Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

İlk görüşmeyi hem AK Parti, hem CHP'lilerin 'samimi' olarak nitelemesi önemli. Ama aradaki güvensizlik duvarları hâlâ yerinde duruyor. Bir yandan gözler hep Erdoğan'da tabii.

“Güven artırıcı önlemler” ya da “istikşafi görüşmeler” deyince aklımıza ilk gelen siyaset değil diplomasi oluyor.

Daha çok da Türkiye-Yunanistan, ya da Kıbrıs’ta Türk ve Rum taraflar arasındaki uzlaşmazlıkları gidermek için yapılan turlar.

Başbakan Ahmet Davutoğlu artık diplomasi bilgisini mi konuşturmak istedi bilemem, ama dün CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu ziyareti için kullandığı “istikşafi” sözü bana ilk anda bunu hatırlattı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hükümeti kurma görevini verdiği Başbakan Ahmet Davutoğlu, dün ilk ziyaretini CHP Genel Merkezi’ne yaptı.

Her şeyden önce görüşmenin başlangıcından yansıyan görüntüler ile ziyaret sonrasında her iki taraftan yapılan açıklamalara hakim olan olumlu açıklamaların uzun süredir gerilen geniş kitlelere bir umut aşıladığını söylemek gerekiyor.

Tabi, siyasette her şey başladığı gibi bitmez. Ak Parti ile CHP açısından dün aralanan diyalog kapısının ne kadar açık kalabileceğini önümüzdeki günler gösterecek.

Ak Parti-CHP ilişkilerinin hangi hat üzerinden ilerleyeceğini belirleyecek temel faktörlerden biri de bugün Davutoğlu ile MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yapacağı görüşmeden nasıl bir sonuç çıkacağı.

Hafta sonunda Brüksel’de AB temsilcileriyle Yunanistan arasında neredeyse aralıksız 48 saat süren pazarlık, AB içindeki büyük yarılmayı gözler önüne serdi. Bu yarılma, Yunanistan krizini kat be kat aşan bir sorundan kaynaklanıyor. Sorunun adı, Almanya. Almanya’nın muhafazakâr liderlerinin peşinden giden birçok Kuzey Avrupa ve eski Doğu Bloku üyesi ülke, bu sorunu daha da büyütüyor. Sadece muhafazakâr liderler değil, Alman sosyal demokrasisi de neoliberal dogmaya biat konusunda muhafazakârlardan geri kalmadığını bu vesileyle gösterdi. Kuzey ve Güney Avrupa arasındaki siyasal ve kültürel yarılma derinleşti.

Brüksel’de, 11 Temmuz öğle saatlerinden, 13 Temmuz sabahına kadar neredeyse aralıksız devam eden, esas oyun kurucunun Almanya Maliye Bakanı Schäuble ’nin olduğu ve yazı da gelse, tura da gelse neredeyse bütün istediklerini elde ettiği, AB tarihinin en uzun zirvesini ve bir bulvar trajedisini izledik.

Zor bir dönemden geçiyoruz. Kürt meselesi gibi çözülmeyen kimi sorunlar, Türk siyasetinin rövanşçı gelenekleri, mecliste oluşan çoğulcu temsil görüntüsüne rağmen sistemi tıkayabilecek hususlar içeriyor.

Malum, mecliste 4 siyasi parti var ve Davutoğlu'nun koalisyon turları başladı.

Aslında bu partiler arasında birden çok fazla işbirliği ve koalisyon ihtimali, imkanı var. Ancak bugün, mecvut siyasi koşul ve tutumlar kapıyı sadece AK Parti ve CHP arasındaki bir koalisyon ihtimaline açık tutuyor.

Bu tablo bile Türkiye'deki siyasi ayrışma ve bölünmelerin derinliğine ve niteliğine işaret ediyor. İlk günden bu yana altını çiziyoruz, meclisteki 550 milletvekilinin 160'ı iki zıt ve uç partinin milletvekillerinden oluşuyor.

“Kesinlikle istemiyoruz. Benim çocukluğum, gençliğim buralarda geçti. Mahkeme kimdir? Devlet kimdir? Mahkeme biziz? Halkız biz? Vali kimdir? Kaymakam kimdir? Mahkeme olanlar buralarda yatanlardır. Biziz” diyerek, kendi hayatını, çocukluğunu, gençliğini, yaşamını referans vererek, Karadeniz’de sekiz yaylanın birleştirilmesine engel olurken, doğanın savunusu açısının kendi yaşama alanı mücadelesine dönüşümünü, bir tür “ yerinden etme ” plan ve projelerine karşı “ buradayım ” deme halini bir kenara bırakıp ona “ana” diyerek “başının tacı” ilan eden herkes; bu yazı size.

Biz Rabia Özcan’a “ana” demiyoruz. Dozerlerin önünde bedeni ile doğrudan eyleyen bu kadınlar direnişlerin öznesidir. Bu özneleri analığın “cenneti ayakları altına alan kutsallığı” içinde eritmeye pek niyetimiz de yok.

Bugün resmen hükümet kurma çabaları başlıyormuş. Tek- partili hükümet kurma ihtimali görünmediğine göre, koalisyon imkânları aranacak –ya da “ aranır gibi yapılacak ”.

Seçimin hemen arkasından AKP’yi dışarıda bırakacak bir “ acil işler koalisyonu ” gereğine işaret eden bir yazı yazmıştım. 7 Haziran’dan çıkan başlıca sonuç, Türkiye toplumunun 2002’den beri AKP’ye açtığı krediyi sona erdirmesidir. Bundan böyle, bu parti inişe geçmiştir. Böyle olmasına bir “ sorumlu ” aranacaksa, akla ilk gelecek isim Tayyip Erdoğan’dır. Seçimden çıkan öncelikli net sonuç da, “ Bana 400 milletvekili verin ” diyen Tayyip Erdoğan’a verilmiş cevaptır.

Yinelemekte sonsuz yarar olan şu somut durumu kabul etmeyecek herhalde yoktur: Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokratik devlet bulunmuyor. Demek ki seçenekler açık. Ya laiklik benimsenip adam gibi uygulanacak ya da demokrasiden vazgeçilecek.

Topraklarımız açısından bu tercih yapılalı bir asırdan fazla oldu aslında. Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan çok önce, devletin din ve İslam dışı unsurlarıyla kurduğu ilişki değişmeye başlamıştı. 1920’ler ise halihazırda filizlenmiş burjuva devrimi kurumlarının inşasına sahne oldu.

Tabii kabul etmek gerekir ki hayli cesur adımlardı bunlar. Ve öylesine radikaldi ki neredeyse yüz yıl geçmiş olmasına karşın halkın ve siyasetçilerin ‘bir kesimince’ , bitip tükenmeyen bir nefretle karşılanıyor. Ancak henüz Atatürk’e ‘rahat’ sövülemediği için, dizginlenemeyen ‘ kin’ İnönü’nün adı üzerinden aktarılıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) heyetleri dün ilk görüşmeyi yaptı.

Genel Başkanlar Ahmet Davutoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu, 5’er kişilik heyetleri ile birlikteydi.

Görüşme sonrası iki taraftan gelen açıklamalar da, “Başlangıç için hiç de fena değil” mesajı taşıyordu.

Ama ilk günün sonunda oluşan havayı en doğru özetleyen ifade, ‘ihtiyatlı iyimserlik’ olmalı.

Diplomaside sıkça kullanılan bir terimdir... İki taraf da iyimser ama bir o kadar da dikkatli, ihtiyatlı...

PKK üç yıllık ateşkesi bozarak saldırılarını başlattı ve ateşkes sonrası dönemin ilk kurbanları gelmeye başladı bile… Uzun bir umut döneminden sonra umutsuzluğun tavan yaptığı günlerdeyiz.

Yıldıray Oğur dünkü yazısında, KCK’nın baraj yapımı yüzünden ateşkesi bitirme kararı almasının, “tarihe dünyanın en saçma savaş çıkarma gerekçesi olarak geçeceğini” yazmış ki, bu tespite katılmayan herhangi biri olacağını sanmam.

Kandil’den gelen şu açıklamaya bir bakın:

'Türk devletinin Kürt sorununda bir çözüm politikası olmadığı için baraj yapımlarında ısrar edilmektedir. Bu nedenle gerilla, kültürel soykırım ve askeri amaçlı barajların yapımını ateşkesi bozmak olduğunu söylemesine rağmen Türk devleti bu yönlü adımlar atmakta ısrar etmekte, en son Silvan Barajı’nın yapımında olduğu gibi çatışmalara yol açmaktadır. Onlarca yerde ateşkesi bozan böyle barajlar yapılmaktadır.'

Evvela “hırsıza” sövüp saymak şart: AB, Yunan meselesinde sergilediği performansla halk iradesini ve demokrasinin abc’sini (mesela seçimleri) hiçe sayan arsızca sermaye “yandaşı” bir müesseseler bütünü olduğunu dosta düşmana gösterdi.

Peki “ev sahibine” ne demeli? Syriza’nın verdiği tavizler, Tsipras liderliğinin uyguladığı siyasal stratejinin Avrupa Merkez Bankası kayalarına toslaması anlamını taşıyor. Tsipras liderliği, “yukarıyı” da (yani Troyka ve sermayeyi de) “aşağıdakileri” de tatmin edecek bir “orta yol” bulduğu iddiasındaydı. AB içinde “hava dönmekteydi”. Tsipras IMF ve AB kurumlarıyla çatışmayan, AB kurumlarının çerçevesini kabul eden bir müzakere sürecinin Selanik programının uygulanması için zaman ve uygun zemin yaratacağı iddiasındaydı.

Popüler İçerikler

Boks Tarihinin En Pahalı Maçı Öncesi Mike Tyson, Jake Paul'a Tokat Attı!
Türkiye'ye Gelir mi? Suudi Arabistan'da Forma Giyen Cristiano Ronaldo'dan Değişim Kararı
İzmir'de 5 Küçük Kardeşin Öldüğü Yangın Faciası: Bakanlık, Aileyi 18 Kez Ziyaret Etmiş!