Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

“Kurt kuzuyu yemeye karar verince bin bahane bulur” haberini okumuşsunuzdur. Nehrin aşağı kısmından su içen kuzuyu gözüne kestirmiş kurtun, “Suyumu bulandırıyorsun” dediğinde, kendisine doğa yasalarını hatırlatarak

Erzincan Valiliği, HDP’nin 26 Nisan’da yapmayı planladığı miting başvurusunu Başbakan Davutoğlu nun ziyaret ve açılışlarında alınacak güvenlik önlemlerini gerekçe göstererek reddediyor.

Başbakan’ın kenti ziyareti HDP’nin mitinginden bir gün sonra.

Sayısız örneği yaşandı.

Yurdun dört bir tarafından takviye edebileceği otobüsler dolusu çevik kuvvet, onlarca TOMA, panzerle, devletin bütün olanaklarını elinde tutan iktidar, HDP’nin seçim mitingi yapacağı bir alanı, saatler içinde güvenlik önlemlerini tamamlayıp o alanı bin kez Başbakan’ın hitap etmesine hazır hale getiremez mi?

Elbette getirir.

Bugün 25 Nisan. Obama, 'soykırım'ı kelimesini değil, bir kez daha 'Metz Yeghern'i telaffuz etmiş olduğu için 'oh' mu çekmeliyiz. 

“Bizim bütün yıl boyunca beklediğimiz tek tarih var; 24 Nisan. O gün başımıza ne gelecek, ABD Başkanı ne diyecek, soykırım kelimesini kullanacak mı, kullanmayacak mı? Başka ülke parlamentolarında bu geçecek mi, geçmeyecek mi?. Ya 25 Nisan sabahı milletçe bir ‘oh’ çekeceğiz veya ilk defa ‘vah’ çekeceğiz…”

Bu sözler, 2008-2009 yıllarında Ermenistan ile yakınlaşma politikasında rol almış olan eski diplomatlardan Ünal Çevikoz’ün hafta başında Hürriyet ’te Cansu Çamlıbel ile söyleşisinden.

Bugün 25 Nisan. Obama, “soykırım” ı kelimesini değil, bir kez daha “Metz Yeghern” i telaffuz etmiş olduğu için “oh” mu çekmeliyiz.

Aynı söylemlerin ve hatta aynı kelimelerin ve kavramların bile her dinleyen tarafından farklı algılandığını bilmeliyiz. Yıllar önce Atina'daki bir panelde konuşmacı olarak yer alırken ben bunun farkına varmıştım. Ege adaları ve karasuları üzerindeki tartışmalardan ötürü Türk-Yunan gerginliğinin tırmandığı bir dönemdi. Atina'daki bir salonda üç Türk ve üç Yunanlı, aramızdaki anlaşmazlıklar üzerinde konuşuyorduk. Salonu tıklım tıklım dolduran Atinalı dinleyiciler, bize karşı öfkeli olduklarını belli eden tepkiler sergiliyorlardı.

Farklı anlamalar

O sırada anladım ki aynı kelimeleri ve kavramları kullandığımız zaman bile, dinleyenlere göre farklı şeyler ifade ediyorduk. Örneğin biz Türkler ' Ege ' dediğimiz zaman bu ' Deniz ' anlamına geliyordu. Yunanlı konuşmacılar ise ' Ege ' dedikleri zaman bu ' Adalar 'ı ifade ediyordu. Bizim ' Kurtuluş Savaşı zaferimiz ' Yunanlılar için ' Küçük Asya'daki yenilgi ' demektir. Bunun gibi Barış ve uzlaşma ' bir taraf için ' Teslimiyet ve yenilgi ', diğer taraf için de ' Diplomatik zafer ' değil midir?

Bugünlerde Erivan’da çekilmiş, ellerinde, 1915 öncesinden kalma, aile büyüklerine ait resimleri tutan bir grup çocuğun fotoğrafına bakıyorum. Bizim çocukların yaşlarında olmalılar, küçücüğünden büyüğüne…

Gerçek hayattaki komşumuzun suratsız, nefret dolu hâllerinden daha bir içten bakıyorlar bana resimden. Var olmayan bir hayatta sanki tanışıyoruz ailecek. “ Arayı açtık, görüşelim ” diyivereceğim geliyor fotoğraftaki çocuk yüzlerine.

Erivan’a ilk kez beş yıl önce gitmiştim. En canlı, neşeli yerlerine bile, yasın, matemin sindiği bir kentti. Güleç anlarda bile, sanki şehrin insanlarıyla aramızda hayalet dolaşıyor ve dışarıdan geleni, geçmişi düşünmeye çağırıyordu.

Bugünlerde 100. Yıl anmalarının yapıldığı, Soykırım Anıt ve Müzesi de, Erivan’a yolu düşeni, ısrarla kendine doğru çekiyordu.

Hiç sönmeyen bir ateşin yandığı, keskin hatlı Anıt, Tsitsernakaberd yani Kırlangıç Kalesi tepesinde. Müze de, Anıt’ın aşağısında yer alıyor.

Arka plandaki bir mesele de, ister ön yargıyla ister yargıyla, tarihin karanlıklarının deşilmesi değil.

Bir de bugünkü duruş var.

Batı’da ve Doğu’da artık halklara heyecan vermeyen…

Tam tersine saraylara kapanmış, Suudi ve Katar sarayları gölgesinde “Mursi’ye 20 yıl” ı dahi mecburen mesele edemeyen; “Rabıta” yüzünden “Rabia” yı bile unutmakta olan bir patinaj!

Suriye rejimi katliamlarının karşısında bir insanlık umudundan ziyade; halkları katleden, kadınları, kızları rehin, esir ve köle kılan vahşetin temsilcileriyle, “teyel” değilse bile “teğet” olmuş bir tuhaf çizgi!

Bunların herhangi bir yerinde ne Gazze var artık, ne Filistin, ne mazlum halklar, ne Arap Baharı, ne içten bir isyan, ne bir insanlık-demokrasi-hakkaniyet umudu.

Yüz yıl önce bugün 25 Nisan gecesi akşam saatlerinde bir gün önce evlerinden alınan 197 tutuklu o zaman bir kısmı merkez hapishanesi olarak kullanılan İbrahim Paşa Sarayı'nın avlusunda bir araya getirilir.

İki gruba ayrılırlar. İlk grup askeri otobüslere bindirilir. İkinci grup dörtlü sıralar oluşturarak, her sıranın sağ ve sol tarafında süngülü birer asker olmak üzere Sultanahmet ve Ayasofya meydanlarını geçtikten sonra Sirkeci'ye doğru yürüyüşe geçer.

Orada bir vapura binerek Haydarpaşa istasyona götürüleceklerdir. Hedef Ayaşa ve Çankırı'dır.

Sonra tekrar yola çıkarılırlar.

Çetelerin, tetikçilerin saldırısına uğrarlar ve çoğu hayatını kaybeder.

Tutuklamalar daha sonraki günlerde de devam etti.

Tutuklananlardan birisi de Krikor Zohrab'tı.

Şimdi bundan beş yıl önce bu köşede yayınlanan bir yazıya götürmek istiyorum sizi.

SOMA davasının beşinci duruşmasında ifadeler alınırken bir madenci annesi mahkeme heyetine seslendi: 'Deniz olsam isyanım kıyılara vururdu; bize bunların yalanlarını dinletiyorsunuz. Onlara şunu sorar mısınız: Siz hiç kucağınıza ölmüş bir evladınızı aldınız mı?'

Derin bir sessizliğe yol açan, insana insanlığını sorgulatan çıkışlardan biri. Bu ülkede bu soruların mezar başlarında, duruşma salonlarında yankılanmadığı gün olmuyor.

Her gün anaların, babaların acı çığlıklarını dinlemekten, isyanlarını çaresizce izlemekten heder olduk.

Özgecan Aslan'ın annesi kızının mezar taşını ve fotoğrafını öperek 'Güzel kızım, kıyamam sana kına gözlüm' diye ağıt yaktığında...

Babası 'Masallarla büyüdük. Bir varmış bir yokmuş. Bir Özge varmış, bir Özge yokmuş. Seni öpmeye kıyamadım, uykuda severdim, melek kızım benim' dediğinde...

Ali İsmail'in babası oğlunun resmini okşayıp gözyaşı döktüğünde...

Neredeyse bütün dünyanın, Türkiye’yi Ermeni tehcirinin 100. yılında mânevî ve insânî bir baskı altına aldığı bir ortamda iktidarın tutumu belli oldu; sonuna kadar inkâr, daha doğrusu bu baskıyı önümüzdeki seçimlerde milliyetçi-muhafazakâr kitleye yansıtarak yeni bir mağduriyet inşa edip sızlanmak: “İşte, bütün dünya bize bir kere daha karşı. Ermeni tehcirini bahane ederek bizi köşeye sıkıştırmak, 100 yıl öncesinin hesabını ödetmek istiyorlar vs.”

Çanakkale Zaferi’ni şimdiye kadar 18 Mart’ta kutlardık; aradan 100 yıl geçtikten sonra nedense bu defa ‘kara savaşları’nın yıldönümü, alternatif bir gösteriyle kutlamak hatırlanıverdi! Tarihin tam da 24 Nisan’a denk gelmesine ne demeli peki? ‘Tevafuk’tan başka ne söylenebilir ki? Mâdem Çanakkale cephesi tükenmez bir hamâset mâdenidir öyle ise çorbada benim de bir miktar tuzum bulunsun: Çanakkale cephesinde Osmanlı havacılarının küçük de olsa hissesi vardır. Sadece keşif görevi yapabilen birkaç uçağımız ve pilotları için önümüzdeki ağustosta, yine bütün devlet başkanlarının davet edildiği geniş çaplı bir kutlama bekleriz.

Kendi tarihimizi yanlış, eksik, taraflı öğrenmişiz. Sadece 150-100 yıl önce yaşananları değil, yakın tarihte olanları bile devletimiz ve medya nasıl uygun gördüyse öyle bellemişiz. Bu ortamda herkes kendine uygun yorum ve bilgiyi alıp “tarihi gerçek” diye sunuyor.

Türkiye’nin “onurunu” kurtaracağız, dikkatleri başka yere çekeceğiz derken yıllar yılı 18 Mart tarihinde kutlanan Çanakkale Savaşları’nın yıldönümü kutlamalarının 24 Nisan’a alınması da böyle bir hamle.

Peki, tarihi çarpıtmaya daha ne kadar devam edeceğiz?

Hayır; 100 yıl önce, hatta 20 yıl öncesine kadar belgeleri, tanıklıkları yok etmek kolaydı. Artık değil. Dolayısıyla tarihi yeniden yazma, çarpıtma hamleleri ancak mizah malzemesi oluyor.

Her şey bir yana, Çanakkale’de can veren onca askeri siyaset malzemesi yapmak, onların anılarına saygısızlık değil mi?

Üst düzeyde kutlamalar, anmalar yapılırken bari doğrusunu öğrenmek için çaba sarf edelim.

Hak ve özgürlükleri korumak için Ankara kriterleri yeter diyorlar ama Aleviler haklarını sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ ne giderek koruyabiliyor.

Yine öyle oldu. Cemevini bir ibadet yeri olarak tanımama konusundaki inat, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde utanç verici bir mahkumiyetle sonuçlandı.

Mahkumiyet utanç verici, çünkü AİHM, 14. maddeden mahkum ederek Türkiye’ ye, açık açık “Sen Alevi vatandaşlarına ayrımcılık yapıyorsun” diyor.

Cumhuriyetçi Eğtim ve Kültür Merkezi Vakfı’ nın açtığı davadan söz ediyorum. İlk olarak AİHM 2014 tarihinde Türkiye’yi mahkum etti. Geçtiğimiz günlerde de Türkiye’nin AİHM Büyük Daire’ye yaptığı itirazın reddedilmesiyle karar kesinleşmiş oldu.

Olayın özü şu; Alevi vatandaşlarımızın kurduğu bu vakıf, elektrik faturaları için mahkemeye başvuruyor. Ve diyor ki, camiler, kiliseler elektrik faturası ödemiyor, biz de aynı muafiyetten faydalanmak istiyoruz.

Popüler İçerikler

Bakanlık, Valiliklere Talimat Gönderdi: "Belediye Kreşlerini Kapatın"
Yönetmen İlker Canikligil'in "Kaçak Film" Çıkışına Röportaj Adam'dan Aşırı Haklı Tepki
A Millî Takım'ın UEFA Uluslar Ligi'ndeki Play-Off Turu Rakibi Belli Oldu: Macaristan