemelen yüzde yirmisi Kürt’tü. Yeni seçmenlerdeki katılım oranının kabaca genele uyum gösterdiğini varsayarsak beş yüz bin Kürt gencinin bu seçimde oy verdiğini ve herhalde tümüne yakınının HDP’yi tercih ettiğini öngörebiliriz. Bu ilave 1 puan demek ve HDP oyunun toplam olarak 12 puanının Kürtlerden geldiğini ima ediyor.

Kısacası HDP söylem olarak ‘Türkiyeli’ olmaya heveslense de şu an için neredeyse katıksız bir Kürt partisi.

Alçaklık nereye kadardır; hayatın içinde ve kıvrımlarında?

Ahlaksızlık , satılmışlık, düzenbazlık , yalancılık, doğruluk nerede başlar nerede sonlanır?

Yaşam, bayağılaşmış bir ak ve kara arasında gidip gelmekse eğer, üçkâğıtçılık, ikiyüzlülük kirli düzenin vazgeçilmeziyse...

Renklerin birbirine geçtiği bir yelpazeye benzer hayat!

Sahtekârlığın tezgâhında böceğe dönüşen yaratık asla insan değildir.

Beyazla siyah arasında tükenmez bir alan, hayatın kendi döngüsü içinde soytarılar pazarına dönüştüğünde , nice düzenbazlar çıkar karşınıza...

O zaman namus tam burada biter, ahlaksızlık başlar...

Korkaklığın adresini arar birileri, faşizm boy vermeye , ötekileştirme, kin, nefret peş peşe sıralanmaya başlar...

Akla kara arasındaki evrensel yelpaze, sayısız insancıl geçişleri, duyarlılığı sağlar insana.

O zaman bir soru size:

“Mavi nerede biter beyaz nerede başlar?”

Siyahın bittiği yerde mavi bir aydınlık beyazı kucaklar...

2015 Şubat ayı başından itibaren havuz medyası sözde ele geçirdikleri birtakım gizli yazışmaları yayınlamaya başladı. Bunlardan biri, Sümeyye Erdoğan’a suikast iddiasıydı. Ama aynı derecede saçma başka iddialar da vardı. Amaç, Gülen Cemaati’nin suça bulaştığını sözde “delilleriyle” göstermekti. Fuat Avni, bir polis memurundan operasyon haberlerini alıyordu. Umut Oran’la doğrudan mesajlaşarak ona Başbakan’ı da Cumhurbaşkanı’nı da dinlediklerini söylüyordu. O konuşmalar da hiç inandırıcı değildi. Tıpkı Star’ın, Selâm Tevhid dosyası dolayısıyla attığı ve sonradan yalan olduğu ortaya çıkan “7 bin kişi dinlendi” manşeti gibi.

Bakın Fuat Avni, Umut Oran’a ne diyordu: “Başbakan’ı da dinliyoruz, Cumhurbaşkanı’nı da. O gerzek başkanına söyle (Kılıçdaroğlu’nu kastediyor) seçimlerde dinlemeleri paylaşacağız. Siz de üzerinden prim yapacaksınız.”

Umut Oran şu cevabı veriyor: “Kılıçdaroğlu’nun yanındayım, Başkanımız tamam diyor.”

Fuat Avni ise şöyle bir tehdit savuruyor: “Duyan olursa canıyla öder.”

Şubat 2014’te geçtiği belirtilen bu yazışmalardaki tutarsızlıkları ve teknik hataları bir kenara bıraksak dahi, tek başına içeriği, belgelerin düzmece olduğunu ortaya koyuyordu. Fuat Avni, CHP’lilerle diyalog kuruyor ama Kılıçdaroğlu’ndan “gerzek” diye bahsediyor ya da “Duyan olursa canıyla öder” tehdidini savuruyor. Buna mukabil CHP’li Oran hiçbir tepki göstermiyor.Zaten, 30 Mart 2014 mahalli seçimleri ve Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, hiçbir ses kaydı da ortaya çıkmadı.

Bu haftanın yazısı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ‘'İzmir’de, Marmaris’te yazlıklarında yatıp, AKP’nin olmasın diye oyunu MHP’ye vermeyen; ama HDP’yi Meclis’e taşıyan zavallılar, Türkiye’nin kaymağını yiyenler, Boğaz’da, yalılarda viskisini yudumlayıp oyunu HDP’ye veren şerefsizler. Şimdi, HDP ile koalisyonu kurun!’' sözlerinde geçen ‘viski’ye dair. Konunun ‘şeref’ ile ilgili analizini bir ölçüde Mümtazer Türköne yapınca () bana da işin keyifli yanı kaldı. Merak edenler olabilir, sosyal ortamlarda bir iki kadeh şarap veya yazları bir iki bardak biradan gayri içki içmem. Adabıyla, güzel güzel içenlere ise bayılırım. Viskinin ise bir kez tadına bakmışlığım vardır o kadar. Ama viski üzerine yazmak hakikaten keyifli bir iş oldu benim için. Hele de “J&B markası tersten Kürtçede ‘yaşasın’ anlamına gelen ‘biji’ diye okunur, renkleri de Kürt bayrağındaki gibi kırmızı-yeşil-sarıdır” şeklindeki absürt çıkarımların kol gezdiği günlerde…

“Ülkede kan gövdeyi götürürken, iktidar adım adım 1990’lara ricat ederken, milliyetçi-mukadesatçı ittifak HDP’de temsil edilen Kürtlere ve onların destekçilerine karşı sözlü ve fiziksel saldırıya geçmişken, bu konu nereden çıktı?” diye sitem etmeyin lütfen, çünkü belki de bu tür hafif konuları ele alabileceğimiz son günleri yaşıyoruz. Bırakın da bu son fırsatları değerlendireyim arada…

Viskinin siyasi kültürümüzdeki yerine dair bir fikir vermekten öte bir hedefim yok. Zaten bir pazar yazısından daha fazlasını bekleyen de yoktur diye umuyorum.

Önce viskinin tarifini verelim. Ama bir ansiklopediden değil.

Sene 1991.

Pkk, Bingöl’de yol kesti.

Amerikalı, İngiliz, Avustralyalı, beş turist kaçırıldı. Arkeolog ayaklarıyla, Nuh’un gemisini aramak için Türkiye’ye gelmişlerdi. Karlıova’da konaklamışlar, bölge terörle yanarken, romantizm yaşamak istemişler, güneşin doğuşunu seyretmek için Şerafettin dağları’na çıkalım demişlerdi. Otobüsleri durduruldu, kaçırıldılar.

21 gün rehin tutuldular.

Bırakıldılar.

Bi mağarada sağ salim bulundular.

İncirlik’e getirildiler.

Oradan memleketlerine gittiler.

Bunlardan ikisi, Amerikalı, Ronald Wyatt ve Marvin Wilson’dı.

Gel zaman git zaman… Ronald Wyatt, 1999’da kanserden öldü. Marvin Wilson, rahmetli Ronald’ın dul eşiyle birlikte mahkemeye başvurdu. “Teröristler bizi yağmurun altında 18 saat yürüttü, dağlarda perişan olduk, hastalandık, karanlık mağaralarda kaldık, ödümüz koptu, Ronald bu stres yüzünden kanser olup öldü, benim sinir sistemim mahvoldu, çoluğumuzun çocuğumuzun ruh sağlığı bozuldu, bunların sorumlusu her kimse, tazminat ödesin” dedi.

Dava 2001’de açıldı.

Amerikan hukuk sisteminde görülmemiş şekilde, hayrettir, adeta sümenaltı edildi, ertelendi ertelendi, 10 sene bitmek bilmedi.

“Sümeyye suikastı” yalanı, başından itibaren buram buram sahtelik kokuyordu ve hiç kimseye inandırıcı gelmemişti. “Acaba?” dedirtecek tek istisnası vardı bu yalanın ve herkesin o tarafa bakıp “yoksa gerçek mi?” diye sorması makul görünüyordu.

Havuz Medya'sının çarşaf çarşaf yayımladığı masa başında üretilmiş suikast muhaberatı hakkında Erdoğan'ın gazetecilere söylediklerinden bahsediyorum. Erdoğan yarım ağızla da olsa bu iddiaları ciddiye aldığını ve ailesinin tehlike altında olduğunu söylemişti. Bugün savcılığın tespitiyle bu iddiaların, bir iktidar üretme aracı olarak taammüden tasarlandığını ve tedavüle sokulduğunu biliyoruz. Sorun şurada. Kızına suikast iddiası gündeme gelen baba, bu ülkenin başbakanı idi. Durumu anlamak için hangisini öne almamız gerekiyor? Baba olmasını mı yoksa başbakan olmasını mı?

Kabataş yalanı ile Sümeyye'ye Suikast komplosunun, her ikisinin de ortak tek amacı vardı: İktidar enerjisi üretmek. İktidardasınız ama yönetemiyorsunuz; sorgulanıyor ve sınırlanıyorsunuz. Otoriteniz meşruiyetini ve dolayısıyla hükmetme gücünü kaybediyor. Kabataş yalanı, Gezi protestolarına karşı muhafazakâr-mütedeyyin kesimin desteğini harekete geçirmek ve toplumu kutuplaştırarak iktidar üretmek için ortaya atıldı. Bu yalanı ortaya atanların bile hayal edemeyeceği ölçüde başarılı oldu, amacına ulaştı. Gezi eylemcileri bu yalan üzerinden vahşi suçlulara dönüştü, ötekileştirildi ve marjinalleşti. Aynı başarı Sümeyye suikastı yalanında sağlanamadı. Bu yalan tam tersine karanlık atölyelerde iktidar üretme tekniğini ifşa etti ve doğrudan iktidara güç kaybettirdi. Bugün geriye dönüp amatörlüğü, çaresizliği ve hepsinin üzerine çıkan ahlâksızlığı daha net görebiliyoruz.

Yalnız MHP’nin değil, şu dönemde AKP’nin de siyasi stratejisi, HDP’yi PKK’nın bir aracı gibi göstermek üzerine kuruldu. MHP’nin şiddetli HDP fobisinin kendine göre nedenleri vardır herhalde. En azından, “ böyle ” davranıyorlar diye uzun boylu şaşkınlığa düşmüyoruz. Ama AKP’nin bu tavrı benimsemesi şaşırtıcı, çünkü kendi içinde çelişik tarafları var.

Şu basit denklem: “ Barış Süreci ” kavramının “ mucid ”i AKP. Yani, Kürt sorununun silâhın devreye girmediği bir müzakere ile varılacak bir uzlaşmayla, barışçı biçimde çözülmesi sürecini o başlattı. Böyle olduğuna göre, aynı anlayışı paylaşan, aynı hedefi gözeten başka siyasi aktörlerle aynı zeminde duruyor. Kendiliğinden bir ittifak zemini oluyor bu. Yapılacak şey, kendiliğinden oluşan ittifakı bilinçli, planlı bir güçbirliğine çevirmek.

HDP de o aynı zeminde duruyor, silâhların susmasını istiyor, buna göre kendine yeniden şekil vermeye çalışıyor vb.

Sonuç ne? Sonuç bu iki parti arasında şiddetli bir mücadele. MHP durduğu yerde MGM aslanı gibi kükrese de, asıl can alıcı mücadele AKP ile HDP arasında. Burada AKP’nin başlıca taktiği, HDP’nin PKK’nın şiddet eylemlerini kınayacak cesareti olmadığını göstermek, kanıtlamak. AKP için açılan bütün ağızlardan bu suçlama dökülüyor. “ Siz onları eleştiremez, kınayamazsınız, çünkü onlara tabisiniz! Siz ‘Türkiye partisi’ falan değil, PKK’nın maşasısınız!

Böyle mi? Bence değil, ama HDP’nin bazı davranışlarında ya da bazı HDP’lilerin davranışlarında böyle bir suçlamayı davet eden özellikler olduğunu görüyorum. Bunlar, Kürt siyasi hareketinin somut tarih içinde aldığı biçimlere bağlı. Onları da konuşmak istiyorum ama şimdi, burada değil.

Popüler İçerikler

ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
Askerlerine Cinsel Saldırıda Bulunan Komutana 38 Yıl 70 Ay Hapis Cezası Verildi