Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Ankara merkezli gündem başka, halkın derdi başka: Türkiye’de nüfusun % 56’sı “şiddetli maddi yoksunluk” içindeyken nüfusun en zengin kesimi, son 10 yılda ülke servetinden aldığı payı yüzde 43 artırdı.

Adaletsizliğin, sürdürülemez ekonominin yarattığı olağanüstü yıkımı artık gözlerimizle görüyor, sağlığımızla bedelini ödüyoruz.

Oysa çok değil, 40 yıl önce Marmara sahilleri Gökova’ya benzerdi. Dilovası’nda kanser değil üzüm yetişirdi. Sanayi atıkları, kontrolsüz yan sanayi derken Marmara, Türkiye’nin çöplüğü haline geldi...

70’li yıllarda İstanbul’da başlayıp Marmara’ya yayılan ekolojik yıkım, 2000’lerde yeni bir döneme girdi. “Türkiye büyüsün” diye yapılan ve hiçbir kanuna-kontrole tabi olmayan yatırımlarla artık “ikinci ekolojik yıkım”ın eşiğindeyiz.

Önce (yine) şunu söyleyeyim:

Çözüm süreci” denen ama “demokra-teknik”ten ziyade en insani umudu veren adı “Barış süreci”olan, yani sıvasız hane çocuklarının birbirini katlettiği, dağın iki yanının da kanadığı, ruhumuzun kirlendiği o“sürüklenme süreci”nden uzak olmak başlı başına önemli benim için de.

Adil, hakkaniyetli, demokratik bir barış umudu, umut etmek istediğim şey.

Girizgâhsız olmuyor, çünkü yaptığın her eleştiri “Barış düşmanlığı” kılıfına sokulabiliyor; bin tane barış yazısı yazmış olsan bile!

Ankara-Brüksel hattının hem ortaklık ilişkisi hem de üyelik müzakerelerini içeren iki boyutunda mevcut olan sorunlar, güncel gelişmelerden bağımsız olarak, ilişkileri çoktan çıkmaza doğru sürüklemiştir ve bu koşullarda AB, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde yönlendirici bir aktör olma vasfını çoktan yitirmeye başlamıştır.

Eski Türkiye ile Yeni Türkiye ne kadar farklıysa, eski CHP ile yeni CHP de o kadar farklı... Bu fark Kemalist ideolojinin yorumlanması biçiminden kaynaklanmıyor.

Tamamen insanlara ve kişiliklere bağlı bir fark bu... Eleştiriyi hakaretle karıştırmamaya bağlı bir fark bu...

Mesela bir Faik Ahmet Barutçu vardı, bir Turan Güneş vardı eski CHP'de... Bu iki isim de gençliklerinde Tek Parti CHP'sinin karşısında yer almışlardı.

Çok partili dönemin CHP'sine katıldıktan sonra da 'Halkçılık' ilkesinin özde 'Halka saygılı olmak' anlamını taşıdığını anlatmaya çalışmışlardı. Bu arada keskin zekâları ve siyaseti felsefe boyutunda yorumlayabilen birikimleri ile demokrasimize soluk aldırmışlardı.

Dünyanın saygın ve etkili yayın organları, Türkiye’de demokrasinin “tehdit altına girdiği”ni görürken, bunun “otokrat” lider ile ilişkisini kurarlarken, dünyanın herhangi bir köşesindeki taksi şoförleri için Türkiye adı “Tayyip Erdoğan” ve “demokrasiden uzaklaşma” çağrışımı yapıyor.

Türkiye’ye ilişkin, taksi şoförlerinin gördüğü 2014-2015 gerçeklerini görmemek için, ya çıkar hesaplarıyla gözlerin

kararmış olması gerekiyor ya da gerçekten yeryüzü ile ilişkisi kesilmiş bir şekilde “paralel evren”de yaşamak.

“Paralel evren”de yaşayanların bazıları “başdanışman” yapılırken, bazıları da cumhurbaşkanlığı, başbakanlık gibi

sıfatları üstleniyorlar…

2003-2004 yıllarında ordu içindeki kaynama ne bir kurgu, ne bir komplo, ne tezgahdı...

Dönemin aktörleri tarihi içeriden şimdiden yazıyor.

Aytaç Yalman’ın anıları, Başbuğ-Yalman-Özkök-Doğan arasında giden gelen suçlamalar, yaptıkları açıklamalar, Balyoz davasına konu olan seminerin dönemin Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri komutanı tarafından (askeri bünyeden gelen baskıyla zaman zaman geri adım atmak zorunda kalsalar da) açık bir şekilde, sonuca oluşmamış bir darbe planlaması, hatta girişimi olarak nitelenmesi, tüm çıplaklığıyla ortada.

Balyoz davasında esası gölgeleyen cemaat merkezli sahtecilikler, Ergenekon davasının sanık hakları açısından kötüye kullanılması, cemaatin muhaliflerini kattığı bir süreç haline dönmesi bu tabloyu değiştirmiyor.

İki tarafın da ağzından bal damlıyor. İkisine de muhalif olanların bugüne dek söylediklerini birbirleri hakkında dillendiriyorlar. 

Biri, cemaatin yargı ve Emniyet başta olmak üzere birçok yere sızdığını, KPSS sınavlarında hile yaptığını, proje davalarla hasımlarını tasfiye ettiğini anlatıyor. 

Diğeri, iktidarın hak hukuk dinlemediğini, basın özgürlüğünü çiğnediğini, yolsuzluğa bulaştığını söylüyor. 

İkisinin de anlattıklarına kulak kabartılınca tablo ortaya çıkıyor. Ancak “taraf olmayan bertaraf olur” diyerek illa birinden birine destek verilmesi gerektiğini düşünen çok. 

Hatta kendi kampına tam riayet etmeyeni diğer tarafla iş tutmakla suçlayan da çok. 

Daha geçen gün Sabah gazetesi Cumhuriyet’i cemaatin taşeron medya organlarından biri ilan ediverdi. 

Sebep?

Yakın dönemin cumhurbaşkanları genellikle düz hukuk mantığına sahip insanlar oldukları ve anayasada cumhurbaşkanının yerini tayin eden maddeleri, ‘bir başka gözle’ okumayı pek akla getirmedikleri için meselenin farkına varmak hayli güç oldu.

Neyi kasdediyorum; meselâ 103. maddedeki yemin metni... Bu metinde üzerine yemin edilen hususlara, son üç ay içindeki performans itibariyle ne kadar sâdık kalındığı hakkında –abartmadan söylüyorum- Meydan Larousse kalınlığında tartışma geliştirmek işten bile değildir. En hafifinden, “üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek” cümlesine dikkatinizi çekmek isterim; daha göreve başlamadan “Tarafsız olmayacağım” diyen birinin görevi esnasında yapıp ettikleriyle arasında bir çelişki yok aslında; çelişki, yemin metni ile gerçekler arasında!

Bu ülkenin iktidarı polis teşkilatına güvenmiyor.

Polis, siyasileşmiş, kadrolaşmış ve belli amaçlar doğrultusunda hareket edebilir noktaya gelmiş.

Binlerce çoluk çocuk sahibi polisi kar kış demeden şehir şehir süründürmeleri bundanmış.

Bu ülkenin yöneticileri savcılara da güvenmiyor.

Savcılar, usule aykırı soruşturmalarla, sahte deliller üreterek, bazı delilleri karartarak operasyonel makineler hâline dönüşmüşler.

Kendi zırhlı araçlarını tahsis ettikleri “süper” savcıları taşrada zabıta memuru gibi çalıştırmaları bundanmış.

Bu ülkenin seçilmişleri hâkimlere de güvenmiyor.

Hukuk dışında emir aldıkları odaklar olan, kararlarını mahkeme salonlarında değil başka odalarda yapılan toplantılara göre veren taraflı insanlarmış bunlar.

HSYK’ya da güvenmiyorlar galiba. Durmadan yapısını değiştirerek adam adama markajla seçimleri futbol maçına çevirmeleri bundan kaynaklanıyormuş.

Davutoğlu’nun (doğrusu insanın tüylerini ürperten) “kol koparma” teşbihi, İslam şeriatında hırsızın elinin kesilerek cezalandırılması kuralını çağrıştırıyordu.

Bu devirde kol koparmasak da Sayın Davutoğlu, mesela iddiaların açığa kavuşması, suçsuzların temize çıkıp

suçluların modern hukuka göre cezasını çekmesi için bağımsız mahkemelere imkân mı tanısak?

Türkiye’de ve aslında her modern devlette yolsuzlukla mücadelenin en iyi yolu, bağımsız ve tarafsız yargı, basın

özgürlüğü ve dengeleme-denetleme kurumlarının iyi işlemesini sağlamaktır.

Popüler İçerikler

Türkiye'de 9.05'te Hayat Durdu! Atatürk'e Saygı Duruşu!
18 Yaşındaki Şampiyon Balerin Eylül Sıla Ilgaz, Aile Evindeki Odasında Ölü Bulundu
Galatasaray'ın Yıldızı Osimhen İçin Fenerbahçe Napoli ile Temasa Geçti