Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Neden Hedef Seçildim? | Hrant Dink | 12 Ocak 2007, Agos

Başlarken bir not: Hiç işlemediğim 'Türklüğü aşağılamak' suçundan 6 aya mahkum oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM'in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM'e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten her şeyi paylaşmak galiba en iyisi...

Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil... Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: 'Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301'den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink niye 6 aya mahkum oldu?'

Hafif atlatılanlar...

Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil. Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, 'Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?' diye az takla atılmadı. Kimine göre Adalet Bakanlığı'nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı. Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk'a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp 'Ben böyle bir şey demedim' demesi için çağrılarda bulundu. Sonuçta 'Pamuk davası'nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk'un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu. Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı. Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak'ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak'a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu. Benzer 'Hafif atlatmaları' Ermeni Konferansı'nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında 'Türklüğü aşağılamak' suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar.

Cevaplanamayan...

Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım. Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant Dink davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar Hükümet'e bir tür opsiyon verdi ve 301'in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği'nin baskısı karşısında, 'Sonuçları güzel' bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak Hükümet'in 301'e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant Dink'in mahkumiyet almış olması oldu. Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi. Sahi, 'Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301'den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink, üstelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin 6 aya mahkum oldu?'

Ermeni olmamın rolü

Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim. Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım. Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı'na kısa dönem askerlik (8 aylık) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum. Alay komutanımın odasına çağırıp, 'Üzülme, bir sorunun olursa gel bana' deyişi hâlâ belleğimde bir yara. 301'den yargılanış, aklanış ya da mahkum oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz. Dolayısıyla 'Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi', hele hele de 'Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi' arayışında asla olamam. Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim: 'Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?'

Bildiklerim ve sezdiklerim

Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet. Özeti de şu: Birileri karar verdi ve 'Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı... Ona haddini bildirmek gerek' diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir. Ne var ki benim ruhsal algılamam bu... Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor. İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz.

Haddimin bildirilmesi

Öncelikle Hrant Dink'in 'Çok olmasına' biraz açıklık getireyim. Dink zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu. 1996 yılıyla birlikte, AGOS'u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmi tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS'ta yayınlanan 'Sabiha Gökçen' haberi oldu. Dink imzasıyla ve 'Sabiha-Hatun'un sırrı' başlığıyla verilen haberde Gökçen'in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı. Bu haber, Türkiye'nin en çok satan gazetesi Hürriyet'te 21 Şubat 2004 tarihinde AGOS'tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye'de yer yerinden oynadı. 15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı'nın yaptığı yazılı açıklama oldu. Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı 'Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür' açıklamasıyla tepki koyuyordu. Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı. Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant Dink? Ona haddi bildirilmeliydi!

Resmi sohbete davet

Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı. Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi. O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak birşeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı. Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum. İstanbul Vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi. 'Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?' sorduğumda ise 'Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek' şeklinde yanıtladı. Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum. 'Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını' telkin ettiler.

Dikkatli olmalıydım

Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte Vali Yardımcısı'nın yanına gittim. Hayli nazikti Vali Yardımcısı. İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe 'Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?' sordu. 'Bir mahzur görmediğimi' söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım. Hiç beklemeden girişi yaptı Vali Yardımcısı. 'Hrant bey' diyordu 'Siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği'nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa'da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?' Vali Yardımcısı'nın bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı. Vali Yardımcısı'nın sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi. Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu: 'Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz' diyerek de beni kerelerce uyarıyordu. Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim. Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi. İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum. Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu! Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini farkettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim. Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi. Haddimi bilmeliydim... Dikkatli olmalıydım... Yoksa iyi olmazdı!

Artık hedefteydim

Hakikaten de sonrası iyi olmadı. Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen 'Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur' cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz'in başını çektiği bir grup ülkücü, AGOS'un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu. Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. AGOS içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı. Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi AGOS'un önündeydi. Grubun kullandığı sloganlar çok netti: 'Ya sev ya terk et', 'Kahrolsun ASALA', 'Bir gece ansızın gelebiliriz' Grubun lideri Levent Temiz'in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: 'Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.' Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi. Belli ki Ülkücü grubu AGOS'un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle- almayı başarmıştı.

Tehlikenin eşiğinde

AGOS'un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini 'Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu' olarak adlandıran grup tarafından yapıldı. Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Av. Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı'na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye'nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu. Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım. Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri... Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.

Cumartesi günü Paris’ten Brüksel’e geçtiğimde, Belçika’nın (ve Avrupa’nın) başkentinde olağanüstü güvenlik önlemleriyle karşılaştım. Zira perşembe günü Belçika polisi aynı anda birçok yere baskın düzenlemiş ve Verviers kentinde çıkan çatışmada Suriye’den yakın zamanda döndükleri söylenen iki Selefi militan öldürülmüştü. Belçika yetkililerine göre militanlar, polis ya da adliyeden üst düzeyde bir ismi kaçırdıktan sonra kafasını kesip bunun kaydını internette yayınlamayı planlıyorlardı.

Gel de kızma. Geçen hafta akın akın Paris’e koşan medya, merak edip son bir aydır tam bir savaş alanına dönen Cizre’yi yok farz ediyor.

Bu eleştiriye, kendimi de dâhil ediyorum! Günlerdir Cizre’de bir çocuk öldü, iki çocuk öldü, üç çocuk öldü diye ufak haberleri okuyup, sayfayı boş bakışlarla çeviriyoruz. Cizre meselesi televizyon kanallarında Paris’de yaşanan olayların 10’da biri kadar bile yer tutmuyor. Ancak, bu arada kentte hendekler kazılıyor, çatışmalar yaşanıyor, insanlar ölüyor.

Sahi, Cizre’de ne oluyor?

Paris’te 12 kişinin vahşice katledildiği kanlı dergi baskınına tüm dünya gibi Türkiye de büyük tepki gösterdi. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Paris’teki dayanışma yürüyüşüne katılması da bu tepkinin önemli bir sonucuydu.

Davutoğlu, Paris’teki yürüyüşe neden gitti? Kendisi bunu şöyle açıkladı: “Şahsen ve hükümet olarak Paris’e gittim. Çünkü her ne surette olursa olsun masum insanlara dönük bir eylemin ki orada polisler... birisi yine Müslüman olan Ahmet Merabet de öldürüldü. Terör olgusu, hepimizin karşı çıkması gereken bir olgudur. Her surette, orada dünya liderleriyle birlikte yürüyerek bu konudaki ilkeyi öne çıkardık. Ve benimsediğimizi gösterdik.”

Türkiye çözüm sürecine, Kandil ise çözümden sonrasına hazırlanıyor.

Cizre’den bakınca öyle gözüküyor.

Ankara’dan bakınca siyasi irade bunun farkında ve fırsat vermemekte kararlı.

Çözüm tekerinin önüne adı Cizre olan bir taş geldi.

Her nedense Cizre bana 12 Eylül öncesinin Fatsa’sını hatırlatıyor.

Süleyman Demirel Başbakan’dı. Ülke sıkıyönetim altındaydı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i çağırdı. “Fatsa’da Terzi Fikri diye biri var.

Manzaraya bakılırsa kimseciklerin testosteron şiddetini engellemeye niyeti yok.

Oysa sorun gün gibi ortada: Türkiye’de erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddet gittikçe büyüyor. Her beş kadından biri, boşanmak veya ayrılmak istediği için öldürülüyor. Katil, yüzde 46 gibi yüksek bir oranla koca... Onu “erkek akrabalar” izliyor.

Sadece medyaya yansıyan kadın cinayetlerine bakıldığında, 2013’te işlenen 214 kadın cinayetinin 2014’te 281’e fırladığını görüyoruz.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink 19 Ocak 2007’de Pangaltı’da arkadan vurularak öldürüldü. Katil küçük bir çocuktu! Kimi vurduğunu bile tam olarak bilemiyordu. Ona göstermişlerdi:

-Git ve öldür! Gerisine karışma. Biz seni kurtaracağız!

Zaten önceden böylesi birkaç eylem yapan yakın arkadaşı eline kolunu sallayarak gezip dolaşmıyor muydu?

Çocuk denileni yaptı. Sonra telefonda şöyle dedi:

 -Galiba çok önemli birini vurdum!

Aile Paketi’nin ayrıntıları ortaya çıktıkça farklı kesimlerin görüşleri de billurlaşmaya başladı. Büyük sanayicilerden henüz kapsamlı bir değerlendirme gelmedi ama kadın işçilerin ağırlıklı çalıştığı gıda ve hazır giyim sanayicileri söz birliği etmişçesine aynı açıklamayı yapıyor: “Biz kadın istihdamını artırmak için başka teşvikler bekliyorduk, bu olmadı. Bu paket bizi erkek işçi çalışmaya iter…”

Hukuk eğitimi veren okullarda mutlaka okutulmalıdır bu vaka, yargı nasıl kendi eliyle kendini çökertir, adalet nasıl el birliğiyle yok edilir.

Vaka, 8 yıl önce işlenen Hrant Dink cinayetidir. Yargı bu sekiz yıl boyunca adaletin yerine gelmemesi için çalışmıştır.

Hakimler değişmiş, savcılar değişmiş, yargının onuru yolunda, adalet yolunda, yakın günlere kadar tek adım atılmamıştır.

Hrant Dink cinayetinin, bir milliyetçi muhafazakar arkadaş grubunun öfkesinin ürünü olarak sunulmasına karar verilmişti.

İnanın, bu satırları yazarken içim acıyor.

Ali Babacan hariç bu hükümette düşünerek konuşan, rasyonel tek bir kişi dahi kalmamış durumda.

Dünya karmakarışık bir hal alırken, sorunlar sınır tanımadan yayılırken, ortalık buram buram korku ve tehdit kokarken, ülke her geçen gün yanlış siyasi kararlarla daha çok yalnızlaşıp doğudaki zorba yönetim modellerine doğru evrilirken, bu hükümetten yatıştırıcı, mutedil, umut veren, ikna edici hiçbir ses çıkmıyor artık.

Popüler İçerikler

Bakanlık, Valiliklere Talimat Gönderdi: "Belediye Kreşlerini Kapatın"
Meteoroloji 49 Kente Fırtına Uyarısı Verince Hava Forum 58 Kilo ve Altında Olanları Tiye Aldı
MasterChef Beyza Şiddete Uğradığını İtiraf Etti: "Yüzüm Yanınca Bu Yüzden Üzülmedim!"