Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Recep Tayyip Erdoğan: Oyu doğrudan AK Parti’ye isteyemiyor ya…“Hepsine eşit mesafedeyim” demek zorunda kalıyor ya… Ama buna rağmen “400 milletvekili” istiyor ya… İşte bunların hepsi ahalinin kafasını karıştırıyor.

Ahmet Davutoğlu: Erdoğan’ın günde iki konuşma yapması, “Seçim işi Davutoğlu’na bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” algısı yaratıyor. İşte bu en büyü sorunu… Alanı bir tek ona bıraksalar, hiç değilse imajı zedelenmeyecek.

Kemal Kılıçdaroğlu: Bu seçimde performansı yüksek. Ama bu yüksek performansın oya dönüşüp dönüşmeyeceği şüpheli. İşte temel sorunu bu… Şüpheyi ortadan kaldıramadıkça… İşi zor.

Devlet Bahçeli: Seçim bildirgesini ilk açıklayan mı kazanır, son açıklayan mı? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Bugün açıklayacak bildirgeyi… Etkisine bakacağız… Ondan sonra karar vereceğiz.

Gazete yazısının da, o yazının başlığının da sınırları vardır. Başlık dediğin üç beş sözcükten ibaret olmalıdır. Oysa ben dokuz kelimelik bir başlık tasarlamıştım. Sığdığı kadarını yukarıya koydum; aşağıda tamamı var: 

Türkiye’nin bütün yargıçları, “birleşin ve ayağa kalkın” desem beceremeyeceksiniz, öyleyse beter olun!.. 

Nereden çıktı şimdi bu, diyenleriniz olmuştur. 

Açıklayacağım… 

Önemli bir olay yaşanmıştır, ancak daha onun dumanı tüterken daha da önemli, daha da yakıcı bir olay bindirir. İster istemez ilk olay gölgede kalır. 

Geçen günlerde de öyle oldu. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla “Cemaat disiplini” içinde yer alan iki yargıç, Cemaat’e yakın oldukları için tutuklanan bir medya yöneticisi ile bazı polis şeflerini ince hesaplanmış bir hukuk manevrası ile tahliye etmek istediler. “AKP disiplini” içinde yer alan yargıç ve savcılar hemen harekete geçtiler, tahliye manevrasını son anda önlediler. Tahliye kararı veren iki asliye ceza yargıcını da HSYK’nin izniyle gözaltına aldılar ve ardından tutukladılar. Her iki yargıç şu anda mapus damında volta atmakla meşgul olsalar gerek... 

Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin 92 yıllık tarihinde görülmemiş, yaşanmamış bir olaydı. Eğer AKP tepelerinin ve elebaşılarının “1 Mayıs saldırısı” üstüne binmeseydi günlerce gazete manşetlerine oturması gereken bir olay...

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun eski Başdanışmanı Etyen Mahçupyan birkaç gün önce Akşam gazetesinde Alevi meselesiyle ilgili çok haklı bir yazı yayınladı. Bu olayın aynı zamanda bir Sünni sorunu olduğunu ifade etti.

Önümüzdeki seçimlerde AK Parti'nin yüzde 45-50 arası bir oyla iktidara devam edeceği kesin ve net. 2015 Temmuz ayından itibaren ise AK Parti hükümetinin çözmesi gereken en acil sorunlardan biri Alevi meselesi olacak.

Daha zengin ve daha güçlü ülke olmamızı isteyen her vatansever yurttaş Alevi meselesinin çözümünü istemelidir...

ersin düze geldiği bir dönem yaşıyoruz. 13 yıldır yapılan her reform, tersten inşa edilmiş bir devleti halkın iradesine uyumlu hale getirmek ve düze çevirmek üzere bir işleve sahip oldu. Az zamanda çok mühim işler yapıldı. Geldiğimiz noktada sandığa saygı arttı. Siyaset dışı yöntemler başarısızlıkla sonuçlanınca, bu yöntemlere bel bağlamış aktörler de siyaset alanına dönmeye başladılar. AK Parti tüm rakiplerini dönüştürdü. Öyle ki artık bir sonuç elde edebilmek için halkı ikna etmeleri ve sandığı etkilemeleri gerektiğini anlamış durumdalar. Ama nasıl?

Siyaset dışı yöntemler halkı yok sayıyor ve ayak oyunları ile bu bürokratik kulüplere iktidar olanağı tanıyordu. Şimdi CHP başta olmak üzere halkı ikna etmeye çalışıyorlar. Ancak halkla siyasete o kadar uzak ve yabancılar ki, bunu da tam beceremiyorlar. Halkla ilişki zaman ve çok emek istiyor. Ama bundan da öte, samimi bir yüzleşme yaşanmaksızın halkın güvenini elde etmek mümkün değil. Yani hem samimi olmak, hem de belki yıllar sonra karşılığını alacağınız bir çalışma başlatmak zorundasınız.

Son bir hafta içinde, hukuk ve demokrasi ölümcül yaralar aldı. Laiklik ise Suudi Arabistan'ın kuyruğunda, 'Suriye sahası'nda yok edilme tehdidi altında. Türkiye'nin güvenlik açısından 'tehdit önceliği' MGK bildirisinde söylenenler mi, Suriye'deki gelişmeler mi?

Yakın çevremizde son günlerde dikkat çekici gelişmeler oluyor. Söz konusu gelişmeler, Türkiye ile ilgili, dahası Türkiye’nin (bir başka deyimle iktidarın) rol aldığı gelişmeler. Sonuçları, Türkiye’nin yakın geleceğinde etkili olabilecek cinsten.

Suudi Arabistan’da hafta içinde bugüne kadar hiç olmamış bir şey oldu ve Kral Salman, ‘veliaht’ değiştirdi. En küçük kardeşi Muqran’ı azledip, veliaht olarak yerine yeğeni Muhammed bin Nayif’i, onun veliahtlığına ise kendi oğlu, yeni Savunma Bakanı Muhammed bin Salman’ı getirdi. Ülkenin 40 yıllık Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal’ı da emekliye ayırdı ve yerine kraliyet ailesi mensubu olmayan eski Washington Büyükelçisi’ni getirdi.

1 Mayıs 1977, solun büyük yürüyüşünün parmak ısırtan ışıltısıydı. Sol, köylerde, tarlalarda, fabrikalardaydı... İstanbul, o gün Taksim Meydanı’ydı... Sadece bir bayramı kutlamak için evinden çıkıp, geri dönemeyenler vardı. Ve mayıs, bazı coğrafyalarda daha kanlıydı...

Gözden çıkarılması olağan ve olmamaları tercih edilen insanlar vardır.

Bir istisna hukukla yok edilen, yokluklarının hesabının sorulması yasaklı.

Yasaklı meydanlar vardır o insanların çıkmak istediği ve çıktığı.

O meydanların bir tarihi, anlamı ve dili.

Bu yüzden iktidarlar değişse de değişmez devletin ezberi.

Ve özgürlük bazen, bir meydanın özgürleşmesine bağlıdır.

Sabahın bir sahibi var”dır ve camdan, çerçeveden önce hesapları sorulması gereken insanların hesapları.

1 Mayıs 1977, solun büyük yürüyüşünün parmak ısırtan ışıltısıydı.

Sol içi problemler, sokağı kriminalize etme çabaları bir yana, sol, köylerde, tarlalarda, fabrikalardaydı.

Belki bu yüzden, o gün öylesine güçlü gözüküyordu alanı süsleyen devasa işçinin kolları.

İstanbul, o gün Taksim Meydanı’ydı.

12 Eylül davası dosyasına giren MİT raporlarına göre, MİT’in bütün tedirginliği de bundandı.

DİSK’in 1 Mayıs’ın olaysız geçmesini istediği, olaysız geçmesi halinde DİSK’in kazacağının anlatıldığı raporda, 1976’da olduğu gibi 1977’de de bunun başarılabileceği anlatılmaktaydı.

Orta yaşlı bir hanım, çaresizlik içinde polise soruyor: Annemi doktora götürmem lazım, nereden geçeceğim?

Heyhat! İstersen ölüm döşeğinde ol, 1 Mayıs’ta tüm yollar vatandaşa kapalıydı.

Gözümün önünde işine gitmeye çabalayan onlarca sivil, tek tek Kurtuluş Caddesi’nin başındaki polis bariyerlerinden geri çevrildi.

Ara sokaklardan da hiçbir yöne çıkış yoktu. Her yer barikatlarla, polisle çevrilmişti.

Yasaklı 1 Mayıs’larda bile böylesi yaşanmadı.

İstanbul, 1 Mayıs 2015’e adı konmamış bir OHAL’le girdi... Sabah 06 itibarıyla vapurlar ve metrobüs iptal edildi; şehrin can damarları, Anadolu-Avrupa yakası bağlantısı toptan kesildi. Taksim’e çıkan tüm ana yollar trafiğe kapatılırken metro hatları da yasaktan nasibini aldı.

14.5 milyon nüfuslu, milyon turistin ziyaret ettiği kentte, E-5 haricinde ulaşım imkânsız hale getirildi.

Ama sorsanız, her şey serbestti! Hatta Başbakan Davutoğlu, “sembolik” olarak elinde karanfille gelenlere Taksim’in açık olduğunu söylemişti.

1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamanın zaten bir sembol olduğunu, sendikaların elinde zaten molotofla gelmeyeceğini gayet iyi bildiği halde...

Kürt meselesinde çözüme gidilirken çözülmemiş meselelerde psikolojik bir direncin oluşma ihtimali artıyor. Çünkü ‘çözüm süreci’ beklenti çıtasını yükseltiyor ve ‘istenirse’ çözümün kolay ve yakın olabileceğini akla getiriyor. Bu durumda yıllardır çözülmeden duran Alevi meselesinin nasıl değerlendirileceğini sanıyoruz? Nitekim bugün birçok kişi Alevilerin ‘kabahatinin’ silah kullanmamak olup olmadığını sorgulamanın eşiğinde. Oysa Alevilerin sosyal ve düşünsel zemininde silaha yer yok. Öfkeli ve mobilizasyona açık bir genç kuşak dışında, çoğunluk yeniden Aleviliği İslam içinde tanımlamanın gayreti içinde ve ‘solla’ da mesafeli bir ilişki sürdürmekte. Bu tutumun tarihsel temeli 1946’dan 60’a kadar Alevilerin Demokrat Parti’ye oy vermesinde bulunabilir. Ayrıca Balkanlardan gelen Alevilerin de sol siyasete yakın olmadıkları genel bir gözlem. 

Dolayısıyla Alevi toplumunun taleplerine hala cevap verilememiş olması açıklanmaya muhtaç. İktidarın Sünni hassasiyeti muhakkak ki bir role sahip. Ancak şöyle bir gerçek de var: 2002’de yaklaşık 300 civarında olan cemevi sayısı bugün 1400’e ulaşmış durumda ve bu artış AKP’li belediyelerin olumlu tavrı sayesinde oldu. Ne var ki bu destek zaman içinde derinleşmiş olan yaraya derman olmuyor. En basitinden, AKP iktidarı bizzat kendi belediyelerinin mümkün kıldığı cemevlerini devlet nezdinde hala ‘tanınabilir’ kılmış değil.

Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduğundan beri, sanki Başbakan olduğu yıllardan daha fazla konuşmaya başladı. Üzerine yargı verdiği konuların sayısı da artırdı galiba. Başbakan’ken rakip siyasetçilere cevap yetiştirirdi. Şimdi her gün yeni bir konuyla çıkıyor karşımıza ve her gün bir başkasının haddini bildiriyor.

Böyle her gün, her gün yapılan bir şey monotonlaşır, bıkkınlık verir. Normal olarak böyledir ama teslim etmek gerekir ki Tayyip Erdoğan –en azından şimdiye kadar– monotonlaşmadı. Nasıl oluyor da böyle “her dem taze” kalabiliyor sorusunun cevabı, her gün yeni bir alanda olmadık bir şey söylemesi olabilir. Beklenmedik bir söz, beklenmedik bir konu, beklenmedik bir eda ve üslûp. Cumhurbaşkanı sanki kendisiyle yarış halinde ve oldukça sık aralıklarla rekorlarını ya “egale” ediyor ya de aşıyor.

Örneğin Merkez Bankası Genel Müdürü’ne kimin hesabına çalıştığını sorması kimsenin akıl edebileceği bir şey değildi. Amerika’yı Müslümanlar’a keşfettirmesi ve Küba yamaçlarına camii yapması kendisinin de kolay kolay aşamayacağı bir doruktu. Derken Kıbrıs Cumhurbaşkanı’na haddini bildirerek yeni bir rekor kırdı.

Tahmin ediyorum, Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimini Mustafa Akıncı’nın kazanmasına içerlemişti. Bir yandan “sandığa saygı” nutukları çekiyor ama içinden kendisinin ya da bir benzerinin çıkmadığı sandıklardan hoşlanmıyor. Hoşlanmadığını belli eden söylemi de, eylemi de var. Mustafa Akıncı da bir “solcu”, zaten Tayyip Erdoğan’ın hoşlanmadığı taraftan. Herhalde sonuç kesinleşince kararını verdi, “Şunu bir benzeteyim,” dedi. Adam konuşunca da, benzetmek için neyin kullanılacağını tespit etti: “kardeşlik” iddiası.

17-25 Aralık 2013’te hırsızlık ve yolsuzluk bütün delilleriyle ortadaydı. AK Parti’nin tek çaresi, bunu bir komplo gibi göstermekti. Ergenekon ve Balyoz’dan yargılanan askerlerin gerekçesine sığındılar ve“Hepsi Cemaat’in kumpası” dediler. Söz konusu, hâkim, savcı ve polislerin Cemaat’le somut bir ilişkisi tespit edildi mi? Hayır… Her şey bir varsayımdan ibaretti. Ayrıca, “kumpas” demek için, dürüst ve namuslu insanlara çamur atılmış olması gerekmez mi? Yolsuzluk varsa, kumpas yoktur.

Demokrasiden nasibini almamış ülkelerde uygulanan bir yöntem benimsendi; iç düşman yaratıldı. Daha doğrusu, Ergenekon ve Balyoz sanıklarının açtığı yoldan ilerleyerek, “Her taşın altında Cemaat var” diyenlerin kervanına katıldılar.

Popüler İçerikler

İstanbul Bağcılar ve Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Okullarda Yılbaşı Kutlamasını Yasakladı!
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
Önce Meydan Okuyup Sonra R Yapmıştı: Murat Övüç "Bülentinkiler Sahte" Dediği Diva'nın Eteklerine Kapandı!