Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Şunu geçen hafta Başbakan Davutoğlu söyledi: “İmar Dairesi’ne ‘Kesinlikle rant üzerinden bu şehrin dokusunun bozulmasına izin vermeyeceksiniz’ dedim. Elimizden geleni yapacağız.”

İçinize su serpildi değil mi?

İmar Dairesi’nde bir hareket. Amirler memurlara sesleniyor, memurlar arı gibi klavyelerini şakırdatıyor, dosyalar raflardan indirilip didik didik ediliyor. Başbakan talimatı bu, başka işe benzemez.

Elbette bu açıklamaya alınanlar da olmuştu. “Başbakan neden sanki rant üzerinden şehrin dokusu bozuluyormuş gibi konuştu ki” diye gönül koyanlar, işten eve buruk dönüp, küskün ayakları terliklerinin içinde dertli, evde televizyon karşısında somurtarak oturanlar da muhakkak bunlara dahildir. Çalışma hevesi kırılmış, süngüsü düşmüş, özgüveni sarsılmış memurlarla bir dünya devleti yönetilemez.

Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu’nun üslubundan rahatsızım; sizlerle Davutoğlu’nun o üslubunun gerçek mi, yapay mı olduğunu konuşacağım:

İnsanların huyunun, üslubunun değişmeyeceğini, uzun yıllar içinde, o da “değişti” denmeyecek ölçüde, bir yöne doğru evrileceğini biliyorum; şimdiye kadar bir ölçüde aksini çok az görmüşümdür; değişenler çok azdır.

Siyaset adamlarının kişisel hayatlarındaki üslup ile mikrofon veya ekran üslubunun farklı olduğu da görülmüştür, Değişik zamanlardaki üslubun hangisinin gerçek olduğunu merak edersiniz; ben de kamuoyuna açık ve kapalı konuşmalarındaki farkı sorguluyorum; özellikle 28 Ağustos sonrasını …

Adamlar diyor ki, çalışmayacak mısın, çalışma! Var zaten bir sürü iş arayan. E n’apsın o da zeytine mi gitsin? Tütüne mi gitsin? Yok ki tütün. Nereye gidecek bu insanlar? Mecbur yeraltına giriyorlar. Mecbur ölümüne gidiyorlar. Her gün ölümüne gidiyorlar...

Bu sözler, 13 Mayıs’ta Soma-Eynez faciasında hayatını kaybeden 301 madenciden biri olan Mehmet’in karısına ait...

Taşeronlaşmadan iş cinayetlerine, çiftçilerin yoksullaştırılmasından bugün Yırca’da zeytinliklerin kanunsuzca sökülmesine; Soma’yı faciaya götüren herşey, aynı pervasızlık, hoyratlık, adaletsizlik ve vahşetle hüküm sürürüyor.

Boğaziçi Soma Dayanışması’nın“Soma’yı Hatırlamak: Hakikat, Adalet Mücadele” adıyla düzenlediği iki günlük sempozyum, Soma özelinde hayati sorunların tartışılmasına vesile oldu.

Hayatın gerçekliği hemen her sistemde muktedirlerin bir azınlık olduğunu söyler. Dolayısıyla otoriter rejimler muktedirler için doğal bir tercih oluşturur. Böylece çoğunluğu baskı altında tutabilir, iktidarınızı daim kılacak bir hukuk altyapısı üretebilirsiniz. Demokrasilerin ise aksi yönde sonuç yaratması beklenir. Çoğunluğun iktidarı mağdurların da iktidarı anlamına gelir ve böylece demokrasilerin giderek tarafsız ve eşitlikçi bir hukuk zemini geliştireceği umulur. Bunun doğal sonucu uzun süren demokrasilerde muktedir/mağdur ikileminin ortadan kalkmasıdır. Doğrusu demokrasilerin bu yönde bir düzeltici etkisinin olmadığı söylenemez, ama hayal edilen sonucun bugüne dek hiçbir yerde gerçekleşmediği de açıktır

Türkiye gibi ülkelerde ise vesayet sisteminin zımni baskısı, demokrasi dönemlerinin mağdurların siyasete dahil olması anlamını taşımasına neden olmuştur. Demokrat Parti ve Özal’ın Anavatan’ı bu tespiti destekleyecek örnekler olarak sıkça zikredilir.

Tony Bliar, ABD Başkanı Clinton'ı arayıp İRA ile anlaşmanın tamam olduğunu söyledi.

Medya mensuplarına anlaşmanın tamam olduğu haberi verildi.

Ajanslar, İRA ile anlaşmaya varıldığı haberini son dakika olarak vermeye başlamıştı ki, bir kriz patlak verdi.

Kriz, İskoç dilinin bir lehçesi olan 'Ullan'dan kaynaklanıyordu.

Blair, tekrar Clinton'ı arayıp devreye girmesini istedi.

Anlaşmaya varılmasına rağmen, 15 Ağustos 1998 tarihinde İRA'nın içindeki bir grup, 29 kişinin yaşamını yitirdiği, 'Kanlı Pazar' eylemini gerçekleştirdi.

Blair, o anı şöyle anlatıyor: 'Bir tercih yapmak durumundaydık; Ya ellerimizi dehşet içinde kaldırıp, 'bu adamlar asla barış yapmazlar' diyecek, ya da dehşeti neden olarak gösterip, 'Bu adamlar barış sürecini durdurmak istiyor ama biz cevap olarak onu daha hızlı ve daha ileriye götürmeliyiz' diyecektik.

Kürtlerle barış süreci nasıl yapılmalıdır konusunda belki de ilk makalelerden birini 2000 yılında Birikim dergisinde yazmıştı. Ortada ne çözüm ne de süreç varken. Yine aynı dönemde ‘çatışmasızlık süreçlerinde yüzleşme’ konularında özel olarak çalışmaya başladı. Bir hukukçu olan Prof. Mithat Sancar, anlaşılacağı üzere, Kürt sorunu hakkında en yetkin kişilerden biridir. Türkiye’nin önemli aydınlarındandır. Prof. Sancar’la geçen hafta Nuray Mert ve Sırrı Süreyya Önder arasında başlayan ve çok kıymetli bulduğum çözüm süreci tartışmasını, katıldığı için eleştirildiği son Akil İnsanlar toplantısını ve çözüm sürecinin gidişatını konuştuk.

Heval (herhangi bir heval bu) , “Kobani’nin simgesel önemini kavrayamadığımı” iddia ediyor. Bir dolu da sitem gönderiyor.

Doğrudur. Kavrayamıyorum...

Hasan Cemal gibilerin “derinden” kavradığı ve “İşte devrim... Rojava’da herkes Türkiye’ye küfrediyor...” dediği şeyin “simgesel önemini” benim kavramama imkân ve ihtimal yok.

İnadına kavramayacağım...

Siz, Kobani’de yaşanan “büyük insanlık dramı” nın hesabını, Cihangirli entel ağzıyla konuşan küçük Stalin ’e sorun... Şunu eklemeyi de unutmayın: “Kobani’de askeri unsurlar dışında bir varlık kaldı mı ki, kalkmış büyük insanlık dramından söz ediyorsun? Hem ‘katliam’ diye ağlayacaksın, hem de katliamdan kaçanlara kucak açan Türkiye’yi suçlayacaksın. Arıza mısın birader?”

Koridor istiyordu arkadaşlar...

İnsani koridor değil... Askeri koridor!

MALUM Türkiye’de basının en önemli dertlerinden biri sansürden çok otosansür, yani yazılması/söylenmesi gerekenin hiç yazılmaması/söylenmemesi ya da gazetecinin yazarken/söylerken kendisine bazı filtreler koyması. Gazetecinin bu tür durumlardaki sığınağı “kamu yararı” dır. Lakin bir gazeteci, ne kadar birikimli, sağduyulu vs. olursa olsun, neyin nasıl ele alınmasının kamu yararına olup olmadığını belirleme gücüne asla sahip olamaz. Sonuçta otosansürü meşrulaştırmaya yönelik argümanlar birer mazeret olmaktan öteye geçemezler.

Örneğin, gün ortasında, Hakkâri Yüksekova’nın göbeğinde sivil kıyafetli üç askerin maskeli kişilerce katledilmesinin ardından herhangi bir şey yazıp söylememek en kolay yoldur.

Başbakan’ı dinlerken hep Peter Prensibi’ni hatırlıyorum. J. Peter ve R. Hull tarafından 1968’de kaleme alınan ve “The Peter Principle” adlı mizahi incelemeyle özdeşleşen bu prensibe göre her çalışan, yetersizlik göstereceği noktaya kadar yükselme eğilimi [hırsı] taşır.

Akademisyenlerin, hele hele iyi akademisyenlerin idari ve siyasi bakımdan yeterli olup olamayacakları ayrı bir bahistir; lâkin fakîr-i pür taksîr’e göre gözünün biriyle akademik dünyanın kendine mahsus zevklerini takib eden birinin öte yandan bilumum radarlarıyla idari ve siyasi pozisyon kollaması, bir nevi ‘kendi kendine intihar’ vaziyetidir ve bu tarife uyan bütün eski arkadaşlarımın bu tesbitten ötürü alınganlık göstermeleri gerekir.

Barışa samimiyetle inansa da, Ankara'nın eli eskisi kadar güçlü değil. ABD'nin Türkiye'nin gözünün içine baka baka Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'terör örgütü' diye nitelediği PYD'ye yardım yaptığı bir ortamda Ankara, PKK'yı Çözüm Süreci’nin başladığı noktaya fikren çekmeye çalışıyor.

Yazıya, bundan 5 yıl öncesine ilişkin tabloyu özetlemeye çalışarak başlayayım…

19 Ekim 2009 tarihinde 34 PKK'lı, Abdullah Öcalan'ın çağrısıyla Kuzey Irak'taki Mahmur Kampı'ndan ayrılıp Habur Sınır Kapısı'ndan Türkiye topraklarına giriş yaptığında, hemen herkes 5-6 ay içinde sorunun tamamen çözüleceği ve PKK'nın Kandil’de bulunan silahlı militanları da dahil bütün kadrolarının Türkiye’ye geleceğine inanmıştı…

Popüler İçerikler

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Karşıtlarına Mesaj Yolladı: "10 Yıl Daha Yaşasa Bambaşka Olurdu"
İzmir'de 5 Küçük Kardeşin Öldüğü Yangın Faciası: Bakanlık, Aileyi 18 Kez Ziyaret Etmiş!
"Bana Bilmediğim Bir Şey Söyle" Akımına Gelen Tıkanan Muhabbeti Açmalık Bilgiler