Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Faşist bir iktidarı rahatça lanetleyebilirsiniz.

Askeri vesayetten kurtulabilirsiniz.

Komünist bir iktidarı yerin dibine sokabilirsiniz.

Liberallere ağzınıza geleni söyleyebilirsiniz.

Sömürgeciliği duvardan duvara vurabilirsiniz.

O görkemli sarayları yakabilirsiniz.

Tüm diktatörlerin heykellerini kırabilirsiniz.

Cumhuriyetleri yıkıp yerine yenilerini kurabilirsiniz.

Anayasaları silip silip baştan yazabilirsiniz.

Alaşağı ettiğiniz sistemlerin aktörlerini mahkemelere çıkarıp yargılayabilirsiniz.

Bu coğrafyada biri hariç, her türlü iktidardan gün gelir, hesap sorabilirsiniz.

Geçen günkü yazımda Humeyni’nin fetvasıyla başladığını söylediğim dönem ya da süreç Paris’teki cinayetlerle yeni bir aşamaya geldi. IŞİD’in ortaya çıkmasıyla olayın renginin değiştiği anlaşılıyordu zaten. 11 Eylül gibi büyük boyutlara ulaşan bir eylem bile, son analizde, çapı alabildiğine büyütülmüş bir terör eylemiydi. “Devlet kurma” hedefiyle ortaya çıkmak olayı başka bir düzeye taşıyor. Bu önemli.

Şimdiki duruma bakılırsa, IŞİD’in bu girişimi kendi bekledikleri hedeflere ulaşamamış gibi görünüyor.

Dört bakanla ilgili Meclis Soruşturma Komisyonu’nun kararı Türkiye siyasetinin durumuna epeyce ‘şeffaflık’ sağladı. Tek bir olayda darbeyi, suiistimalleri, siyaset yargı ilişkisini ve yolsuzluk meselesini bir laboratuvar ortamında yakalamak mümkün. Öncelikle arka plandaki algı gerçeğini bir kez daha hatırlayalım: Toplumun yüzde 70’i yolsuzluk olduğuna inanıyor. Ama yüzde 70’i de darbe olduğuna inanıyor… Bunlar ters yönde siyaset ima eden algılar olsalar da, basit aritmetik Türkiye’nin kabaca yüzde 50’sinin hem yolsuzluk hem de darbe girişimi olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Siyasi kavganın belirleyici olduğu ve bir tarafın salt yolsuzluk, diğer tarafın ise esas olarak darbe şikâyetinde bulunduğu bir ortamda bu yüzde 50’nin çok önemli bir işlevi var: Meşruiyetin temelini bu grup oluşturuyor, çünkü diğerleri yeterince nesnel değil.

ABD’nin bir Guantanamo’su olması kimseye şaşırtıcı gelmiyor. ABD her zaman yasalarıyla ve bu yasaların uygulanışıyla hukuku askıya almaya meyyal bir ülkeydi. “Fıtratında” var. 11 Eylül sonrası Bush açık açık söylemişti: Ya bizdensiniz ya onlardan. İngiltere’de de metro saldırıları sonrası ABD’deki Patriot Act’a (Vatanseverlik Yasası) benzer yasalar geçti, örneğin “terör şüphelilerine” gözaltı süresi kısıtlaması kaldırıldı... Ancak Kıta Avrupası’nda açık faşizm söylemi ve buna uygun yasalar çıkarmak, ABD ve İngiltere’deki kadar kolay değil. (Fransa’nın işgale katılmasından, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmedeki hevesinden, Suriye planlarından bahsetmiyorum, kendi ülkesinde yapabileceklerinden bahsediyorum.)

İstihbarat Dairesi eski Başkanı Sabri Uzun, Deniz Baykal kasetiyle ilgili bazı bilgiler verdi. Uysa da uymasa da, iddiaları peş peşe sıralıyor: “Kaset görüntüleri Cemaat’in bir imamı tarafından Baykal’a gösterildi. ‘Bize böyle bir kaset verdiler ama yayınlamıyoruz’ denildi. Hatta Varan-1 kasetinden sonra, Varan-2 ve Varan-3 kasetlerinin varlığından bahsedilerek, Baykal teslim alındı.”

Sabri Uzun, Baykal’ın Pensilvanya’yı arayarak, “Kaseti sizin polisleriniz mi çekti” diye sorduğunu da ileri sürüyor.

Paris’teki büyük barış yürüyüşü simgesel olarak çarpıcı ve önemliydi.

Şiddet, terör ve radikalizm karşısında siyasi sorumluların, sıradan vatandaşların, farklı kültürlerin ortak bir şekil ve dille böyle tavır alması şüphe yok ki tarihi bir ana işaret eder.

Bu büyük yürüyüşün en gerçekçi yönü ise şüphe yok ki, söylem düzeyinde “İslam ve radikalizm arasına mesafe koyan bir karakteri”nin olmasıydı.

Başta Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’a işaret etmek gerek. Şiddetin hedefi olmuş bir ülkenin lideri olarak böyle bir yürüyüşü, İslam ve şiddet eylemlerini yüksek sesle ve tümüyle birbirinden ayırarak ve böyle bir barışçı düsturla düzenlemesi takdir edilecek bir adımdır.

Sadece nisanda Çibok'ta 276 kız çocuğunun kaçırması ya da hafta sonu Maiduguri'da 10 yaşında bir kızın canlı bomba olarak kullanılması gibi olaylarda şoke oluyoruz. Eğer kızlar için kampanyaya katılan Amerikan 'first lady' Michell Obama gibi sansasyon değeri yüksek birileri ses vermiyorsa bu tür şoklar da birkaç saatte geçiyor.

Afrika’nın feci trajedileri birkaç kaç istisna dışında insanlığın vicdanındaki ateşi yakma şansını bulamadı. Paris’te terörü karşı sergilenen birlik görüntüsü dünyanın geri kalanı için de iyi bir başlangıç olabilir ama trajedisiyle baş başa kalmış halklar için umutlu değilim. Çünkü dünya liderleri Paris’te topladıkları krediye Nijerya’da bulamazlar. Sonra ayaklarında Afrika’nın tozu kalır, maazallah!

Gelinen noktada hem otokratik yönetimleri ile halka söz hakkı tanımayan Arap ülkelerinin, hem de ırkçılık ve İslamofobi sorunu yaşayan Batı ülkelerinin payı var.

Fransa Başbakanı Manuel Valls, ülkesinin artık radikal İslam ile savaşta olduğunu söyledi. Cumartesi Paris'in güneyindeki Evry semtinde konuşan Valls 'Bu, teröre, cihatçılığa, radikal İslam'a, kardeşlik, özgürlük ve dayanışmayı bozma amacı taşıyan her şeye karşı bir savaş,' dedi.

Peki 'radikal İslam' nedir? Böyle bir şey var mı? Ve de ABD öncülüğünde aşırıcılığa – ve bunun en somut örneği olarak Irak'ın kuzeyinde ve Suriye'nin doğusundaki toprakların ve buralarda yaşayan halkın büyük bölümünü hakimiyet altında tutan IŞİD'e – karşı yürütülmekte olan savaşı nasıl etkiliyor?

7 Ocak tarihi şimdiden birçokları tarafından milat olarak işaretlendi. Cihat ettiğini düşünen iki kardeş, Charlie Hebdo adlı mizah gazetesine saldırdı, onu takiben bir markette müşterilerin rehin alınması suretiyle bir eylem gerçekleştirildi. Fransa’da büyük bir gösteri düzenlendi, dünya liderleri yürüdü. Dillere pelesenk olmuş sloganın aksine ben Charlie değilim. Saldırıda hayatını kaybedenler için üzülmekle beraber, derginin yaptığı ajitasyona düşünce ya da sanat diyemiyorum, onlarla özdeşleşemiyorum. Sadece Hz. Muhammed için çizilen karikatürler değil, Hz. İsa için, Papa için çizdikleri de son derece rencide ediciydi.

Charlie Hebdo, düşünce ve ifade özgürlüğünün kalesi değildi, “Her kutsala saldırıyoruz, Yahudiliği de hicvedelim” diyen karikatüristi işten atmıştı.

Geçtiğimiz cumartesi günü toplanan Birleşik Metal-İş Sendikası Merkez Toplu Sözleşme Komisyonu, Türk Metal-MESS dayatması sözleşmeyi reddetti ve işçilerin taleplerini içeren bir sözleşme için grev kararı aldı.

İşyerlerinden gelen temsilciler, şube yöneticileri ve Birleşik Metal’in merkez yöneticilerinin oluşturduğu Merkez TİS Komisyonu, bu grevin 20 Ocak’tan itibaren başlayacağını ve giderek Birleşik Metal üyesi işçilerin çalıştığı MESS’e bağlı tüm işyerlerini kapsayacağını da duyurdu.

Komisyonun duyurduğu bir önemli şey de grevle birlikte “İşyerleri bazında pazarlık yapılmayacağı” ve tüm işyerlerindeki işçilerin buna göre hazırlık yapması oldu.

Popüler İçerikler

Yeni Sezonda TV Ekranları Fena Karıştı: 5 Dizinin Ertelendiği Sezonda 6 Dizi Şimdiden Final Yaptı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Karşıtlarına Mesaj Yolladı: "10 Yıl Daha Yaşasa Bambaşka Olurdu"
Mehmet Şimşek Meclis’te Sunum Yaptı: “Ülkemizde Vergi Yükü Yüksek Değil”