Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Yazayım diyorum gönlüm razı olmuyor, yazmayayım diyorum yine gönlüm razı olmuyor. Özellikle son birkaç hafta içinde, kendimi de dahil edeyim, büyük bir ikiyüzlülük içinde yaşıyoruz duygusu ağır bastı. Ucundan da olsa yazayım dedim.

Hatırlarsanız, yola demokratikleşme ve Kürt barışının birbiriyle ayrılmaz bir bütün olduğu varsayımı üzerine çıkmıştık. Çözüm sürecinin ta başında, bazı çevrelerin dillendirdiği ‘Acaba Kürtler başkanlık sistemi pazarlığına mı girdi’ kuşkularına karşı çıktık.

Sonra Gezi geldi. Ben Kürtlerin Gezi’de sokağa dökülmemesinin ‘haklı’ nedenleri olduğunu savundum, halen öyle düşünüyorum.

Bir iyi, bir de kötü haberim var demek isterdim ama diyemiyorum.

Bir kötü, bir de daha kötü haberim var.

Kötü haber şu: IŞİD’e karşı mücadele, Suriye ve Kürt siyaseti sularında karaya oturan sadece Ankara değil.

Son iki gün içindeki gelişmeler, Kobani’ye adeta kovboy filmlerinin son sahnesinde hücum borusuyla ortaya çıkıp saldırı altındaki kaleyi kurtaran süvari birliği edasında müdahale eden ABD’nin de fena halde yanıldığını göstermeye başladı.

Yalnızca ABD Başkanı Barack Obama’nın “IŞİD’e karşı bir stratejimiz yok” demesinden iki hafta sonra, ne yandan tutsanız oradan dökülen bir “strateji” ilan etmesinden, hava operasyonlarıyla çözülme sağlayacağız demesinden iki hafta sonra “Hava operasyonu yetmez” demesinden söz etmiyorum.

Cumhuriyet gazetesinde genel yayın yönetmenliğimin daha ilk günleriydi.

Bir sabah vakti erken gazeteye geldiğimde masamın üstünde bir zarf bulmuştum.

Kimin bıraktığı belli olmayan bu zarftan düzgün bir el yazısıyla şu not çıkmıştı:

Gazete yöneten adam, bana, cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan meleği hatırlatır.

Aldous Huxley.

Melekle gazeteci...

Bu ikisi ne kadar yan yana gelebilir, elbette tartışmaya açık bir konu.

Ama işin, yani gazete yöneticiliğinin fevkalade zorluğunu anlattığı için de, ben bu notu yıllar yılı saklamış, 2005’te yazdığım Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim isimli kitabımın girişine koymuştum.

Aldous Huxley: Gazete yöneten adam, bana, cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan meleği hatırlatır

Evet, şimdi nereden çıktı bu?..

IŞİD’le savaşmak isteyen 28 yaşındaki Amerikalı Jordan Matson, internet üzerinden irtibat kurduğu YPG saflarına birkaç ay önce katılmış. Kobani’den ulaştığımız Matson, IŞİD temizlenene kadar Rojava’da kalmaya kararlı. Eski bir asker olan Amerikalı, “Burada Kürtler bana büyük sevgi gösterdi. Bu sevginin karşılığını vereceğim” diyor.

Jordan Matson tanıdık biri. Aslında tanışmıyoruz tabii. Skype üzerinden röportaj yapana kadar Kobani’de YPG saflarında savaşan 28 yaşındaki Amerikalıyla daha once konuşmuşluğum yoktu.

Ancak taşradan gelen genç Amerikalının hali, tavrı, dünyayı ”iyiler ve kötüler arası bir mücadele” olarak gören naif bakış açısı, çok tanıdık.

Hadi bırakalım sahip çıkmayı… Berkin’in ölüsü karşısında sessiz kalmayı başarabilmiş midir?

Hadi bırakalım sessiz kalmayı… Daha Berkin’in cenazesi ortadayken “terörist” yaftasını yapıştırmadan durabilmiş

midir?

Hadi bırakalım cenaze ortadayken “terörist” yaftasını yapıştırmayı… Aradan geçen şunca zamana rağmen hâlâ “terörist” yaftası yapıştırmaya devam etmekte değil midir?

Doğrudur… Berkin’e sahip çıkanlar, Diyarbakır’da eli kanlı caniler tarafından alçakça linç edilen 17 yaşındaki Yasin’e sahip çıkmadılar.

Ama Yasin’e sahip çıkmayanlar, hiç değilse bir sessizliğe büründüler. Utangaç bir sessizliğe… Hiç değilse ölü çocuklar karşısında ayrımcılık yapmanın utancıyla baş başa kaldılar. Bu kadar.

En azından hiçbiri çıkıp da sabah akşam “Yasin IŞİD’çidir, Yasin teröristtir, Yasin şudur, Yasin budur” demedi, Yasin’in annesini herhangi bir topluluğa yuhalatan falan da çıkmadı.

“Esrarengiz Bob” lakabıyla tanınan Robert Booker Baer, CIA’in Irak istasyon şefiydi. Daha önce, Avrupa’da, Hindistan’da Lübnan’da Sudan’da Fas’ta Tacikistan’da iş tutmuştu. Anadili seviyesinde, akıcı şekilde Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca konuşuyor, Rusça ve Tacikçe biliyordu.

Peşmergeleri örgütledi, Mart 1995’te Saddam’ı devirmek için darbe organize etti. Beceremediler. Fena çuvalladılar, fiyaskoyla sonuçlandı. E haliyle, yanlarına kalmayacak, Saddam bu işe karışan peşmergelerin alayını oyacaktı.

CIA, apar topar tahliye operasyonu başlattı. “Maşa” olarak kullandıkları 10 bin civarında peşmergeyi, kaçırdılar. Aileleriyle birlikte, Habur’dan Türkiye’ye soktular. Batman’dan nakliye uçaklarına bindirecek, teee Pasifik okyanusundaki Guam adasına götüreceklerdi. Peki niye tee oraya götürüyorlardı?

Bir zamanlar bir gazeteci vardı.

Muhabirlerin, “ yalanları en iyi yakalayanlar ” olduğunu, “ yalan makineleri ” gibi “ doğru olmayanı teşhir etmekle yükümlü olduklarını ” söylerdi.

Her ne olursa olsun ve ne kadar zaman alırsa alsın gerçeğin peşine düşmek... Ve muhakkak “ gerçeği ortaya çıkarıp ”, kamuoyu ile paylaşmak.

Meslek hayatı boyunca, bu ilkelerden hiç vazgeçmedi.

Geçtiğimiz gün, 93 yaşında hayatını kaybeden, Washington Post ’un efsanevi genel yayın yönetmeni Ben Bradlee , ardında her şeyden önce “ onurlu bir meslek hayatı ” bıraktı.

Bu dünyadan geçip gittikten sonra, “ onurlu bir insan ” olarak anılabilmek, aslında en güzel başarı ödülü bir gazeteci için. Bugün, Türkiye’de “ gazeteci ” geçinen, minik diktatörler, mini derebeyleri ve hanımlarının yazılarına, konuşmalarına ezkaza denk gelince, bazen kibirlerinden ben utanıyorum.

Devletin 11 saat PKK kamplarını bombaladığı günlerden, Başbakan ve bakanlar kurulunun 11 saat Akil İnsanlarla çözüm için ter döktüğü zamanlara ulaştığımız bu günlerle yaşanan elim hadiseler ne kadar tezat değil mi? Hükümet Çözüm Süreci ile radikal akıl-tutum değişikliğine gittiğinde anlamış olduk ki, herkes kendi alanında iktidar kurmak için bu savaşı sürdürüyormuş. Barışan Türk ve Kürtleri itibarsızlaştırıp, savaşan Türk ve Kürtleri ilahlaştırmayı bu nedenle seçerlermiş. Ölen yoksul Türk-Kürt gençleri sadece birer teferruatmış. Benzinle değil kanla çalışan kötücül bir makine...

Gezi'ye destek vermeyip 25 Aralık operasyonuna darbe diyen Öcalan'ın nasıl birden düşman ilan edilip Kandil'in nasıl öne çıkarıldığını hatırlayın.

Merhum Ecevit'in bile 'Valla neden verdiler hiç anlamadım' dediği şekilde Türkiye'ye teslim edildikten sonra koşulsuz geri çekilme çağrısı yapan Öcalan'a sorgucu komutanların öfkeyle 'Herkes ülke dışına çıkmasın, en az 500 PKK'lı kalsın' veya 'Bu şiddette bir savaşla devlet sizi ciddiye almaz' dediğini de hatırlarsak...

Bir “böcek” meselesi vardı. Evvelki gün havuz medyasında bir haber gözüme çarptı. Başka hiçbir gazete önem verip, bu konuyu gündemine almamış; çünkü hikâyesi çok su götürür.

Havuz medyasındaki haber şöyle: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakanlığı dönemindeki çalışma ofislerine böcek denen dinleme cihazlarını koyan 13 koruma polisi hakkında casusluk iddianamesi hazırlandı; şüpheliler için 30 yıla kadar hapis cezası istendi.”

Aynı haberde, “dinleme cihazlarının faturasının, şüpheliler içinde yer alan Enes Çiğci’nin üzerine düzenlendiği, faturadaki bilgiler ile Erdoğan’ın konutundaki 3’lü ve 6’lı prizler içerisinde bulunan cihazların frekans, renk ve modellerinin bire bir uyduğu” belirtiliyor.

Olayı başından beri takip ettiğim için, haberin doğruluğuna pek ihtimal vermiyorum.

Olan bitenin perde gerisini bilmeden yaptığınız değerlendirmeler sadece sizin o olaydaki pozisyonunuzun göstergesi olur.

Bu gerçek en net şekilde, Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerde Hükümetin performansına ilişkin değerlendirmelerde gözleniyor.

Hükümet yere kapaklansın, burnu sürtülsün, başarısızlığa uğrasın pozisyonu, bir kesimi her şeyi bu çerçeveden görmeye yöneltiyor.

Mesela, son günlerin en başat yorumu “U Dönüşü” etrafında dolaşıyor.

Ne olmuş, Obama Erdoğan’ı aramış ve ondan sonra Hükümet Kobani konusunda U dönüşü yapmak zorunda kalmış.

Popüler İçerikler

Zoru Başardık: Karadağ'a Üç Puan Hediye Eden Milli Takım'a Gelen Tepkiler
Sevgilisine Atacağı Fantezi Mesajını Yanlışlıkla Karısına Atan Ünlü Patron İcralık Oldu
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?