İnsanın doğumu ve ölümü arasında geçen, adına hayat dediğimiz “şey” nasıl anlam kazanır? Biz neden bu soruları soruyoruz? Neden hayatı, geçmişi, şu anı ve kendimizi sorguluyor, neden rahatı ancak bir anlamın içinde bulabiliyoruz?
Bu her inançtan mütedeyyinlerin sadece kendilerinin yaşadığı bir sorgulama olduğuna inandığı bir durum bu. Oysa öyle değil. Ateistler ve “tamam, evrende bir enerji var ama” diyen bilinmezciler dahil herkes ölümden sonrasına aslında inanıyor.
Mesela tanrı tanımaz Marks ölümden sonrasına inanmasaydı, neden insanlık için kendi meşrebince o tuğla gibi kitapları yazardı ki? Düşünce sistemlerinde Allah yoktu ama, aslında bilerek bilmeyerek kendi hayatlarının anlamını manevi bir bağlamda, ölümden sonrasında buluyorlar, kalıcı olmak istiyorlardı.
Yani bu ihtiyaç insanın fıtratında olan bir şey. Ölüm insanın dostu. Çünkü bu çalkantılı, yoğun ve akıl çelici hayatta onu bir çıpada tutuyor, ömrünü bir anlam bağlamına oturtmak için içsel güç/ihtiyaç ortaya çıkartıyor. Ölümün dini ve aydınlanmacı yorumlanışı çok kritik bir ayrımı ortaya çıkardı. Ölümden sonrasını, “Bizden sonra yaşayacak insanların durumu” olarak