Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Ankara’daki üst düzey Batılı bir diplomat Türkiye’nin IŞİD ve PKK’ya yönelik operasyonlarını değerlendirdi...

Türkiye’nin üslerini koalisyona açması IŞİD’le mücadeleye fayda sağlayacak. Türkiye de operasyonlara katılacak

PYD müttefikimiz değil. PKK Türkiye’nin iç meselesi. Çözüm sürecine dönmek için önce PKK saldırılarına son vermeli

Ankara, birbiriyle iç içe geçmiş çok kritik öneme sahip iki süreci birlikte yürütüyor. 

Birincisi çözüm sürecinin geleceği ve terörle mücadele. İkincisi ise Türkiye’nin Suriye sınırının koalisyon güçleri ortaklığıyla terör örgütlerinden arındırılması. 

Türkiye için IŞİD’le mücadele ne kadar önemliyse Fırat’ın batısında PYD’nin bir oldu bittisine izin vermemek de o kadar önemli. 

Kuzey Suriye’de ABD desteğiyle meşru bir güce dönüşen PYD’nin pompaladığı motivasyonun Türkiye içinde çözüm sürecini getirdiği nokta ortada.

Ankara’da hem diplomatik, hem siyasi hem de askeri koridorlar bu günlerde çok hareketli.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile pazartesi günü buluşup, koalisyon konusunu konuşacak.

Normal olarak bu haberin heyecan uyandırması gerekirdi ama öyle olmadı.

Çünkü Beştepe sakini 'rol çaldı', koalisyon mu olacak, erken seçim mi olacak, kararını o verecek.

Tahmin ettiğim gibi Cumhurbaşkanı, seçime bir AKP hükümetiyle gidecek.

Çünkü Anayasa gereği bir erken seçim kararı alırsa kurulacak seçim hükümetinde CHP, MHP ve HDP'ye de bakanlıklar verilmesi gerekiyor.

Bunun sonucu devlet olanaklarının bu seçim için AKP'nin emrinde olmaması demek ki buna da alışkın değiller.

Kampanyanın önemli bölümünü devlete finanse ettirmek gibi bir alışkanlık kazandılar, bundan vazgeçemiyorlar.

Öte yandan rakip partilerin eline geçecek bakanlıklardan ne tür dosyaların dışarıya sızdırılabileceğini ve bunların seçimde aleyhlerinde kullanılabileceğini de en iyi kendileri biliyor zaten, bunu istemezler. Onun için Anayasa ve yasaların verdiği olanakları kullanacaklar.

Ya bir AKP azınlık hükümeti kurulacak ve TBMM seçim kararı alacak ya da bu hükümet devam ederken TBMM seçim kararı alacak.

Oyun planları şu anda bu.

IŞİD ile mücadele koalisyonuna girmeye razı olunduktan sonra, fevkalede tartışmalı biçimde, kendimizi PKK ile çatışmalı sürecin içinde bulduk. Dahası, asıl hedef HDP ve içerdeki muhalefet haline geldi. Yok, önce PKK ile çatışmalı süreç ve PKK eylemleri değil, zaten çoktan HDP hedef tahtasına oturmuştu, hem de seçimlerden önce. Şimdilerde, kronoloji tam tersine döndürüldü, sanki önce PKK ile mücadele başladı, HDP bu konuda sorunlu tavır takındı ve o yüzden “lanetli” hale geldi gibi. Oysa, topu topu birkaç aylık bir maziden bahsediyoruz, hafıza kaybı veya çarpıtma gibi bir mazereti olmayanların kolaylıkla hatırlayacağı bir mazi. 

Asıl mesele, başkanlık sistemi 

Hepimiz, asıl meselenin HDP’nin “başkanlık sistemi”ne karşı çıkışı olduğunu biliyoruz. Dahası, Kürt çözüm sürecinin kesintiye uğramasının nedeni de aynı; belli ki iktidar blokunun “çözüm”den anladığı Kürt siyasetinin “başkanlık sistemi” pazarlığına razı olmasıydı, bir şekilde istenen olmadı, başımıza gelenlerin nedeni bu. Ne olursa olsun PKK’nin savaş siyasetine geri dönmesi tabii ki, haklı görülecek değil, ama asıl meseleler gözden kaçmasın ki ne olduğunu daha iyi anlayabilelim.

Türk Silahlı Kuvvetleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri ve siyasi çizgisiyle Batı sistemini temel alan dünya görüşünü eğitiminden pratiğine dek hâlâ temel alan bir yapıdır. Akar'ın bunun dışında davranacağına dair bir işaret yoktur; aksi de beklenmemelidir.

Orgeneral Hulusi Akar, Başbakan Ahmet Davutoğlu başkanlığında 3-5 Ağustos’ta yapılan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantıları ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından yeni Genelkurmay Başkanı olarak atandı.

Zaten beklenen de buydu. Orgeneral Necdet Özer bir süredir yerine Akar’ı hazırlıyor, hükümet katlarına bu yönde tavsiyede bulunuyordu.

Akar’ı 2011’de Genelkurmay İkinci Başkanlığı’na aldıran, daha sonra 2013’te karargâh görevinden doğrudan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na tavsiye eden Özel idi.

Bunun iki temel nedeni vardı.

Geçtiğimiz günlerde gazetede Şilili müzisyen ve ozan Victor Jara’nın katillerinin ölümünden 42 yıl sonra yargı önüne çıkarılacağı yazıyordu. Müzisyenin kaçırılması ve işkence edilerek öldürülmesinden sorumlu tutulan 10 subay hakkında dava açılarak tutuklanmalarına karar verilmişti.

Türkçe’ye ‘barış içinde yaşama hakkı’ olarak tercüme edebileceğimiz,  ‘El derecho vivir en paz‘ şarkısında, “Bizim şarkımız saf sevginin ateşidir, bu evrensel şarkının zinciridir zaferi getirecek olan; barış içinde yaşama hakkı” diyordu Jara.

42 yıl sonra da olsa, katillerinden hesap soruluyor

Eli kanlı faşist diktatör Pinochet rejiminin katilleri, onu üniversitede çalışırken tutukladılar, stadyuma götürdüler, gitar çalamasın diye ellerini kırdılar ama o şarkısını söylemeye devam etti. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar. Ama o, öldüğü son ana kadar şarkısını söylemekten vazgeçmedi.

Abdullah Öcalan, 7 Haziran seçimlerinin ardından adeta İmralı'da unutulmaya terk edildi. Seçim sonrası zafer sarhoşluğuna kapılan Kandil ve HDP, Öcalan'ın adını silahlar patlayana dek anımsamadı. Ankara'nın teröre karşı güçlü bir irade göstermesi ve operasyonları başlatması üzerine PKK/HDP Öcalan'ı yeniden hatırlamaya başladı.

Şimdi en fazla merak edilen konu Ankara-İmralı ilişkilerinin ne düzeyde olduğu? Apo'nun bu dönemde söyleyeceği her sözün önemli olacağı inkâr edilemez; ama bundan daha da önemlisi devletin tepesinin Apo'ya nasıl baktığı ve ne söylediği. Çin ziyaretini izleyen gazeteciler olarak dönüşte Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İmralı'yla ilgili ne düşündüğünü sorma fırsatı bulduk. Erdoğan, Demirtaş ile Öcalan'a nasıl bakıyor? Bu iki ismi nasıl değerlendiriyor?

Haber Türk'ten Nihal Bengisu Karaca, Erdoğan'a Demirtaş ve Öcalan ile ilgili basında yer alan bir haberi sordu. Karaca, Öcalan'ın Demirtaş hakkında 'uluslararası bir proje' dediğini aktardıktan sonra şu soruyu yöneltti: Devlet Demirtaş ile Öcalan'a nasıl bakıyor, ikisi arasında bir fark görüyor mu?

Cumhurbaşkanı Erdoğan iki kez kendisine yöneltilmesine rağmen bu soruyu pas geçti. Öcalan ile ilgili olarak bir değerlendirme yapmaktan özellikle kaçındı. Erdoğan'ın bu tutumu dikkat çekiciydi. Benim çıkardığım sonuç devletin Apo'yu hâlâ gözden çıkarmadığı yönünde.

Doğma büyüme İzmirli, Kınıklı. Çiftçi bir ailenin çocuğuydu. Bir yandan okudu, bir yandan domates-mısır tarlalarında çalıştı, meslek lisesi muhasebe bölümünden mezun oldu. İş yok. Çiftçilik ölmüş. Ne yapsın? Soma’ya gitti, madene girdi. Yedi sene çalıştı. Haftasonu tatili yok, bayram tatili yok, yılbaşı tatili yok, bana mısın demedi, çalıştı.

*

Bi gün, göçük oldu, bir işçi altında kaldı. Herkes kaçtı. Ölümden değil… Şahit yazılmaktan kaçtılar. O kaçmadı. Elleriyle kazdı kömür yığınını, kazdı, kazdı, dört saat sonra arkadaşını çıkardı ama, iş işten geçmişti tabii, çoktan vefat etmişti. Sırtladı cenazeyi, dışarı taşıdı.

*

Yarım saat geçti geçmedi, müdür çağırdı, “dışarı çıkardığımda yaşıyordu, sonrasını bilmiyorum diyeceksin” dedi. İşçinin göçük altında can vermesiyle, ambulansta can vermesi arasında, hukuki açıdan dağlar kadar fark vardı, madenin müdürü yalancı şahitlik isteyerek, suçu patronun üzerinden atmaya çalışıyordu.

*

Bizimki, okulunu okuduğu muhasebeciliği hiç yapamamıştı ama, vicdan muhasebesini iyi yaptı. Çıktı savcının önüne, takır takır yaşadıklarını anlattı, “göçük oldu, emniyetçi bacada çay içiyordu, tahkimat yoktu, arkadaş göz göre göre gitti” dedi.

Selahattin Demirtaş, cumhurbaşkanlığı seçimini yürütürken de çok makul biri değildi, lakin yine de bir umuttu. Çözüm sürecinin geldiği noktayı sembolize ediyordu. Türkiye artık öyle bir yerdi işte: Kürt siyasi hareketi adına ölen-öldüren bir yapının bile kendisinden razı olduğu, bu yapıyla kol kola olmakla beraber yapıyı siyasete entegre ederek barışı getirebilme “ihtimali” olan bir partiden çıkan bir şahıs, devletin en tepesindeki makama talip oluyor, adaylığını koyuyordu. Aldığı oy sayısından bile önemli bir mesajı vardı bu olayın. Çünkü bu olay, devlete isyan eden bir örgütün ve ona kol kanat geren insanların bile “Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden razı olmaya geldik, günahımızla sevabımızla bu ülkenin parçası olmaya geldik” demiş oluyordu.

7 Haziran sürecinde ise rota değişmişti. HDP Türkiyelileşmiyor, sadece beyaz Türk- Türk solu-eski vesayet unsurlarıyla sosyalleşiyordu. Demirtaş’ın kampanyası, Erdoğan’a duydukları sevgi yüzünden çözüm sürecini bağırlarına basmış AK Parti ya da AK Parti’ye yakın kitleleri de hayrete düşürdü. Demirtaş, Diyadin’de askerle çatışan PKK unsurlarının da, Diyarbakır’daki patlamayı da devlete ve özellikle Erdoğan’a fatura ediyor, AK Parti yönetimini IŞİD’le işbirliği içinde gösteriyor, çözüm sürecine inanan insanlarla HDP tabanı arasındaki bağları koparıyordu.

Suruç'taki patlamaya tanık yüzlerce kişiden biri olmadığımız için bunu sadece “32 insan öldü” üzüntüsüyle mi atlatacağız yoksa bu büyük travmaya ortak mı olacağız? 

Zor günlerin içinden geçiriyoruz. Pek çoğumuz gibi benim de aklım epeyce karıştı. Olabilse de kendime format atabilsem, diyorum. Bildiğim şeylerin doğruluğundan ciddi biçimde şüpheye düşmüş durumdayım. Bildiklerimi gözden geçirmeye çalışıyorum. Özellikle gazeteciliğe ve basın fotoğrafçılığına dair anlamını bildiğimi sandığım kavramların, etik değerlerin ve hatta savunduğum doğruların zemininin boşaldığını, temellerinin sarsıldığını görüyorum.

Bu bir yandan da iyiye işaret aslında… Gelinen her uğrakta doğruların, düşüncelerin gözden geçirilmesinde yarar var. Doğru bildiklerimizin, emek verip geliştirdiğimiz düşüncelerin de tartışmaya açılması son derece geliştirici olabilir.

Duruşmayı izlemeye gelenlerin bazıları 'Nuh Köklü burada bizimlesin' yazan tişörtler giymişti. Tuhaf, hakikaten başka biri böyle bir cinayete kurban gitseydi Nuh orada olurdu. Ikinci bir tuhaflık daha var, insanın arkadaşının katilinin yargılandığı duruşmayı yazması. Bu ülke böyle soğukkanlılıklar bahşetti bize zaman içinde.

Başından beri 'kartopu davası' olarak anılıyor. Bir insan kartopu oynadığı için nasıl canından olabilir? Buna kimse bir akli zemin bulamıyor tabii. Nuh bile gitmezden evvel 'bu bir rüya olsa' demiş. Haklı. O kadar saçma.

Aslında hiç saçma değil. Aslında bunun adı kartopu davası falan da değil. Ailesi, dostları, gözlemci avukatlar, yine lüzumundan küçük bir salonda tıklım tıkış iddianameyi dinliyoruz. İfadelere göre bütün kalabalığa basbas 'Hepinizi s... Hepinizi öldürürüm, raporum var, anında çıkarım' diyen adam, sanık Serkan Azizoğlu gri takım elbiseleri içinde süt dökmüş kedi gibi. Evinden işe, işinden evine giden biri olduğunu söylüyor defalarca, çocuklarını, ailesini sıkıştırıyor araya. Kendi ilk ifadesini bile değiştirerek 'hatırlamıyorum'cular güruhuna katılmış. İlk ifadesinde çöpten bulduğu bir metal parçasını savurduğunu söylüyordu, şimdi bıçağı kabul ediyor ama şöyle: Bıçağı ben saplamadım, kendi üzerine düştü. İlk aklına geldiğinde 'Şahane fikir, böyle yırtarım' diye mi düşündü acaba? Salon homurdanıyor.

Popüler İçerikler

HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
Müge Anlı'da Yeni Bir Fenomen Doğdu: Habibe Kendine Has Tarzı ve Tavrıyla Hepimizi Fena Gaza Getirdi!
Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı