Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Geçmişte Gülen cemaatinin yapmış olduğu gayrı meşru tasarrufları bugünün sert tutumuyla mukayese ederek eşitlik üretmek mümkün değil. Gülen cemaati Balyoz davasını sulandırmanın ötesinde İzmir’deki casusluk ve Muş’taki Taşhiye davası örneklerinin gösterdiği üzere uyduruk soruşturmalar üzerinden örgütsel alan açma girişimlerinde bulundu. Selam Tevhid dosyası ile hayali bir gerçeklik üreterek olası siyasi rakiplerin tasfiyesine girişti. Bürokraside personel ve güvenlik şubelerinin kontrolünü ele geçirmekle yetinmeyip, KPSS suistimali sayesinde kadrolarını yığın halinde devlete taşıdı. Buna binlerce insanın dinlenmesini, MİT kamyonlarının aranmasını, Hakan Fidan müdahalesini ve 17/25 Aralıkta olası yolsuzluk üzerinden sahneye konan darbe girişimini ekleyebilir..

Sene 1953.

10 yaşındaydı.

Babasının işi için Beyrut’taydılar.

İşte ilk o gün gördü.

Bir oyuncakçı dükkanının vitrininde…

Çuf çuf dolaşıyordu.

Büyülenmişti.

Seyretti, seyretti, seyretti.

Alamadı maalesef.

Gel zaman git zaman…

Bir alışveriş merkezinde gezerken, çocukluğundaki oyuncak trenin benzerini gördü. Heyecanla almak istedi. Maalesef satılmıyordu. Alışveriş merkezinin dekoruydu.

Zamanında maddi imkansızlık nedeniyle babasının yapamadığını, bu defa kızı yaptı…

Alışveriş merkezindeki devasa oyuncak trenin nerede satıldığını araştırdı, buldu, doğum gününde hediye etti.

Baba evlada değil…

Evlat babaya oyuncak almıştı.

Zirveler hep tenhadır, kartallar hep yalnız uçar. Erdoğan da devletin zirvesinde yapayalnız. Performansı çok yüksek, gündemde boşluk bırakmadan siyaset üretiyor.

Onca yılın tecrübesini ve birikimini de eklediğiniz zaman bu çabaların bir karşılığı olmalı. Hayır, yok. Elinin altındaki dev iktidar cihazı olduğu yerde patinaj yapıyor, bir milim mesafe alamıyor. Önceki gün Ankara’da, dün İzmir’de seçimlere müdahil olmasının mazereti olarak söylediklerindeki “ben” vurgusunu, doğrusu bir yalnızlık ve yalıtılmışlık itirafı olarak okumalı.

Yargıçlardan sonra savcıların da tutuklanması, nereden bakarsanız bakın çivisi çıkmış bir devletin, iktidar eliyle yaratılan bir kaosun işareti. Ali Babacan, yargının itibar kaybetmesinden şikâyet ederken aslında ekonomiyi de kasıp kavuran bu kaosa işaret ediyor. Sorumlusu kim?

Türkiye’de unvanında “cumhur” ibaresi bulunan iki kişi var. Biri cumhurbaşkanı, diğeri de cumhuriyet savcısı. “Müddeiumumi” kelimesi yerine bu deyimi icat eden Mahmut Esat Bozkurt, sebebini şöyle açıklıyor. Cumhuriyet, milleti ve devleti birlikte ifade eder. Cumhuriyet savcısı, başbakanı da, bakanı da, valiyi de, büyükelçiyi de soruşturur.

İngiltere seçimlerinde seçimi kaybeden üç siyasi parti lideri istifa etti ya…

İşte bizim Başbakan Davutoğlu diyor ki, Türkiye’de de böyle olsun.

E, olsun!

Olsun da bu sizin sorumluluklarınızı ortadan kaldırmaz ki!

Kaldı ki, Türkiye’nin sorunu muhalefetin istifa etmemesi değil ki.

Siyasetin sorunu iktidarın hiçbir durumda sorumluluk hissetmemesi ve ne olursa olsun asla ve kat’a istifayı bir seçenek olarak görmemesidir.

Yoksa muhalefet istifa etse ne olur, etmese ne olur?

İktidarın muhalefeti istifaya çağırması, kendi yapması gerekeni muhalefete yansıtmasından başka bir şey değildir.

Türkiye’de işlemeyen kurumlardan birisi de bu istifa müessesesidir ve koltuğa yapışan herkes her durumda muhalefeti suçlamaktadır.

Ey muktedirler…

Avrupa’nın, Amerika’nın hep işinize gelen taraflarını öne çıkarıp, işinize gelmeyen taraflarını görmemeniz yüzünden bu haldeyiz ya.

Hukuksuzluğun zirve yaptığı günümüzde, “Dün Ergenekon ve Balyozcular’a, bugün paralele” gibi bir mukayese, gerçeğe uymuyor. Zira Ergenekon ve Balyoz davalarındaki iddialar ciddiydi ve Türkiye’de yaşanan maziyle de örtüşüyordu.

Meselâ Balyoz. Plan Semineri’ndeki konuşmalar bile askerlerin niyetini ortaya koymuyor mu? Kaldı ki, Balyoz’un sahte denilen belgeleri hem Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarata Karşı Koyma Birimi’nin parkeleri altından çıkmıştı hem de emekli Albay Hakan Büyük’ün Eskişehir’deki evinde ele geçirilen flash bellekte yer alıyordu. 10. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay, başkaları tarafından ulaşılması mümkün olmayan değişik mekânlardan, aynı muhtevadaki CD’lere ulaşılmasını, belgelerin gerçek olduğunun delili saymıştı. Ayrıca, 2009 yılına ait bilgilerin, 2003’te hazırlanan CD’lerde yer almasını, “güncelleşme” olarak değerlendirmişti. 10. Ağır Ceza Mahkemesi, sahtecilik iddialarını kabul etmezken şöyle demişti: “Belgeler güncelleştirilirken, bilgisayarın gerçek tarih yerine, tanımlanan tarihi, yani 2003’ü göstermesinin sağlandığı kanaatindeyiz.”

Montaj Burjuvazisini herkes görene kadar yazacağım...

Sevgili dostlar, bu coğrafyada 5000 kişi 70 milyonun 70 sene varlıklarını emdiyse ve ülke son 13 yılda ayağa kalkıp kaderini değiştirmeye çalışıyorsa, YERLEŞİK DÜZEN ve MONTAJ BURJUVAZİSİ gerçeği çok dikkatli sorgulanmalı!

1946 devalüasyonu ve İkinci Dünya Savaşı bunalımında “yön arayışı” ile iyice bunalan Türkiye, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı “burjuva sınıfına” ve onların uzantısı olan siyaset adamlarına maalesef teslim oldu... 1950-1960 arasında “kendini bu yapıdan” kurtarmayı deneyen Menderes ve ekibi, Türkiye’yi bu kalıptan çıkarmayı denese de “içerideki türetmelerin tahrikleri” ve dış odakların “tezgahı” ile maalesef kendi askerimiz tarafından linç edildiler... Ordu iyi niyetle (aklınca) hareket ediyordu ama aslında Türkiye’nin geleceğini-bağımsızlığını ve potansiyelini içine giren uzantıların tuzakları sonucu maalesef biçiyordu... Aynı durum 1960’tan 1977’lere kadar devam etti. Yerleşik yapı palazlandı, Burjuva’nın biti kanlandı, halkın varlıkları transfer edildi. 1977-1980 arasında “Türkiye’de başlayan fikri ve maddi” kıpırdanmaya izin verilemezdi, “NETEKİM DE” verilmedi! 1980’de yine aynı çark çalıştı ve 1960’da Türkiye’yi “asker süngüsüyle” tuzağa yeniden çeken DÜZEN, bu sefer yine aynı yola başvurdu.

28 Şubatçılar Recep Tayyip Erdoğan'a “Seni muhtar bile yaptırmayacağız” diyorlardı, post 28 Şubatçıların “Yetenek sizsiniz” yarışmasının torpilli birincisi HDP de “Seni başkan yaptırmayacağız” diyor.

Aslında hiçbir fark yok, hikaye hep aynı.

1960, 1983, 2002, 2007, 2015, fark etmiyor. İki kuvvet sürekli karşı karşıya; vesayet egemenliği ile halkın egemenliğini savunanlar arasındaki bir kavga bu.

Mesele dün de Erdoğan'ın şahsı değildi, bugün de değil.

Dertleri halkla.

Halk iradesinin devlete hakim olmasını istemiyorlar.

Türkiye'nin ayağa kalkmasını, dirilmesini istemiyorlar. Ülke diz çöktüğü yerde kalsın, ipleri dışarıda olsun, onlar da bu işin içeride taşeronluğunu yapsınlar, mutlu bir azınlık olarak halka efendilik taslamaya devam etsinler.

Bugün köşemi Hrant Dink’le Hayko Bağdat’a bırakıyorum.

İyi pazarlar!

Aldılar bir sabah biz 13 çocuğu…

Gedikpaşa’dan yürüyerek Sirkeci’ye…

Oradan vapurla Haydarpaşa’ya…

Haydarpaşa’dan trenle Tuzla İstasyonu’na…

İstasyondan da bir saat yürüyerek, göl ile denizi kenarlayan geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye götürdüler.

O zamanın Tuzla’sı bugünkü gibi zenginlerin ve bürokratların villalarıyla dolu bir mekân değil…

İnce kumlu, bakir bir deniz kenarı ve denizden kopma bir göl parçası…

Uçsuz bucaksız arazide bir iki ev, tek tük incir ve zeytin ağaçları ve hendek kenarlarına serpilmiş dikenli böğürtlen çalıları…

Ve artık…

Bir de bizim kurduğumuz Kızılay çadırları…

8 ila 12 yaş arası biz 13 çelimsiz için yazları Gedikpaşa Yetimhanesi’nin beton bahçesine mahkûm olma sona ermişti...

Hrant Dink: Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık...

Hrant Dink: Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık...

Ailelerimizi, yakınlarımızı ancak geceleri uzaklarda, parlayıp sönen kent ışıklarını izlerken anımsıyorduk. Yere düşmüş ve üst üste yığılmış yaşlı yıldızlara benzetiyorduk kent ışıklarını.

Üç yıl şafak vakti kalkıp, gece yarılarına dek çalışarak kamp binasını tamamladık.

Bir zamanlar çocuklar gibi şendik ve Ali Kocatepe söyleyince bizler de katılıp Tuna'dan kafilelerle geçerdik...

'Bundan böyle düşünerek atın adımlarınızı

Elbet bir gün mutluluktan yana alırız payımızı'

Ama tüm şarkıları unuttuğumuz gibi adımlarımızı düşünerek atmayı da unuttuk... Ve gün geldi, bu unutkanlara attıkları yanlış adımı Ahmet Kekeç Star'daki köşesinde hatırlatmak zorunda kaldı...

Unutkanlar

'-Kaçmayacaktınız... Meclis'e Cumhurbaşkanı seçtirmemek gibi ağır müeyyide gerektiren bir cürmün içinde yer alarak bir çuval inciri berbat ettiniz...

Meclis'in inisiyatifinde bulunan bir konunun, halkın inisiyatifine geçmesini sağladınız. Bir anlamda kendi kalenize gol attınız...'

'-Daha doğrusu, sizin bozduğunuz şeyi halk düzeltti... Eline fırsat geçer geçmez, 'Meclis'teki ayak oyunlarınızdan bıktık, Cumhurbaşkanını artık biz seçeceğiz' dedi ve bu kararına uygun olarak bir Cumhurbaşkanı seçti.'

Hukuku bir silâh gibi görme ve kullanma alışkanlığımız üstüne yazmak sık sık gerekli olur, çünkü hukuk sürekli böyle kullanılır. Şimdi gene aynı hikâye devam ediyor, ama biraz daha abartılmış, biraz daha absürtleşmiş biçimde. Suriye’ye giden TIR’ı durdurup arama yapanlar hükümeti düşürmek için silâhlı müdahalede bulunmakla suçlanabiliyor vb. Her şeyin mümkün olduğu bir ortam.

Dün bu konuya Nâzım Hikmet’e yapılanlar temasından girmiştim. Bu olay, gerçekten de, hukuk katlinin bir “haber değeri” taşımaz hale geldiği bu ülkede bile, olağanüstü bir örnek olmuştur. Yapılan rezaleti düzeltmeye CHP’nin eli bir türlü gitmemiş, 1950’de seçimi ve iktidarı kaybetmesine belki bu tek konu çerçevesinde sevinmiştir. Yerine geçen DP de türlü tereddütle ve içinden gelen çeşitli muhalif seslerle Nâzım’ın on üç yıl sonra hapisten çıkmasına yol açan kararı verebilmişti.

Nâzım’ın Türkiye’yi terkettiği anlaşılınca, DP kendini daha rahat hissedeceği zemini bulmuş ve hemen Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkarmıştı. Başlangıçta hapse mahkûm eden süreç kadar olmasa da, bu da bir hayli karakuşî bir karardı.

Popüler İçerikler

ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
İki Torunlu Mücevher Kralı 30 Yıllık Eşinden Genç Sevgilisi İçin Tek Celsede Boşandı
Arkeolog Muazzez İlmiye Çığ 110 Yaşında Yaşamını Yitirdi