Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Reza Zarrab adlı sahtekâr, beni mahkemeye vermiş.

Kendisine iftira atmışım, kendisine 'sahtekâr' demişim.

Yüz bin kayme istiyor benden.

'Yüz Bin Türk Lirası.'

*

Hey yüce Rabbim, sen ne büyüksün!

İşte arayıp da bulamadığım fırsat.

*

Çıkacağım mahkemeye.

Ve tek tek ortaya dökeceğim bu Reza'nın sahtekârlıklarını.

-İran'da yargılanan Babek adlı uluslararası dolandırıcıyla olan ilişkilerini anlatacağım.

-Çikolata kutularına dolarları nasıl doldurduğunu anlatacağım.

-O pahalı saati, o Bakan Bey'e nasıl aldığının öyküsünü anlatacağım. 

-Kendi sesinden itiraflarını mahkemede dinleteceğim.

-İran makamlarından belge isteteceğim.

-Fezleke sayfalarını aralayacağım.

Kısacası...

Duruşma salonunu, bir sahtekârın sahtekârlığını kanıtlama platformuna dönüştüreceğim.

İple çekiyorum bu duruşmayı.

Sabırsızlıkla bekliyorum.

*

Duruşma tarihi belli olsun, sizlere buradan duyuracağım.

Belki siz de mahkemeye gelip tanık olmak istersiniz, bu memlekette namusluların da en az namussuzlar kadar cesur olabileceğine.

86 milyar euroluk kurtarma parasının ortaya çıkması biraz çetrefilli. Neden? Bunun 50 milyarının Avrupa İstikrar Mekanizması'ndan (ESM) geleceği açıklandı. Ama asıl sorun orada; 50 milyar gelecek de, Yunanistan'ın o fon için verebileceği teminat var mı? Yok.

Yunanistan meselesinde son günlerde olan biteni en iyi anlatan özet, The Telegraph gazetesine gönderilen bir okur yorumunda idi; “Yunanistan tartışması bana şunu hatırlattı; doktor hastasına 6 ay ömür biçmiş; hasta doktora yapacağı ödemeyi geciktirince doktor bir altı ay daha ömür biçmiş.”

Tarafların hepsi eurodan çıkışa yaklaşıldığını görüyor ama öncesinde ‘elimizden geleni yaptık’ manevrasında.

Yunan parlamentosundan zar-zor onay alan adımlar ile kriz sona ermiş değil. Sadece ‘yaşatabilir miyiz?’ arayışı var. Avrupa Komisyonu’nca anlaşmanın çizilen temel çerçevesine uygun biçimde Yunan hükümeti parlamentodan onay aldı. Ancak en temel soru şu; anlaşma olacak mı, bahsedilen 86 milyar euro nasıl ve nereden gelecek?

İran ve BM Güvenlik Konseyi arasında varılan anlaşma, bölgede yaşanan bunca kötü gelişmeden sonra, büyük ve ilk umut verici gelişme. Türkiye, Ortadoğu siyasetini büyük macera heveslerine kurban etmemiş olsa, bu gelişmeden en çok faydalanacak ülkelerden biri olacaktı. İran Devrimi’den sonra iki ülke, rejim karşıtlığı ve uluslararası ittifaklarda uzak düşmelerine karşı, aralarındaki ilişkinin bozulmadan devam etmesini başarmıştı. Son yıllarda bu tablo tamamen değişti, şimdi değişen “Yeni Ortadoğu” gerçekleri bakalım Türkiye’yi nasıl etkileyecek. 

Dengeler sarsıldı 

İran-Batı yakınlaşması ve bu çerçevede gerçekleşen son anlaşmayı daha iyi değerlendirmek için, 1979 İran İslam Devrimi ardından yaşanan gelişmeleri hızla gözden geçirmek gerek. Devrim öncesi, başta ABD, Batı dünyasının bölgedeki en önemli müttefiklerinden olan İran’ın devrimin ardından Batı ittifakından kopması ve dahası karşıt bir cephe oluşturması, bölgedeki tüm dengeleri sarstı.

Katar medya grubu beIN Media Group, Digitürk’ü satın aldı. Bu, Türkiye’de özellikle futbol ve televizyon ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı demek oluyor. Bundan böyle Lig Tv tarihe karışabilir. beIN sports Türkiye yeni adı olabilir. Kanal her gittiği ülkede bu markayla yayın yapıyor. Son olarak İspanya pazarına da, beIn Sports İspanya olarak girdi. Gelelim komplo teorilerime...

Galatasaray - Fenerbahçe derbisine özel ilgi olacak. beIN Sports yavaş yavaş dünyada ‘tekel’ olmaya başladı. Üç yılda 11 ülkede yayın yapar konuma geldi. beIN Sports, dünya çapında kendi elindeki kanallarda bu ‘derbi’yi pazarlamak isteyecektir. Bunun içinde televizyon gelirlerini cazip hale getirecek, futbolcu transferlerine aracı olabilir. Malum patronu Nasser Al - Khelaifi, Paris St. Germain’in de sahibi. İbrahimoviç’in isminin Galatasaray’la anılmasında acaba bu derbinin hiç rolü yok mu? Önümüzdeki yıllarda bir Türk takımının ‘satın alınması’ gerçekleşirse şaşırmamak lazım.

Eskilerin her bayram tekrar ettikleri güzel bir söz vardı; “Rûzun hemîşe ıyd ola, ıydin saîd ola” derlerdi.

“Her günün bayram, bayramın mübarek olsun” demekti.

Bugün bayram; sizlerin de her gününüz bayram gibi, bayramınız da kutlu olsun!

Şimdi genellikle “Ramazan Bayramı” denen bu bayram, bundan 20-25 sene öncesine kadar genellikle şehirlerde “Şeker Bayramı” diye bilinirdi.

Daha da eskisini soracak olursanız, o devirlerde “Ramazan” , “şeker” yahut “Kurban Bayramı” ayırımı yokmuş; eskiler her iki bayram için de “bayram” ın Arapça karşılığı olan “ıyd” sözünü kullanırlarmış... Sohbet sırasında yahut yazıda hangi bayramın kastedildiği cümlenin siyakından, yani gelişinden zaten anlaşıldığı için ayırım yapmaya lüzum da hissetmezlermiş...-

Ramazan Bayramı (asla şeker bayramı değil), Şevval ayının birinci günüdür, bu günde oruç tutmak câiz değildir. Ramazan'ın 29. gününün akşamı hilâl beklenir, görüldüğü takdirde ertesi gün bayram yapılır. Bazen ay otuz gün çektiği için 29. gün hilâl görülmezse bir gün daha oruç tutulur ve ertesi gün –başta hatâ yapılmamış ise- mutlaka hilâl görülecek ve bayram yapılacaktır. Günümüzde insanların hilâl gözlemesine gerek yoktur, bu iş ilgili kurumlarca yapılmakta ve günler ilân edilmektedir.

Ramazan Bayramı gecesi ve sabahı ilâhî rahmetin her tarafı doldurup taşırdığı müstesna zamanlardır. Bayram namazına giderken bulunabilirse birkaç hurma yemek, câmîye giderken başlayıp hutbeye kadar zaman zaman tekbir getirmek sünnettir.

Bayram namazına erkekler gibi kadınlar ve çocuklar da giderler. Hattâ âdet gören kadınların bile namaza katılmaksızın namazgâhın kenarında durmaları ve duaya, feyiz ve berekete katılmaları tavsiye edilmiştir. Zorluk ve engel bulunması halinde bayram namazı evde ve tek başına da olsa kılınabilir.

Birkaç yıl önce başka bir bayram yazısında da değinmiştim bu konuya. O yazıyı okumuş olanlar için tekrar olacak biraz, haberiniz olsun:

Bayram kelimesinin kökeni tartışmalı. Bazılarına göre Farsça “bezram”

kelimesinden geliyor. Bunun da “bezm-i râm” (neşe günü) sözünden bozma olduğu söyleniyor. Bazılarına göre ise eski Türkçede de mevcut olan bir kelime bu.

Kaşgarlı Mahmud, Türkçenin ilk sözlüğü olan “Divan-ı Lügatü’t-Türk”deki bayram (bazram) maddesinde “bu kelimenin aslını bilmiyorum; Çünkü bu kelimeyi Farslardan dahi işittim” diyor ki İranlıların da kullanıyor olması Farsça kökenli olduğu tezini kuvvetlendiriyor.

Zaten bizim Türkçede kullandığımız dinî terimlerin hemen hepsi

Farsça: Arapçadaki “salât” kelimesini kullanmıyoruz sözgelimi, onun yerine Farsçadaki “namaz” kelimesini kullanıyoruz. Aynı şekilde Arapça “savm” yerine Farsça “oruç”, “vudu’” yerine “abdest” diyoruz.

İran’ın ABD ve AB ile yakınlaşması, onların koruyucu şemsiyesi altındaki Suudi Arabistan’ı ve Sünni Körfez ülkelerini şimdiden endişelendirdi. En fazla endişe duyan, bölgenin tek nükleer ülkesi İsrail oldu.

Türkiye Başbakanı Davutoğlu ise Türkiye’nin İran’a yönelik ambargoların kalkmasını memnuniyetle karşıladığını ifade etti, o kadar… Ama içten içe kuşkular, korkular, endişeler büyüyor.

 İran’ın küresel sisteme katılma ihtimali, Türkiye burjuvazisini sevindirmiş görünmekle beraber durum öyle olmayabilir. İran, bu haliyle bile, göstergeler kıyaslandığında, Türkiye’yi sollayacak birçok potansiyele sahip.

 Büyük bir iç pazar ve kentlileşmiş nüfusunun yanında İran, dünyanın dördüncü büyük petrol, 2’nci büyük doğalgaz varlığına sahip. Bütçe açığı, cari açık gibi dertleri yok. Küresel şirketler, bankalar İran’da yatırım için sırada.

Suriyeli bir babanın feryadı, Filistinli ya da Türkmen bir annenin isyanı, Nijerya’da bir ailenin ahu-zarı...

Hepsi, ‘savaş’ın metastaz hali…

Yok etme kapasitelerindeki “geliştirilmişlik”leri ile “gelişememiş” insanlığımızın en yetkin kanıtı olan silahların kimsesiz bıraktığı Gazze’nin, Borno’nun, Halep’in isimsiz küçükleri, bugün gibi belleklerde Sudan’ın “Kaybolmuş Çocukları”,

Ve savaşın, ‘Suriye şapkası’ndan bir Sudan gerçeği çıkartıp çıkartmayacağı merakı.

Oysa savaşın her toprakta dokuduğu şapkasında zaten o Sudan gerçeği saklı…

Çünkü, sebep ayırmaksızın, tüm savaşlarda Çocukluğun ‘Yalın’ Hali aynı: annesiz ve babasız kalmışlık, kardeşsiz ya da arkadaşsızlık, barınaksızlık, gıdasızlık.

Bu yılın ilk altı ayında bütçe fazla verdi. Ama büyüme durdu. Bildiğiniz gibi son iki çeyrek üst üste bu ülkenin ekonomisi Türk Lirası sabit fiyatlarla ve dolar bazında küçüldü. Kişi başına gelir 10 bin 823 dolardan 10 bin 200 dolara düştü.

Peki, niye böyle oldu?

Çünkü vatandaş devlete vergisini ödüyor ama devlet gerekli üretken harcamayı yapmıyor. Bu yılın ilk altı ayında devletin gelirleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 12,7 oranında arttı. Ama devlet harcamalarındaki artış yine geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 10,7 oldu. Dolayısıyla bu yılın ocak- haziran döneminde bütçe 804 milyon lira fazla verdi.

Popüler İçerikler

Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı
Kılıçlı Yemin Olayında Yeni Gelişme: Teğmenlerden Sonra Komutanlar da Disipline Sevk Edildi
Teğmen Ebru Eroğlu İle İlgili Skandal Karar: Küfür ve Taciz İfade Özgürlüğü Sayıldı