Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, 30 Ağustos Zafer Resepsiyonu'nda, “çözüm süreci”ne ilişkin değerlendirmesinin sorulması üzerine; kendilerinde sürece ilişkin bir yol haritası bulunmadığını ve 'çalışma'nın içerisinde yer almadıklarını söyledi: “Hükümetin bir politikası var, o politika yürüyor. Biz çözüm sürecine ilişkin yol haritasını bilmiyoruz, o çalışmanın içinde yokuz. Beşir Atalay çalışmanın kamu kuruluşlarına gönderileceğini söylemişti, henüz bir şey gönderilmedi. Görürsek biz de görüşlerimizi söyleriz. Kırmızı çizgilerimiz aşılırsa gerekeni söyleriz. 30 yıldır bu mücadeleyi biz yürütüyoruz. Ancak hükümet çözüm süreciyle sorunu çözmek istiyor. Şehit anaları, analar ağlamasın diyorlar. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Bölünmemek, bütünlük önemli, bu kırmızı çizgi. Bununla ilgili bütün görüşlerimizi her ortamda hükümete iletiyoruz.”

Genelkurmay Başkanı'nın resepsiyonda ayaküstü söylediği sözlerle tam ne demek istediğini anlamak, elbette çok kolay değil. Bu nedenle, yapacağım yorum, bir ihtiyat payını da içinde tutarak değerlendirilmeli.

Eğer kendisi, “kırmızı çizgiler aşılırsa gereğini söyleriz” sözleriyle; siyasi iradenin yaptığı ve yapması muhtemel açılımlara karşı bir duruşu kastediyorsa, bu kabul edilemez.

Barış sürecinin hükümet adına sorumluluğunu taşıyan Beşir Atalay ayrıldı, yerine Yalçın Akdoğan geldi.

Bu isim değişikliği dolayısıyla, barış sürecinin sağlığıyla ilgili sorular da sorulmaya başlandı.

Akdoğan’ın süreçle ilgili yazılarını hatırlayanlar için bir “sorun” görünmüyor. Akdoğan son yazılarında, sürecin tahlilini yaparken Öcalan’ın pozisyonlarına, taahhütlerini yerine getirmiş olmasına da dikkat çekmişti.

Süreç, yaşanan çeşitli iniş çıkışlara ve Lice çevresindeki son provokasyonlara rağmen sondan bir önceki aşamaya gelmiş dayanmıştır.

Bu aşama, silahların tümüyle bırakıldığının açıklanması ve dağda ya da içeride ya da dışarıda bulunan PKK’lıların normal hayatlarına dönmesi aşamasıdır.

Atalay döneminde, MİT başkanının da doğrudan katıldığı anlaşılan gelişmelerin sağlandığını da değişik beyanlardan anlıyoruz.

Geçen haftadan bu yana memlekette büyük bir yenilik yok. Evet, yeni bir başbakanımız var; yeni bir cumhurbaş-kanımız var; Cuma itibariyle yeni bir kabine dahi var.

Ancak, Türkiye’nin yönetim şekli, geçen hafta ve geçen ay ve geçen yıl da olduğu gibi, büyük ölçüde Erdoğan-odaklı olacak. Kuşkusuz Ahmet Davutoğlu bir ”emanetçi” değil; üslup ve dinamizm açısından kabineye kendi tarz getireceğine, kırılıp dökülen ilişkileri bir ölçüde restore edeceğine kuşkum yok.

Ancak sistemin başı, yine Tayyip Erdoğan. Seçim öncesinde her röportajda cumhurbaşkanının ”icraatın başı” olduğunu söyleyen Erdoğan, yeni kabinenin açıklandığı gün de 3 kilit bakanı Çankaya’da kabul etti. Zaten kabinede eski özel kalemi, eski danışmanları, eski yol arkadaşları var. Erdoğan boşluk bırakan, yetki paylaşmayı seven bir lider değil. Belli ki ekonomi, çözüm süreci, savunma, yatırımlar gibi konularda dünkü ağırlığı neyse yarın da öyle olacak.

Buraya kadar kimsenin bilmediği bir şey söylemedim.

İÇİNE kapanık-üstüne çullanılmış 2003 öncesi Türkiye’sinde bu soru şöyle soruluyordu; Türkiye için en büyük tehdit “irtica mı” yoksa “bölücü terör mü”?

Sevgili dostlarım, bugün için ise soru farklı: Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilen, içerisi ile barışan ve genleşme stratejisini hayata geçiren bir Türkiye için bundan sonra en büyük tehdit ne olabilir ?

Yerleşen Milli İrade’nin yeniden yok sayılması hatta yok edilmesi denemesi olabilir mi? Tekrar ediyorum; Milli İrade’nin yok saylılması hatta yok edilmesi denemeleri olabilir mi? En güçlü olduğumuz şu günlerde dahi bu soruyu tedbiren sorgulamalı ve stratejimizi “en iyi günümüzde” dahi oluşturmalıyız... Çok denediler, çok acılar çektik ve bugünlere böyle geldik...

Sevgili dostlar, bu ülke, kendi değerlerini tehdit olarak “algıladığı-algılatıldığı” ve suçluluk içinde kendini sorguladığı günler, aylar, yıllar yaşadı! Bakışımız da hatalıydı, ortaya koyduklarımız da! 2003 yılına kadar bu “kör kuyuda” yaşadık ve “yanlış girdiler” ile sürekli “yanlış çıktılar” ürettik!

NEDEN?

Graham Fuller, Türkiye’yi, Ortadoğu’yu ve Kürt meselesini en iyi bilen Amerikalı uzmanlardan biridir. Eski bir CIA sorumlusu olduğu için hakkında onlarca tevatür üretilmiştir yıllar içinde. Sonra Fethullah Gülen’in ABD’de oturma izni alması için imza veren kişilerden biri olmuştur. Dolayısıyla ajan, manipülatör vesaire gibi ön takılarına bir de Gülenci eklenmiştir. Türkiye basınına son derece kırgın ve mesafeli o yüzden. Röportajı yapabilmek için çok uğraşmam gerekti tahmin edeceğiniz üzere. ‘CIA’den ayrılalı 30 yıl olmuş hala bu ortaya atılıyor. Halbuki benim Türkiye ile ilişkim CIA ile ilişkimden çok daha uzun ve köklüdür’ diyerek beni bir kaç defa reddetti ama sonunda ikna oldu. ‘Arab Spring ve Turkey – Arap Baharı ve Türkiye’ başlıklı kitabı iki ay önce piyasaya çıkan Fuller ile Suriye politikasını, IŞİD’i, Kürt sorununu, çözüm sürecini ve AKP-Gülen kavgasını konuştuk.

3 yıl geriye gidebilsek Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl kurması doğru olurdu?

-Türkiye, dünyadaki tüm ülkelerin düştüğü tuzağa düştü. Yani Esad’ın ülkenin başında kalma kapasitesini yanlış hesap etti.

Her fırsatta “ Yeni Türkiye’den ” bahsediyor. Seçilmiş “ yeni ” Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bu “ yeni ” Türkiye’nin nasıl olacağını partililere yaptığı veda konuşmalarında anlatıyor. Yönetimin nasıl olacağıyla ilgili ipuçları da veriyor:

Ben teamül meamül bilmem. Biz yeni Türkiye’nin teamüllerini oluşturacağız. Bu teamüllerin içinde 2023 hedefi var, 2053 hedefi var.

Ben Köşk’e çıkıyorum partimin ne hali varsa görsün demem.

Çankaya’ya çıktığımda parti sahipsiz kalacak zannetmeyin. Çalışmalarınızı, disiplininizi, performansınızı izleyeceğim. Gözüm üzerinizde olacak.

Birlikteliğimiz yine devam edecek. Ayrılma, ayrışma sözkonusu değil. Bedenim burada olmasa da ruhum burada olacak.

Erdoğan’ın söylemleri gayet açık. Yeni kurulan bir ülkenin lideri gibi konuşuyor. Teamül filan beni ilgilendirmez, partiyi yine ben yöneteceğim diyor.

Çok iyi biliyorum ki, bunu siz de istiyorsunuz.

Son anayasamızı 1980 askeri darbesi bize dayattı.

Karşımızdaki, günün şartları içinde adeta 'evet' ile 'peki' arasında sıkışan seçenekler arasında kabullendiğimiz bir anayasaydı.

Sonrasında, onu bile Nasrettin Hoca'nın leyleği kuşa benzetmesine benzeyen müdahaleler ile ucubeye çevirdik.

Bugün anayasa dediğimiz tam bir yamalı bohçadır.

Bugüne kadar, farklı bir kanaatte olana rastlamış değilim.

Türkiye, özellikle son 1,5 yıl içinde çok yoruldu.

Bunu geçmişi tartışmak amacıyla yazmıyorum.

Tam aksine gelin artık geleceği konuşalım istiyorum.

Karşımızda böylesi bir fırsat duruyor.

Son Gazze saldırısı dolayısıyla İsrail büyük tepkiler topladı. İslam dünyasının şiddetli tepkiler göstermesi olağan. Ancak tepkiler Batı dünyasında da yükseliyor. Dahası Yahudi çevrelerden tepkiler geldi.

Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan ve İkinci Dünya Savaşı’nda Alman askerleri tarafından Nazi kamplarında tutulan 327 Yahudi ve onların çocukları ortak bir mektup yayınlayarak, İsrail devletinin Filistin’deki katliamlarını kınadılar, İsrail’e yönelik boykot çağrısında bulundular. Şu cümle dikkat çekiciydi: ‘’Nazi soykırımı kurbanları Yahudiler ve onların çocukları olarak kesin bir şekilde Gazze’deki Filistinli katliamını, Gazze’de devam eden işgali ve tarihi Filistin’in koloni haline getirilmesini kınıyoruz’’. 24 Ağustos 2014’te New York Times’da mektubu yayınlayanlar “Uluslararası anti siyonist teşkilatın (IJSN)” üyeleri. Nobel Barış Ödülü sahibi Elie Weisel tarafından yayınlanan ve “Hamas’ı Naziler’e eş tutan” mektubu için de “haksız olanı haklı gösterme” teşebbüsü olarak görüyorlar. Mektubu yayınlayanlara göre: “Hiçbir şey BM sığınaklarını, evleri, hastaneleri ve üniversiteleri bombalamayı haklılaştıramaz. Hiçbir şey insanların elektriksiz ve susuz bırakılmasını haklı gösteremez.’ Mektubu şu çağrı ile bitiriyorlar: ‘’Buna Filistin halkına yönelik soykırım da dahil. Biz, acilen Gazze ablukasının kaldırılması ve işgalin sona ermesi çağrısını yapıyoruz.

Hakan Şükür korktuğum kadar değilmiş, kendisi adına sevindim; yazdığım bir yazıya alınmayı başarmış.

Öyleleri de var ki ne söylersen söyle, taştan ses var onlardan yoktur!

Gerçi Hakan Şükür'ün alınmasına veya gücenmesine gerek yoktu, anlaması kifayet ederdi.

Bir parça da incinmiş galiba.

İncitmek istemezdim, ama olanlar olmuş, elden bir şey gelmez.

Dediğim gibi vurdumduymaz olmaktansa alınmak iyidir. Lakin, Hakan Şükür kardeşimizin bir kusurcuğu var, yanlış şeye alınıyor.

Bunun bir adım ötesi okumadığına alınmaktır ki, aman Allah korusun!

Bir süre evvel, 28. 07. 2014 tarihli bir yazı yazmıştım bu köşeciği takip edenler hatırlayacaklardır: 'Hakan Şükür'ü kim bu hale getirdi?'

Oldukça ünlü bir takım arkadaşının yıllar önce yaptığımız bir sohbette, Hakan Şükür'ün biraz 'değişik' huylu olduğunu söylediğini nakletmiştim.

Geçen cumartesi günü, Zafer Bayramı .

Sabah vakti televizyonda eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ’u dinliyorum.

Fox’da İsmail Küçükkaya’nın Atatürk ve alkol sorusunu şöyle yanıtlıyor:

“Atatürk içkiyi zihnini dinlendiren bir ilaç olarak görüyor...”

İlk kez duyuyorum.

Önce hani, kulağıma inanamadım derler ya, öyle bir duygu uyanıyor içimde.

Benim bildiğim kadarıyla, Atatürk rakıyı severmiş... Kendi kendime gülüyorum.

Bir zamanlar “ Rüyamda Atatürk’ü gördüm ” diyen ‘çok Atatürkçü’ bir meslektaşım aklıma geliyor.

Atatürk hâlâ tabu bu ülkede. Örneğin, Atatürk’e ilişkin düşünce yapıları malum olan Erdoğan’la Davutoğlu da, yaptıkları konuşmalarda yutkundular

Popüler İçerikler

Müge Anlı'da Yeni Bir Fenomen Doğdu: Habibe Kendine Has Tarzı ve Tavrıyla Hepimizi Fena Gaza Getirdi!
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!