Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Geleceğin tarihçileri muhtemelen en az on yıl daha sürecek olan AKP dönemini bugün birçoklarını şaşırtacak bir netlikle ‘olumlu’ olarak değerlendirecekler. Vesayetin bitmesinin, ekonominin sıçramasının, özgürlüklerin artmasının, kurumsal yapının yeniden inşasının altını çizecekler. Çünkü zaman makro nitelikleri öne çıkarır. AKP gibi tarihsel bir misyonun yüklenicisi olan ve bunun bilincinde bir liderliğe sahip hükümetler de genel gidişatın doğru yönde belirlenmesine konsantre olurlar. Gerçekten de esas alanda doğruları takip ettiğiniz sürece, yapılacak yanlışların da hükmü azalır ve önemsizleşir.

Ne var ki değişim sürecinin içindeyken daha dar kapsamlı konularda yapılan yanlışlar öne çıkarak siyaseti belirleyebilir. Bunun nedenlerinden biri söz konusu yanlışların, iktidarın ikincil sayması nedeniyle bir süre sonra birikimli bir hal almasıdır. Böylece bu belirgin başarısızlıklar adım adım iktidarın ‘karakteri’ haline getirilir ve bazen de gelir. Muhalefet ise genellikle bu yanlışlar üzerinden siyaset üretmeyi tercih eder. Hele geleceğe yönelik bir ufuk yaratmak açısından sıkıntı yaşayan bir muhalefetin varlığında, güncele hitap eden başarısızlıkların bir tür kaldıraç gibi kullanılması şaşırtıcı olmaz.

Yazıya bu başlığı kafiye tutturmak için koymadım. 1937-38 Dersim kırımı, bu ülke halklarının vicdanında için için işleyen, neşter vurulup cerahat akıtılmadıkça kangrene dönüşüp toplumsal organizmayı zehirleyen bir yaradır. Kızılbaş/ Alevi inancına sahip olanların, kırıma, katliama uğrayanların, Zazaların, Kürtlerin, bugünkü Tunceli ile sınırlı kalmayan geniş Dersim coğrafyası halklarının yarası değildir sadece. Asıl derin yara: muktedir Sünnî Türk’ün unutmak, karartmak, yok saymak, varlığını inkâr etmek için çırpındığı vicdan yarasıdır.

Önce ne olayın ne de yaranın farkındayızdır. Bir adım sonra, birşeyler sezmeye başladığımızda bilinçaltımız kuşkuyu kafamızdan yüreğimizden kovmaya çalışır. Kuşkuyu yenemeyip de farkına vardıkça, görmeye bilmeye zorlandıkça ilk duygumuz inanmamaktır; deliller, kanıtlar, tanıklıklar, hepsi uydurulmuştur, kötü niyet ürünüdür.

Tayyip Erdoğan’ın bu son çıkışı, “Amerika’nın Müslümanlar tarafından keşfi” teorisi bana son derece önemli göründü. Bunun, en azından kısa vadede, Türkiye’de önemli bir konu olarak kavranacağını sanmıyorum. Ne de olsa, Amerika’ya bilmem kaç yüz yıl önce Müslüman denizcilerin mi, yoksa Hıristiyan denizcilerin mi ayak bastığı, falan yerdeki kömür madenini kimin işleteceği ya da bilmem nere “kalekol” ihalesinin kimin üstünde kalacağı gibi önemli sorunları doğrudan doğruya ilgilendirmiyor. İhaleyi “alacak” olan açısından önemli olan ihaleyi “verecek” olana yakın durmak. Bu da Tayyip Erdoğan olduğuna göre, o “önce Müslümanlar geldi” dediyse önce Müslümanlar gelmiştir.

Şubat 2013’te BirGün gazetesinde, Filipinler hükümeti ile Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) arasındaki barış görüşmelerinde atılan önemli adımlar dolayısıyla ‘Başkalarının barışı’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazının konusu, Filipinler’deki barış görüşmelerinin yanısıra Kürt barış sürecine, bir de Filipinler’deki  çatışma çözümü süreci çerçevesinde bakma önerisiydi. Konunun detaylarıyla ilgilenenlere bu yazıya göz atmalarını tavsiye ederim.

Türkiye Şubat 2009’da, Filipinler’deki süreci ilerletmek için kurulan Uluslararası Temas Grubu’na (International Contact Group) Britanya, Japonya ve Suudi Arabistan’la birlikte katılan ülkelerden biriydi. Ben bu örnek dolayısıyla, Filipinler’de 2012’de imzalanan Çerçeve Anlaşması’nın Kürt barış sürecinde de yol açıcı bir örnek olabileceğini ve Türkiye’nin uluslararası aracılığa esnek bakması gerektiğini ileri sürmüştüm.

AKP Türkiyesi, hatta Tayyip Erdoğan Türkiyesi olarak tanımlanması yanlış olmayan bir toplumda artık yaşıyoruz. Bugün AKP sözcülerine, siyasete, topluma ve hükümet kavramına ilişkin on buçuk yıl önce dile getirilen yaklaşımı hatırlatsanız, noktası virgülüne kadar benimsediklerini muhtemelen iddia edeceklerdir.

“Bize göre sınırlandırılmayan, keyfiliğe ve hukuksuzluğa olanak sağlayan, katılımı ve temsili önemsemeyen, bireysel ve kolektif özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışlar sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanlarıdır. (...) Bize göre, katılımcı demokrasiden yoksun siyasal davranışlar, devletin sahip olduğu denetim gücüyle, ara kurumlarda geniş tahribat meydana getirmiş ve özgürlüğü büyük ölçüde kullanılmaz hale getirmiştir.” Konuşan göreve yeni gelmiş başbakandır. Yeni kurulmuş hükümetin programını okumaktadır.

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun danışmanı Etyen Mançupyan, bazı “mahcup” çıkışlar sergiliyor. Aslında, biraz çekingen davransa dahi, tespitleri yerinde. Mesela diyor ki: “İslami kesimin en az yarısı yolsuzluk olduğunu düşünüyor, bundan hoşlanmıyor; rahatsız. Bu AK Parti’ye yakışmıyor.”

Mahçupyan, AlJazeera’ya bir demeç verdi. Başbakan Davutoğlu’nu, İslami gençliğe ulaşma açısından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan daha avantajlı gördüğünü söyledi. Bence hem yolsuzluklardan bahsetmesi hem de Davutoğlu’nun yaşı ve tahsili itibariyle AK Parti gençliği ile daha kolay diyalog kurabileceğini ihsas etmesi, Erdoğan’ın canını sıkmıştır.

Mecazın, yani metaforun gerçek zannedilmesi efsanelerin ilham kaynağıdır. İlk çağlardan itibaren devletin, insan yiyen bir ejderhaya benzetilmesi gibi: “Mülk” yani “devlet” kadim Sami dilinde bir “canavar-tanrı” olan “Molok”tan gelir.

Efsanelerle karşılaştırmalar yaparak kendi mecraını arayan tarihin yönü her zaman olmasa da ileriye dönüktür. İlerleme birikimle olur. Biriktirdiklerinizin üzerine yeni şeyler ekleyerek ileriye adım atarsınız. Birikimden haberiniz yoksa, sürekli yeni şeyler keşfettiğiniz zehabına kapılırsınız. “Amerika’yı yeniden keşfetmek” lâfı, bu durumu anlatan bir mecazdır.

Çözüm süreci küllerinden her defasında yeniden doğan, ” Zümrüdü Anka”ya döndü.

6-8 Ekim olayları çözüm sürecinin maruz kaldığı en ağır darbeydi.

Süreç sendeledi ama yıkılmadı.

Paris suikastine ve 6-8 Ekim olaylarına rağmen barış treni tekrar rayına konuldu.

Bu ülkede 30 yıldır oluk oluk kan akıyor.

Ama her ağzını açan, ”Barış” diyor, başka bir şey demiyor. Ama ne zaman ki barış ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalıyor, bakıyoruz ki, 24 saat içerisinde dil değişmiş. Savaş naraları atılır olmuş.

6-8 Ekim sürecinde beni en çok yaralayan noktalardan biri bu oldu.

Gazeteciler Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz, Van depremini haberleştirmek için çalışırken 9 Kasım 2011’de meydana gelen ikinci depremle çöken Bayram Otel’in enkazında, 22 kişiyle birlikte hayatlarını kaybetti. Aileleri ve meslektaşları hâlâ adalet arıyor.

Her iş cinayetinde olduğu gibi bu davada da kamu görevlileri her suçlamadan muaf şekilde görevlerine devam ediyorlar. Yargılanmalarını bırakın soruşturulmalarına dahi izin verilmiyor, bir sonraki depremde de görev başında olacaklarına emin olabilirsiniz.

Sebahattin Yılmaz ile Cem Emir, gün boyu deprem bölgesinde bakanların temaslarını ve diğer gelişmeleri izleyip haberlerini geçmiş, saat 20.30 sıralarında döndükleri Bayram Otel’de günün son haberini yazıp görüntüleri iletmeye çalışırken depreme yakalanmışlardı.

“Bu sıcağa kar mı dayanır?” derler ya... İşte o biçim... Bu kadar hızla artan nüfusa kolay kolay iş mi bulunur!..

Her şeye rağmen iş arayanlara iş bulmada Türkiye benzeri az bulunur bir ülke durumunda.

2013 Ağustos ayından 2014 Ağustos ayına 15 yaş üstü nüfus artışı 979 bin oldu. 15 yaş üstü nüfus 57 milyonu buldu.

2013 Ağustos ayında 15 yaş üstü 57 milyonun 27.5 milyonu çalışmaya hazırdı. Çalışmaya hazır, iş bulduklarında hemen çalışacak nüfus sayısı bir yılda 1 milyon 720 bin arttı.

Burada bir ara bilgiye ihtiyaç var. Acaba Suriyeli, Iraklı sığınmacıların bu 15 yaş üstü nüfus artışında, çalışmaya hazır nüfustaki artışta payı nedir? Kimine göre 1.2 milyon, kimine göre 2 milyon sığınmacımız var.

Popüler İçerikler

18 Yaşındaki Şampiyon Balerin Eylül Sıla Ilgaz, Aile Evindeki Odasında Ölü Bulundu
İzmir'de 5 Küçük Kardeşin Öldüğü Yangın Faciası: Bakanlık, Aileyi 18 Kez Ziyaret Etmiş!
Türkiye'ye Gelir mi? Suudi Arabistan'da Forma Giyen Cristiano Ronaldo'dan Değişim Kararı