Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Şeffaf olmayan SEÇSİS'e mahkum değiliz artık, Oy ve Ötesi var, T3 var. Nasıl mı? Buyrun anlatayım...

Geçen yıl bir dizi halinde yazmış, hatta bu mevzuda devletle ‘polemiğe’ girmiştim. Algı yanıltması yaparak ortada olan sorulara cevap vermeden vermiş rolüne soyunan, dolayısıyla polemiği yapan, elbette ki, ben değildim.

2004’te kullanılmaya başlanan Bilgisayar Destekli Seçmen Kütüğü Sistemi, SEÇSİS’tir. Benim bu sistemdeki açıklara değindiğim yazının başlığı ‘Seçim sonuçlarına güvenilmeyeceğinin somut kanıtı’ idi. SEÇSİS’in yapısı seçim sonuçlarıyla ilgili şaibe yaratacak cinstendi ve şu güne kadar hiç bir devlet kurumu aksini kanıtlayamadı.

Nasıl çalıştığını biliyorsunuz… Sandıklar sayıldıktan sonra tutanaklar ilçe seçim kuruluna gidiyor ve oradaki SEÇSİS ekranına sonuçlar giriliyor. İşte biz o tutanakların sandık başlarından ayrıldığı andan sonuçlar açıklanana kadar olan bölümde neler olduğunu bilmiyoruz. Karanlık bir devre…

Dün Dublin'de Türkiye'ye dönüş hazırlığı yaparken Levent Dink aradı.

“Sorunumuz var diyordu, Tuzla Çocuk Kampı yıkılıyor. Bugün yeni mal sahibi kepçelerle yıkıma başlamış. Ne yapabiliriz? Sesimizi nasıl duyarabiliriz? Nasıl durdurabiliriz? Orayı çocuklar elleriyle yaptılar. Burasının bizler için anlamı büyük. Üstelik mal tapulu. Ama devlet, vakıflar belli tarihten sonra mal edinemez gerekçesiyle okulu aldı eski sahibine iade etti. O da bir başkasına sattı… Yeni sahip yıkıma başlamış…”

Gayrimüslim mallarına bitmek bilmez el koyma serüveni bu ülkede, her devirde yeni tekniklerle devam etmiştir.

1936'da vakıfların devlete verdiği beyannamede yer almayan, o tarihten sonra edinilmiş tüm vakıf mallarına, 70'li ve 80'li yıllarda el konulması bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir.

Devletin el koyduğu Ermeni malları arasında Tuzla Çocuk Kampı şüphe yok ki en simgesel yerlerden birisiydi....

Memle-ketin cinnet halini görmek için, bazen sadece birkaç adım geri durmak, 2-3 metre dışarı çıkıp ne olup bittiğini uzaktan izlemek yetiyor.

Maalesef Türkiye, bir zamanlar kendisine atfedilen o dev şahlanışı gerçekleştirememiş, fetret dönemine girmiş, kendi skalasındaki ülkelere kıyasla, ekonomik ve politik anlamda geriye düşmüş durumda.

Bunu ben söylemiyorum; Türkiye’nin büyüme hikâyesinin durduğunu, ”3 yıldır patinaj yapıyoruz” sözleriyle itiraf ederek bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan söylüyor.

İşin bir ekonomik, bir de siyasi ayağı var; ki ikisi de birbiriyle ilintili.

Siyasete bakalım. Seçim süreci, hiçbir gelişmiş ülkede olmadığı kadar ”kaotik” bir atmosferde gelişiyor. Burada sadece kendi sesinin ekosuyla beslenen ve o çember dışında etki alanı sıfır olan yandaş medya sizi yanıltmasın. AB istikametindeki reform süreci durdu; hatta tüm uluslararası ölçümlere göre hak ve özgürlükler noktasında geriye gidiş var. Daha da önemlisi, hukuk devleti nosyonu bir tribün sporu seviyesine inmiş durumda.

2012’de adı Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi olarak değiştirilen Rize Üniversitesi, Recep Tayyip Erdoğan’a fahri doktora verdi. 

Recep Tayyip Erdoğan, fahri doktora aldığı kendi adını verdiği Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin akademik yıl açılış töreninde konuştu. Yönetim kurulunda Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın bulunduğu TÜRGEV, Recep Tayyip Erdoğan’ın karısı ve Bilal Erdoğan’ın annesi Emine Erdoğan’ın adının verildiği Emine Erdoğan Kız Yurdu’nu açtı. Açılış törenine Recep Tayyip Erdoğan, karısı Emine Erdoğan, oğlu Bilal Erdoğan ve kızı Esra Erdoğan katıldı. 

TÜRGEV Yönetim Kurulu üyesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan, İzmir’de nedense adı Recep Tayyip Erdoğan olmayan bir otelde imam hatip lise müdürleri, AKP milletvekilleri ve İzmir valisiyle basına kapalı bir toplantı yaptı. 

Türkiye’de nasıl bir rejim olduğunu soran bir yabancı tanıdığınız varsa bu haberleri kendisine aktarmanız kâfi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tarafsızlık performansı hakkında bir-iki kelam ederek başlayalım. Besmele yerine geçsin.

Kural dışı, faullü hareketleri olmaz mı, var elbette.

Meydanlara elde Kuran'la çıkması bir propaganda faulüyse, seçim zamanı meydanlara çıkmış olması da ayrı bir tarafsızlık faulüdür.

Hadi futbol jargonuyla devam edelim, ikisini de fair play'a oturtmak zor. Tarafsızlık kriterlerine uymuyor, teamüllere ve yerleşik kurallara aykırı.

Fakat aykırılık, kendi deyimiyle 'fıtrat'ında var Cumhurbaşkanı'nın.

O, oyunun kurallarını değiştirmek istiyor. Bizse oyunu, kurallarına uyarak, onlara meydan okumadan değiştirmeye çalışmasını istiyoruz.

Bekliyoruz ki çoğunluğu ikna edip yetkiyi alana dek yeni kuralları pratiğe geçirmesin. Yeni teamüller getirmeyi, mevcutları çiğnemeden denesin...

Ortaya dürüst diyebileceğimiz bir oyun çıkmıyor o zaman da. Açmaz burada; onun da açmazı, bizim de açmazımız.

“Genetiği ile oynanmış medya” deyişi bir süredir aklımda; geçen martta Washington DC ve New York’taki toplantılarda da bu kavramı kullanıştım.

Türkiye’de gazetecilikle ile ilgili benim tezim şu; medya, hep çok sorunluydu. AKP döneminde değişense, medyanın “geleneksel” sorunlarının adeta genetiğiyle oynanıp, var olan meselelere hormon basılması, sonuçta da bir “canavar medya” yaratılması oldu.

Birçok açıdan, AKP iktidarının özellikle son birkaç yıllık döneminin özeti bu zaten; bu dönemde, Türkiye’nin sorunlu hâllerinin, toplumsal kusurlarının daha da büyüyüp devleşmesi sözkonusu oldu.

1990’ların sonunda, gazeteciliğe başladığımda daha liseden yeni çıkmış sayılırdım. Siyaset dünyasından epey uzak, el bebek gül bebek yetişmiş biri olarak beni şaşırtan ilk gözlemlerden biri, Genelkurmay’dan gelen ya da gelebilecek telefonlara ilişkin korkulardı.

Abdullah Öcalan’ın Suriye’den İtalya ve Kenya’ya uzanan yolculuğu sözkonusuydu ve Dış Haberler Servisi olarak bu haberleri yazarken, “Bebek katili”, “eli kanlı terör örgütü” gibi ifadeleri kullanmayı reddediyorduk.

HDP’li Sırrı Süreyya Önder’in ‘Süreç hükmünü yitirdi’ demesinin ardından PKK’nın kongre kararından vazgeçmesi neyin sonucu? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tepeden delmekle kalmayıp  “Kürt sorunu yoktur” ifadesini kullanması ve HDP’yle girdiği sözlü atışmaların elbette.

Bu durumu ‘Seçim öncesi araları açılır, seçimden sonra tekrar masaya otururlar’ diye yorumlayanlar var.

Seçimin sürece direkt etki ettiği kuşkusuz. AKP bir yandan Türk milliyetçi oyları MHP’ye diğer yandan Kürt oylarını HDP’ye kaptırma riskiyle karşı karşıya.

Sıkça düşülen bir hata

Buradan yola çıkarak, Davutoğlu hükümeti ile Erdoğan arasındaki frekans farkının bir nevi ‘görev dağılımı’ olduğu fikri muhalefet cephesinde zaman zaman dile getiriliyor.

AK Parti mitinglerinde sahne alan, çoğunlukla üzerinde yaşadığımız coğrafyanın, geride bıraktığımız tarihin “idrak edilmesi” ve geleceğe ışık tutması faslı oluyor.

Muhalefet partilerinin “ideolojik vurguları az, ekonomik vaadi çok” seçim bildirgeleri hazırladıkları yönünde bir mutabakat var. AK Parti’yi kömür-makarna dağıtmakla ve tabanı bu yardımlara esir etmekle suçlayan muhalefet partilerinin, muhataplarını, yapacakları sosyal yardım ve ekonomik kazanım sağlayacak politikalarla büyülemeye çalıştıkları doğru. Ancak öyle vaatler var ki Türkiye’nin de entegre olduğu dünya sistemiyle, serbest piyasa ekonomisiyle, liberal ekonomi politikalarıyla uyumsuz. Gerçekleşmeleri için “devrim” gerekir. Peki buna niyeti olan parti var mı? Ya da bildirgesinde bundan bahseden? Pek tabii yok. O zaman bu kolaycılık olmuyor mu? Ya da kandırmaca?

Ayrıca hemen her partinin metninde yer alan onarma vurgusu, basbayağı ideolojik alana tekabül etmekte. AK Parti ile “bozulduğunu” iddia ettikleri “eski Türkiye”yi onarma iştiyakı hemen hepsinde öne çıkıyor.

Ferrari’sini satan bilge” gibi, Mehmet Görmez Hoca’nın hikâyesinin de derin boyutları var. Özellikle şu “ibret-i âlem” lafının. “Âlem”, genel bir ifade, yine de “lüks ve israf” eleştirileri karşısında makam aracının iade edilmesi öncelikli olarak “devlet büyükleri âlemi”ni ve bu âlemdeki şatafat ve debdebeyi “ibretlik” bir durum olarak nazara veriyor.

Kısaca Diyanet İşleri Başkanı’nın bir özeleştiri ve özür gibi algılanması gereken bu inceliğinden, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere her daim israf eleştirilerine maruz kalan devlet büyükleri ibret almalı. Düşünün bir kere, Görmez Hoca’nın jestinin, Cumhurbaşkanı tarafından tekrarlandığını ve “ibret-i âlem için” Beştepe’deki israf abidesi Ak-Saray’ın yok fiyatına özel sektöre devredildiğini. Lüks araçların ikinci eli pek para etmiyormuş. Olsun ibretlik olması, cari giderlerin kesilmesi, benzerlerinin caydırılması ve halktan üstü kapalı özür dilenmesi bile az şey mi? Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanı’nı bu örnek davranışından dolayı tebrik etmek ve ibret olmasını beklemek en doğrusu.

Farkında mısınız; hükümet enflasyon konusunda sanki dün göreve gelmiş gibi konuşmaya başladı.

Gıda fiyatlarındaki aşırı artışın enflasyonu olumsuz etkilediğini kaydeden bakanlar, son olarak gıda mallarında 'terbiyevi ithalat'tan söz etmeye başladılar.

Yani fiyatı aşırı artan mallarda ithalata izin verip, içerideki fiyatları düşüreceklerini söylüyorlar.

Peki, gıdadaki mevcut sistem yeni oluşan bir sistem mi?

Elbette değil; üretimden dağıtım kanalına, pazarından tüketicisine kadar her açıdan çarpık bir sistem var ve bu on yıllardır aynen devam ediyor.

Politikacılar kadar popülizm heveslisi bazı TV aktörlerinin de, sorunların bilimsel yönüne değinmeden yaptıkları sabun köpüğü programlara da bakmayın.

1980'lerin ortalarında Güneş Taner bakanken, 'enflasyon benim kişisel sorunum' diyerek hırsla işe asıldığında da gıda fiyatlarının enflasyona etkisini, yine hal yasasında yapılması gereken değişiklikleri konuşuyorduk.

Popüler İçerikler

Bakanlığın Gıda İfşaları Devam Ederken En Fazla At ve Eşek Etinin Satıldığı Şehirler Belli Oldu
Cübbeli Ahmet Çakarlı Araçla Geldiği Etkinlikte Şeriatı Savundu: Skandal Sözlere Tepki Yağdı!
Wanda Nara ile Yasak Aşk Yaşadığı Öne Sürülen Keita Balde Sivasspor'dan Gönderildi