Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

İki anlayış çekişiyor PKK'da. Bir kanat AK Parti'nin 2010'dan beri her seçim öncesinde çözüm vaat ederek bugüne kadar gelindiğine dikkat çekiyor. Öcalan'ın bir numaralı önceliği ise dışarı çıkmak, o olmasa bile PKK başkanlık makamını İmralı'da aktif hale getirmek. Hükümetin bir numaralı önceliği ise, doğal olarak silahlı eylemlerin yeniden başlamaması, can kaybı olmaması ve o arada seçimlere giderken yeniden asker ve polis cenazeleri günlerine, 'Şehitler ölmez, vatan bölünmez' sloganlarına dönülmemesi. AK Parti ve hükümet cephesinde de görüş ayrılıkları var, evet, daha çok seçim odaklı.

Hrant Dink Cinayeti davasında kimi gelişmeler yaşanıyor. Dönemin yetkililerinin ifadeleri alınıyor, ortaya kimi yeni bilgi kırıntıları saçılıyor, gidişatı etkileyecek ifadeler veriliyor vs. Asıl meseleye geçmeden, kısaca bir özet geçmekte fayda var. 30 Ekim’deki duruşmada mahkeme Yargıtay’ın bozma kararına uydu ve Ogün Samast davasının ana davayla birleştirilmesine karar verdi. Bu önemli bir gelişmeydi. Yaklaşık 10 gün sonra, Anayasa Mahkemesi davada etkili soruşturma yapılmadığı nedeniyle verdiği ‘ihlal’ kararının gerekçesini açıkladı. Mahkeme, “kamu görevlilerinin ifadelerinin halen bağımsız adli birimlerce alınmadığı, olaydaki rollerinin saptanmadığı, soruşturmanın özenle ve hızla yapılmadığı için soruşturmanın bir bütün olarak etkisiz olduğunun kabul edilmesi gerektiği”ni açıkladı.

Siyasi alanda içine düştüğümüz kavgalı ortama ‘kültür savaşları’ eşlik ediyor. ‘Kültür’ dedim ama aslında, ‘yerli kültür, özümüz, geçmişimiz ile Batı taklitçiliği, özümüzden kopma arasındaki mücadele’ diye takdim edilen, fena halde seviyesiz, tepkisel bir laf dalaşı söz konusu. Çok önemli bir konuyu, bu şekliyle geçiştirmemek uğruna biraz uzun bir yazı olacak, baştan tahammülünüze sığınmak istiyorum.

Devrimlerin, radikal değişimlerin neden olduğu en büyük sorunlardan biri kültürel sarsıntı ve savruluşlardır. Türkiye’de yaşanan ‘Cumhuriyet devrimi’ni de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Aradan geçen 15 yılın ardından Türkiye gerçekten diğer aday ülkelerle eşit statüde aday olabildi mi? Bu soruyu hâlâ kendimize soruyorsak, sorunun cevabının çok da pozitif olmadığını hemen söyleyebiliriz.

Tarih 11 Aralık 1999’u gösterirken Helsinki’den kalkıp Ankara semalarında gözüken uçakta, dönemin Finlandiya Başkanı Lipponen imzasını taşıyan bir mektup, Günther Verheugen kanalıyla Türkiye’ye getiriliyordu. “Artık siz de diğer aday ülkelerle eşit statüde adaysınız” ifadeleri o gece yarısına kadar Türkiye tarafından pek ikna edici bulunmuyor, AB Liderler Zirvesi bildirisinde son anda yapılan son birkaç küçük rötuşla, Türkiye de verilen sözü kabul ediyor, ertesi gün çekilecek aile fotoğrafına Başbakan Bülent Ecevit’i Helsinki’ye yolcu ediyordu.

Bu köşede 29 Eylül 2010 tarihinde yayınlanan yazı “Hanefi Avcı neden tutuklandı” başlığını taşıyordu.

O yazıdan şu satırları hatırlatmak isterim:

“Hanefi Avcı Karargâh Örgütü'ne yönelik operasyonlar kapsamında tutuklandı. (…) Bir emniyet müdürüteşkilat içinde, özellikle istihbaratta cemaat örgütlenmesi var, beni bile dinliyorlar’ diyen bir kitap yazmakta, bir süre sonra, ‘bir kadınla ilişkisi olduğuna ve bu yüzden izlendiğine dair bilgiler gazetelere servis edilmekte’, ardından ‘silahlı bir sol örgütle dolaylı teması olduğu iddiasıyla tutuklanmakta’dır. Bu durumda doğal olarak tutuklama işleminin bir rövanş operasyonu ve bir itibarsızlaştırma girişimi olduğu akla gelmez mi? (…) Avcı’nın tutuklanması her yönüyle izaha muhtaçtır.”

AMERİKA’da CIA’nın gizlice yürüttüğü ve sonsuza kadar gizli kalması için mücadele verdiği bir programı sonunda siyaset deşifre etti.

11 Eylül (2001) uğursuz eylemleri sonrasında, “terörle mücadele” bahanesiyle, bazısı ABD vatandaşı çok sayıda kişiyi kanunsuz gözaltına almaya, ABD yasalarının her bireye sağladığı insan haklarından mahrum bırakmaya ve yasaklanmış işkence yöntemlerini uygulamaya yarayan CIA programının ayrıntıları bir raporla açıklandı.

Rapora ilk tepki Barack Obama’dan geldi. Dediği şu: “CIA’nın 11 Eylül sonrasında uyguladığı işkenceler bizim varlığımıza taban tabana zıt...”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Aralık İnsan Hakları Günü dolayısıyla bir mesaj yayınladı ve şöyle dedi:

“Türkiye olarak, dünyanın neresinde olursa olsun, zulme, haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı çıkmaya, mazlumların sesi, insanlığın vicdanı olmaya devam edeceğiz. Bizi susturmaya çalışanlara, aleyhimize kampanya yapanlara aldırmadan, dünyadaki adaletsizlikleri açık yüreklilikle ifade etmeyi sürdüreceğiz.”

Erdoğan, bir tür süper kahraman olarak, Türkiye’yi temsilen “dünyanın vicdanı” olduğu imajını yaratmaya çalışıyor. Bu tavrı da, Rusya lideri Putin’inkine çok paralel.

NE çıkacak şu meşhur Osmanlıca tartışmasından?

-Osmanlıcayı sular seller gibi öğrenebilen yeni bir nesil mi çıkacak?

-Ağdalı Osmanlıca metinlerini leblebi çekirdek yapmış yeni bir liseli tipi mi çıkacak?

-Osmanlıcayı hakkını vererek öğrenmişlerin bile okumakta zorlandıkları tarihi mezar taşlarını bir bakışta okuyabilecek yeni bir gençlik mi çıkacak?

-Fuzuli'yi, Şeyh Galib'i, Nedim'i idrak edebilmiş yeni bir altın nesil mi çıkacak?

-Henüz ayrı yazılması gereken de'leri, da'ları ayrı yazamayanlardan, bin türlü istisnai kurala sahip olan Osmanlıcayı mükemmel bir şekilde yazabilen bir irfan ordusu mu çıkacak?

Kasım ayı sonunda Antalya’da yapılan 1. Eğitim Kongresi, mesleki tartışmalar dışında yaklaşmakta olan bir ideolojik ve psikolojik gündemin de habercisiydi. Kongre ilk kez Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlendi ama önceki yıllarda daha dar kapsamda yapılmaktaydı. Genelde esas konu özel okulların durumu, sorunları, ihtiyaçları ve Bakanlık’la ilişkileriydi. Bu yıl da söz konusu temalar ele alındı ve işçi/işveren ilişkilerini de kapsayan biçimde, bazen hararetin arttığı oturumlarda tartışıldı. Ancak Bakanlığın organizasyonu belli ki bu yıl bir başka temanın daha gündeme gelmesine vesile olmuştu. Muhtemelen bu yönlendirmede eğitimde bir reform ihtiyacını hisseden Bakanlığın da etkisi vardı. Ama belki de asıl etken Türkiye’nin içinde olduğu ‘yeni’ ruh haliydi...

Senato İstihbarat Komitesi'nin yayınladığı CIA ile ilgili işkence raporu, anayasal demokrasimize bir meydan okuma içermektedir. Burada sorulması gereken asıl soru şu: Amerika Birleşik Devletleri gerçeklerden korkuyor mu?

ABD'de Senato İstihbarat Komitesi'nin yayınladığı işkence raporu, Merkezi İstihbarat Teşkilatı'nın (CIA) kötü şöhretli tutuklama ve sorgulama programına bugüne dek yöneltilmiş en kapsamlı ve açık suçlama. Ayrıntıları hâlâ incelenen rapor, CIA ve anlaşmalı olduğu unsurların, işkence yaptıkları insanlar, elde ettikleri istihbarat ve kullandıkları yöntemlere ihtiyaç olup olmadığı ile ilgili gerçekleri defalarca ve bilerek çarpıttığını ortaya koyuyor.

Bir avukat olarak çok sayıda iddianame okudum bugüne kadar.

Eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve onların devamı olan Özel Yetkili Mahkemeler’in savcılarınca hazırlanan iddianamelerin hep büyük bir problemi olurdu.

Bu davalarda savcılar ilk önce bir “örgüt tanımlaması” yapar ve bu tanımı yaptıktan sonra, artık “somut” suçlamalar yöneltmeden, sanıkları bu “örgüt” torbasının içine doldururlardı.

İnternete sızdığı kadarıyla 17 ve 25 Aralık fezlekelerini okumaya çalıştım. Bu fezlekeler, benim bütün meslek hayatım boyunca gördüğüm en somut iddiaları içeriyordu.

Popüler İçerikler

Teğmen Ebru Eroğlu İle İlgili Skandal Karar: Küfür ve Taciz İfade Özgürlüğü Sayıldı
İki Torunlu Mücevher Kralı 30 Yıllık Eşinden Genç Sevgilisi İçin Tek Celsede Boşandı
"Bir Evim Varsa Onun Sayesinde": Hakan Meriçliler'den Vural Çelik Tartışmasında Gülse Birsel'e Büyük Destek!