Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Neredeyse 8 yıldır süren tiyatro nihayet bitiyor. Polisinden askerine, MİT’çisine kadar istihbaratçıların yalanlarıyla kirlettiği Hrant Dink cinayeti dosyasında nihayet gerçekler konuşulmaya başlanıyor. MİT ve Trabzon Jandarması’nın yanında polisin de ağır ihmal ve kusuru, hatta kastının olduğunu 2009 yılından beri söylüyordum. Bunun için haber, yazı, kitaplar yazdım, hapis yattım.

Ama hep dediğim gibi “Gerçekler yok edilemedi, hapsedilemedi.” Basında cemaatçi olduğu yazılan Savcı Muammer Akkaş’ın, cemaatçi polisleri de sorgulamamak için sümen altı ettiği Hrant Dink dosyasını yeniden açan Savcı Yusuf Hakkı Doğan, her geçen gün yeni bilgilere ulaşıyor. Cinayette adı geçen tüm kamu görevlilerinin ifadesini alıyor. Bu arada Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ı da tanık olarak konuşturmayı başardı. Ogün Samast tam 8 yıl sonra bakın neler anlatıyor...

Bu devlet, bu askeriye, bu millet, siz, biz, hepimiz gerçekten bir şey anlıyor muyuz bu vakalardan?

Yani “Şehit sayısından fazla asker intiharı” diye söylenen, yazılan, Dipsiz Kuyu’da da durmadan dile gelen “mesele” nin esasında ne olduğuna dair merakımız var mı…

Yoksa “Cinnet geçiren asker iki arkadaşını öldürüp intihar etti” denince, “cinnet geçiren bir asker” den başka bir şey görmüyor muyuz?

Zaten “haberler” de önce falsolu geliyor.

“Sırp taraftarlar kavga edip birbirini öldürdü” denmişti ya…

Bu haber de önce, “Sınırda Suriye tarafından ateş açıldı, 3 asker şehit oldu” diye koştu.

Zaten bunu kolay anlıyoruz; böyle şeylere hazır, ezberde, bagajda standart infiallerimiz mevcut.

Fakat şu “cinnet” vakaları kafamızı karıştırıyor.

Sahi askerler neden cinnet geçirir, neden intihar eder?

Kafanız bu aralar pek derin mevzularla epey meşgul, sevgili yurttaşlar. Bir yandan dünyaya parmak ısırtan Osmanlıca açılımı, öte yandan iktidara yanık türkücü... Eh, azgın elitleri günlerce konuşturacak malzeme çok bizde!

Biliyorsunuz bunlar hem baskıdan, otoriterlikten şikâyet ederler hem de ellerinde cep telefonu, ona buna hakaret yazarlar. Boşuna sosyal medyada AK trol timleri kurmadık, şişeli sopalı tehditler yağdırmadık!

Bakınız, Orwell güzellemesiyle zihinlerimize kazınan Alev Alatlı,

“Türkiye toplumunda baskı düzeni olduğunu kabul etmiyor musunuz” sorusuna ne güzel cevap vermiş:

“Birey ehlileştirilecektir ki bir kutsal, bir idea, bir dünya görüşü etrafında toplanabilsin ki ‘toplum’dan söz edebilelim.” (Cumhuriyet)

Siyasi koşullara göre “idea” ve “kutsal” değişir elbet. Misal, bazen askeri rejimdir, bazen İslami düzen, bazen de ari ırk yaratma...

Sonuçta “bireyi ehlileştirmeden” olmaz, toplum yaratılmaz...

Dünya Bankası’nın Türkiye Temsilcisi Martin Raiser, Hürriyet Daily News gazetesi Ankara Temsilcisi Serkan Demirtaş’a ne dedi dün biliyor musunuz?

Türkiye’de 2008 yılına dek yolsuzlukla mücadele konusunda bazı adımların atıldığını, ama o zamandan bu yana gelişme olmadığını, hatta Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün gösterdiği gibi geriye gidiş olduğunu söyledi.

Şeffaflık raporu geçen hafta yayınlanmıştı. Türkiye (zaten kötü bir sıra olan) 53’üncü sıradan, 64’üncülüğe düşmüştü; 5 puan kayıpla 2013’te dünyada yolsuzluktan en çok etkilenen ülke sayılmıştı.

Peki, bu tabloyu neye borçluymuşuz, onu biliyor musunuz?

BBC Türkçe Servisi’ne konuşan Şeffaflık yöneticisi Emine Oya Özarslan, “Sadece 17-25 aralık soruşturmaları değil” demiş; basına yönelik uygulamaları, mesela Twitter’ın yasaklanmasını, mahkeme yapılarının değiştirilerek soruşturmaların kapanmasını da sayıyor.

Ama geçen yıl bir hafta sonra, 17 Aralık 2013 sabahı başlayan Türkiye’nin en büyük yolsuzluk iddialarını içeren soruşturmanın ülkeyi sarsmaya devam ettiği görülüyor.

BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu’nun HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkındaki sert açıklamaları şaşırtıcı değil. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki performansıyla kendini kanıtlayan Demirtaş hakkında 6-7 Ekim olaylarının ardından sistemli bir yıpratma kampanyası yürütülüyor.

Bu durum bize, iktidar partisinin en ciddi rakibinin Kürt siyasi hareketi (KSH) olduğunu gösteriyor. Hal böyle olunca “sahici” anamuhalefet partisi tanımını HDP hak ediyor. İki partinin “çözüm süreci” nedeniyle, istemeseler de bir tür kader ortağı olduğu düşünülürse bütün bunlarda şikâyet edecek bir şey olmaması lazım.

Lakin hükümet bu süreçte muhatap olarak güçlü bir HDP istemiyor. Dolayısıyla HDP’nin başında Demirtaş gibi güçlü bir isim yerine siyasi iktidarı rahatsız edecek söz ve davranışlardan kaçınacak, daha düşük profilli bir kişinin olmasını tercih ediyor. Bu noktada Demirtaş’ın kendisiyle yaptığımız söyleşide iktidar partisini, HDP’den bazı kişilerle parti yönetiminden habersiz görüşmekle suçladığını hatırlatalım.

Ağlak Batı emperyalizmi eleştirileri eşliğinde liberal değerlerin sömürüsüne dayalı bu kibir, bir yandan Batı’ya giden Müslümanların nasıl ezildikleri, kültürel olarak asimile edilmeye çalışıldıkları tezini işler durur. Liberal dünya, “evrensel değerler” ve“insanlık” adına, siyasal İslamcıların her türlü siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik taleplerini karşılamak durumundadır. Misal, Londra’da, Paris’te, Berlin’de çarşafla, peçeyle dolaşmayı tercih eden bir kadının haklarını kendi hakları gibi savunmaları icap eder. Batı’dan biri çıkıp da “dinime küfreden Müslüman olsa” demeye kalkışsa,“ırkçı” ilan edileceği muhakkak. Zira siyasal İslamcılar nezdinde İslam coğrafyasına gelen Batılılar yine onların varoluş kodlarına biat etmek durumundadır. Müslümanların Batı’da maruz kaldıkları kültürel saldırılara direnen liberal Batılıların sayısı az değildir, ama siyasal İslam aklının hâkim olduğu coğrafyada karşılığı yoktur. Bunu sorun edinecek İslami aydın filan da kolay kolay bulamazsınız. Fazla kurcalamayın, İslam topraklarının her daim her kültüre açık olduğu safsatası eşliğinde en klişe yanıt“kültürel kodlar” veya “dinin gereği”; en derinlikli rövanşist yanıt “Batılıların sömürgeciliklerinin bedeli” olacaktır…

Bu sekiz yılın yedi yılında cinayet hakkında şüpheli olarak görülen tüm bürokrasiyi korumuş bir iktidar ve yargı ile karşı karşıyayız. Sadece korumadı üstelik. Tamamına terfiler verdi. Hatta hükümetinde bakan tepemize ombudsman, kentlerimize vali oldular.

Yıllardır döktükleri timsah gözyaşlarının arka planında cinayetin örtbas edilmesi için çaba sarfettiler.

En son Erdoğan, o engin bilgisiyle “yazılarını hazmedemeyenler vurmuştur” diyecek kadar ileri gidebildi.

Şimdi, düne kadar yoldaş oldukları bu bürokratların bazılarıyla “başka sebeplerden” kavga etmeye başlayınca ufaktan soruşturmalara yol verdiler. Elbette yeni savcının bu faaliyetlerini önemsiyorum. Üstüne alınmasın ama ben artık kimseye güvenmiyorum.

Şimdi hâl böyleyken bu iktidar kalemşorlarından bazıları “Taraf’ta yazıyorsun, Cemaat kanallarına çıkıyorsun, demek ki bazı bürokratları savunuyorsun” mealinde bir şeyler mırıldanmaya başladılar.

Utanmazlar…

Arı, duru ve saf bir Türkçeyle yazıp konuşacaktık hani? En arısı ve durusuyla Refik Halid’lerin, Tevfik Fikret’lerin, Yahya Kemal’lerin, Ahmet Hamdi’lerin şiir ve romanlarındaki dil lezzetini, anlatım zenginliğini bunun için terk ettik.

“Yeni Türk harfleri ve kelimeleri”ni büyük bir iştiyakla tanıtırken kendi oturaklı Türkçesinin de çok geçmeden anlaşılmaz hale geleceğini ve yerini yukarıdaki tatsız, tuzsuz, çocuksu derecede güdük söyleyişe bırakacağını muhtemelen düşünmemişti Atatürk

Daha ‘Tamim’in manasını bilecek söz dağarcığından yoksunken bence Osmanlıca öğrenmek fazla lüks bize. Bari Gençliğe Hitabe’yi, sadeleştirme adı altında belagati bozulmadan, aslı değiştirilmeden sökecek kadar Atatürk Türkçesi öğretsinler kafidir.

Dink davası tüm sıcaklığıyla yine gündemde. Çözülmemiş bir cinayet. Ortada dolaşan sorumlular. Yeni bir soruşturma. Yeni ithamlar.

Nasıl anlamlandırmak gerek?

Davayı “üç şehir” üzerinden izlemek mümkün.

İlki cinayetin planlandığı yer, Trabzon. İkincisi cinayetin işlendiği yer, İstanbul. Üçüncüsü cinayetle ilgili tüm uyarıların gittiği yer, Ankara.

Sorumlular ve sorumluluklar açısından ise bu üç mahalde “üç katman” var.

İlk katmanda cinayeti işleyen ve birinci elden yürüten pek çoğu bilenen ve tutuklu tetikçiler bulunuyor.

Onlarca hukukçu, ailesi, sevenleri yıllardan beri haykırıyor: ' Bu cinayette asıl katiller dışarıda ' diye. Yazılmadık şey kalmadı. Konuşulmadık da...

Üstelik de somut doneler ve sağlam belgelerle. Ama bir arpa boyu yol alınamadı. Elde en başından beri var olan kafası ütülenmiş bir ergen ve onu cinayete azmettirdiği bilinen ağabeyden başka bir şey olamadı.

Oysa bu cinayetin arkasında yüzde yüz bir kirli el, devlet desteği alan bir güç olduğu biliniyordu. Kitaplar yazıldı üzerine kaç tane.

Cinayeti işleyen katil Samast ve ona silahı verip azmettiren Hayal'le ilgili suikast öncesi ve sonrasına dair yaşanan süreç satır satır anlatıldı.

Ama bugüne değin kâh o satırların arasına gizlenmiş, kâh açıktan işaret edilmiş hiçbir isimle ilgili ise tek bir işlem yapılmadı. Tam; ' Aydınlanacak, Dink suikastının şifreleri çözülecek ' derken gizli bir üçüncü el tarafından duvar örüldü yol alınmasına. Ve soruşturma ilk başına döndürülerek öylece ortada bırakıldı.

Birkaç gündür siz de takip ediyorsunuzdur gelişmeleri. Cinayet dosyası raftan indirildi ve sil baştan tekrar başlatıldı.

Popüler İçerikler

Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!
Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı