Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Geçmişimiz askerî müdahalelerle dolu ama siyaset biliminin literatüründe “askerî darbe” terimiyle anlatılan eylem, bunların arasında fazla yer tutmuyor. “27 Mayıs” için “darbe” diyebiliriz. Talat Aydemir’in eylemleri “darbe girişimi”dir. Daha uzak geçmişte Sultan Aziz’in hal’i de “darbe” sayılabilir. Ama 12 Mart, 12 Eylül başka bir kategori oluşturuyor.

Osmanlıca “halâskâr”, Türkçe’de “kurtarıcı”… Bu, Ordu’nun kendisine yakıştırdığı sıfat, Türkiye’de. “Halâskâr Gazi” denince, bundan Atatürk anlaşılıyor. Ama “gazi” kısmını kaldırdığımızda, sıfat, Ordu’nun sıfatı. Ordu kendisi böyle görüyor, topluma da böyle görmesini bildiriyor.

27 Mayıs’tan sonra, Silâhlı Kuvvetler, böyle bir olayın tekrar etmesinin Ordu için gerekli disiplini bozacağını haklı olarak düşündüler. Aydemir’in iki girişimi doğru düşündüklerini kanıtladı. Derken 12 Mart’a gidişte de benzer bir süreç oldu. 9 Mart yerine 12 Mart olunca , “Emir- komuta zinciri içinde” ideali gerçekleşmiş oldu. 12 Eylül’de artık kesinleştirilmiş bu yapı içinde oldu.

Böylece, Ordu, Türkiye’nin “iktidar bloku” içindeki belirleyici, güdümleyici yerini bir kere daha ilân etmiş, tescil etmiş (yeni Anayasa ile) oldu. Ordu içinde üç beş albayın, yarbayın değil, bir bütün olarak Ordu’nun yeri, rolü…

'Çözüm Süreci'ni noktalamak Kürt siyasi hareketi açısından söz konusu olamaz.

Sürecin bugününden olmasa da, geleceğinden kaygılanılacak ise -ki, kaygılanılmalı- asıl iktidarın tutumuna bakmak gerek

'Çözüm Süreci' ile ilgili olarak son birkaç günde dışarıya yansıyan gelişmeler, bu konuya ilişkin olarak yıllardır altını çizmeye çalıştığım hususları doğruladı.

'Çözüm Süreci'nin yol almasını gerçekten isteyen ve bunda samimi olan herkes için şu iki 'temel kural'ın altını defalarca çizmiştim:

'Devlet', izleyegeldiği geleneksel 'böl-yönet politikası'nı terketmelidir. Bu politika, bugüne dek gereksiz vakit kaybından başka bir şeye yaramadı. Bugün ise 'şiddet'e davetiye çıkartmaktan gayrı, olumlu herhangi bir sonuç vermez. 'Böl-yönet politikası' bugün itibarıyla, Abdullah Öcalan ile Kandil ve HDP'yi bölmeye çalışmak, kamuoyuna bunlar arasındaki farklılıkları vurgulamak şeklinde yürütülüyor. Bu yaklaşımdan vazgeçilmelidir.

Öte yandan, Abdullah Öcalan, Kürt sorununa ilişkin olarak devlet ile diyalog ve müzakere konusunda en tecrübeli şahsiyettir ve içinde bulunduğu malûm olumsuz şartlara rağmen, devletin 'böl-yönet politikası' için hiçbir zaman 'kullanışlı bir ortak' olmamıştır.

Devlet ve iktidar çevreleri, 'Çözüm Süreci'nin başladığı ilân edildiğinden bu yana, yani 2013 yılının başından beri, inatla bu iki hususta yanlış yapmakta ısrar ediyorlar ve yanlışı sürdürüyorlar.

11 yaşındaki A.A. ninesinin, annesinin, teyzesinin aynı evde peş peşe öldürülüşünü izledi.

Kadın cinayetleri” denen “erkek cinayetleri”nde, 11 yaşında onun payına üç kadının birden katledilişini izlemek düştü.

Dedesi karısını ve iki kızını öldürmüş, bir de kendine sıkmıştı.

Biz ne yazsak, ne desek, A.A.’ya “şiddet”i nasıl anlatabiliriz ki!

Can havliyle komşuya kaçtığı evde 11 yaşının hatıralarını bırakıp tek bir anın, birkaç dakikanın kanlı yükünü sırtlayarak “başka bir hayat”a asılı kaldı çoktan.

Hayatta kalmak hayatla kalmak demek değil tabii!

Siyasi sistemin değişmesi gereği aslında 1997 yılında 28 Şubat’la birlikte belirgin hale gelmişti. Bu müdahale her ne kadar zinde kuvvetlerin ülkeyi yeniden ‘fabrika ayarlarına’ döndürmesi gibi sunulsa da, gerçekte bir iflasın beyanıydı. Darbe sahte bir gerçeklik üretilip ve bunun medya üzerinden laik kesime inandırılması projesi üzerine oturmaktaydı. Diğer bir deyişle Türkiye’deki değişim darbeye imkân tanımayan farklı bir meşruiyet ürettiği için, darbeciler de sahte bir dünya üretmek durumunda kaldılar. 28 Şubat statükonun ahlak kurallarını hiçe sayarak vesayet sistemine tutunmaya çalışmasıydı. Bin yıl süreceği umuldu ama ancak beş yıl sürdü… Bugün vesayet sistemi AKP’nin direnci, cesareti ve toplumsal gücü sayesinde dizginlenmiş durumda. Ama bütün yasal zemini, ideolojisi, kurumları ve gelenekleri ile hâlâ varlığını sürdürüyor, siyasette boşluk doğduğunda başını kaldırıp etrafı yokluyor ve AKP’nin ‘bir biçimde’ düşeceği anı bekliyor.

Seçilmiş Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın yurtdışı ve yurtiçi BÜTÜNLEŞME-BİR OLMA-TEK OLMA gezileri YERLEŞİK KÜRSEL ve YEREL BASIN unsurlarını neden rahatsız etti hiç düşündünüz mü?

Sevgili dostlarım, başka sorular da soralım ve devam edelim; 2003 ve özellikle 2008 sonrası kendisi ve bulunduğu coğrafyanın kaderini değiştiren Türkiye ve bu amaç uğrunda her anlamda yolumuzu açan lider olan Erdoğan, neden hedef? Dünya genelinde “küresel sermaye ile iyi geçinip kendine yer edinmeye çalışanlar Davos’a koşarken, “benim için Davos bitmiştir” diyen LİDER, direnişin sembolü olan Güney Amerika’da “dünya 5’ten büyüktür” diyerek nasıl bir yol açtı?

Soruları maddeler halinde uzatabilirim ama yapmayacağım...Aslında neden her şey çok açık değil mi; 300 yıl sonra PARÇALAR, ANA GÖVDEYLE KAVUŞUYOR! Ve bunu sağlayan MERKEZ Türkiye, BUNU SAĞLAYAN LİDER ERDOĞAN, hedef tahtasına konuyor içeriden-dışarıdan ÇOK AĞIR BİR SALDIRI altında kalıyor!

Aslında o kadar da korkutucu değil; ölüm geldiğinde biz orada olmuyoruz çünkü...

Ölüm ve beden aynı anda aynı yerde var olamayan iki şey. Belki ölüm anında kısa bir süre ölüm bedene değip ondaki canı vakum gibi emiyor. Hatta ölüm anında birbirlerine çok çok yaklaşmaları, mıknatıs gibi etkileşmeleri, ama temas etmiyor olmaları da mümkün. Beyin sinirlerinin iletişimi gibi…

Kesin olan, ölüm varken bedenin artık olmadığıdır.

Tabii bunlar, son cümle hariç, büyük oranda spekülasyon. Çünkü ben hiç ölmedim.

Ama babam ölüp dirilmişti. Kalbi durmuş, elektroşokla geri getirilememiş, ölüm saati kaydedilmişti. Sanırım doktorlar buna “ex” diyorlar.

Müslüman ülkelerde demokratik sistemin yaşadığı sıkıntılar uzun süre önce “İslam ve demokrasi bir arada yaşayabilir mi?” sorusunu gündeme getirmişti. Hz. Muhammed’in bir din tebliğ ederken bir devlet de kurma işini de üstlenmesi, İslam’ın; toplum ve yaşamın her alanını kuşatan bir din olmasıyla sonuçlanmıştı. İslam’ın hükümleri insan oğlunun yasalarından üstün tutulduğunda, demokrasi de eğilip bükülen bir rejim olabiliyordu.

Cengiz Çandar ve Taha Akyol bir kaç gündür Batı akademiyasında Türkiye, İslam ve demokrasi üzerinde yapılan tartışmalara yer veriyor ve bu tartışmaya katkıda bulunuyorlar.

Türkiye’nin son 10 yıldır AKP iktidarıyla yaşadığı deneyim, İslam ve demokrasinin bir arada yaşayamayacağını savunan kesim için somut bir örnek haline geliyor.

Ancak, Türkiye sivil toplumu, cemaatleri, Müslüman demokratlarıyla başka bir gelişimin de ipuçlarını veriyor.

Sonuçta bir millî kuruluş, bu ülkenin ve dolayısıyla hepimizin güvenliğine katkıda bulunmakla görevli.

İtibarının yerlerde sürünmesi, AK Parti'nin merkez teşkilatının bir birimi gibi görülmesi bu ülkeye zarar. Galiba bugün devlet kurumları arasında her türlü olumsuz ve güvensiz niteleme MİT için yapılıyor. Tek bir kişiye hizmet eden, hukuk-kanun tanımayan, herkesin can ve mal güvenliğine yönelik açık tehdit oluşturan karanlık bir örgüt. Üstelik tarihteki benzerlerinden farklı olarak üstlendiği her işi ağzına-yüzüne bulaştıran beceriksiz bir gizli servis. Yazık ki, ne yazık!

Bir ülke başarılı olduğu zaman, bundan herkes yararlanır... İlk Boğaz Köprüsü Demirel döneminde başlatıldı diye, onun rakibi olan Ecevit bu köprüden hiç geçmedi mi? İkinci Boğaz Köprüsü Özal döneminde yapıldı diye, onu boykot eden Demirel ve Erdal İnönü bu köprüyü hiç kullanmadılar mı? Erdoğan TL'den sıfırları attığı için Kılıçdaroğlu harcamalarını dolarla mı yapıyor?

Siyaset etmeyi kavga etmekle karıştıranların akıllarına geçmişte yaşanılanlardan veya bugünün dünyasından ders almak hiç mi gelmiyor? Çoğulcu demokrasinin sade iktidara değil muhalefete de sorumluluklar yüklediğini bilmemek mümkün mü? Ya da'Kullanılmak' denilen olgunun farkına varmayanların, ülkelerini ne tür kaoslara sürüklediklerini yaşayarak görmedik mi?

Yenildik mi hep?

Kendi içime dalıyorum.

Bazen insanın kendi yalnızlığıyla başbaşa kalması iyi geliyor, hem de çok iyi.

Kar da yardımcı oldu buna.

Ne güzel yağdı.

Doya doya seyrettim.

İçim ısındı.

Ama hüzün de eksik olmadı.

Boğaz’ın üstü sisliydi.

Arada bir süt mavisi gelip oturuyordu.

Hayalet gemiler gri sisin içinden sessizce geçip gidiyordu.

Lapa lapa, usul usul yağdı kar.

Doya doya seyrettim.

Yenildik mi hep?..

Che’den Deniz’e?..

İyi ki Bach var!

Fugue, solo gitar, G minör.

Kaçıncı kez dinliyorum.

İyi geliyor.

İçime dalıyorum.

Hep yanlış yerde mi durduk?..

Elimde Oya Baydar’ın son kitabı, Yetim Kalacak Küçük Şeyler.

Soruyor:

Yanlışlık neredeydi?

Bizde mi?

Tarihte mi?

Kar ne güzel yağıyor.

Huzur uyandırıyor içimde.

Yalnızlığıma dalıyorum.

Kendi başıma yapayalnız kalmanın tadını çıkarıyorum.

Ama o soru işareti yine gelip çengelini bir yerlere asıyor:

Yenildik mi hep?..

Popüler İçerikler

"Bana Bilmediğim Bir Şey Söyle" Akımına Gelen Tıkanan Muhabbeti Açmalık Bilgiler
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Karşıtlarına Mesaj Yolladı: "10 Yıl Daha Yaşasa Bambaşka Olurdu"
Yeni Sezonda TV Ekranları Fena Karıştı: 5 Dizinin Ertelendiği Sezonda 6 Dizi Şimdiden Final Yaptı!