Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Taraf gazetesi, tam 74 gün önce Türkiye’nin Musul Konsolosluğu’ndaki 49 kişiyi rehin alan IŞİD’in rehinelerin serbest bırakılması karşılığında Süleyman Şah Türbesi’ndeki Türk askerlerinin çekilmesini istediğini, Ankara’nın bu talebi kabul ettiğini, bunun kamuoyuna açıklanması için formül arandığını yazdı. Hükümet Taraf’ı ‘sorumsuzlukla’ suçlamaktan öteye bir şey yapamadı, Taraf da haberinin arkasında durdu. Hatta “Mahkemeye verilirsek, sunacağımız belgeler var” diyerek meydan okudu.

Süleyman Şah Türbesi’nin adı bundan birkaç ay önce, Dışişleri Bakanlığı’nın bir toplantısına ait yasadışı dinlemelerde de geçmişti. Hatırlanacağı üzere bu kayıtlarda bazı devlet görevlileri, Suriye’ye müdahale etmek için gerekirse Süleyman Şah Türbesi’ni bombalamaktan söz ediyorlardı. Mahkeme kararıyla bu konuşmanın da üstü örtülmüştü ama o günden beri pek çok kişi Süleyman Şah Türbesi’yle şu veya bu düzeyde ilgileniyor. Bu konuda yazılar yazılıyor. Ama ortada dolaşan bilgilerin çoğu yanlış. Elbette ben de bu konunun birinci derece uzmanı değilim ama elimden geldiğince, yanlışlara işaret edip, olası doğru cevapları sizlerle paylaşmak istedim.

Başbakan tarafından Başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu ’nun Stratejik Derinlik kitabını, hapislik günlerinde aylık planlama yaparken bir haftamı ayırıp okumuştum.

Kitabı okuyunca Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’nı deyim yerindeyse Düşişleri Bakanlığı’na çevirmesinin ve her alanda batağa saplanmasının rastlantı olmadığını, özel bir eğitimle gerçekleştiğini görüyorsunuz.

Davutoğlu kendisini iyi yetiştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine ve geleneksel politikalarına karşı i-kinci cumhuriyetçileri de gölgede bırakan politikalar, senaryolar üretmiş bir akademisyen siyasetçi.

Staretjik Derinlik kitabında sadece ana konulara ayrılan sayfaları aktarmak bile Davutoğlu’nun ana hayal coğrafyasının neresi olduğunu göstermeye yeter. 563 sayfalık kitapta aslan payını Ortadoğu alıyor. 130 safya yani kitabın dörtte biri bu coğrafyaya ayrılmış. Balkanlar 30, Orta Asya 40, Avrupa ise 50 sayfada özetlenmiş.

19- yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan Stratejik Derinlik’te Türkiye’nin kuruluş süreci tamamen küçümsenmiş, örneğin 69. sayfada şu saptamaya yer verilmiş:

“Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine Misakı Milli sanırlarını tercih ettik...”

Davutoğlu’nun gerek sözünü ettiğimiz kitabı, gerek son 15 yıllık dilim içinde yazdığı makaleler, gerekse Dışişleri Bakanlığı süreci bir bütün olarak ele alındığında önümüzdeki dönemin yeni maceralarla dolu olacağını söyleyebiliriz.

Önümüzdeki 10 aylık dilimde bunları topluma anlatmaya çalışacağız. Zira 2015 genel seçimlerinde bugünkü yapının alacağı sonuç, sonraki 10 yılı biçimlendirecek.

Davutoğlu bundan sonra ne yapacak sorusunun kestirme yanıtı şudur:

Bugüne kadar yaptığını.

Dışişleri Bakanlığı dönemindeki icraatına ilişkin akılda kalan sözlerinden ikisi şu:

Komşularla sıfır sorun ve değerli yalnızlık.

Bugün, size yakın tarihimizden üç insanı tanıtmaya çalışacağız. Belki yeni kuşaklar, gençler, bu insanların adını ilk defa duymuş olacak, ya da şöyle böyle kulak dolgunluğuyla hatırlayacak... Ama önemli olan o değil! Ya nedir önemli olan?

Bu yazıyı okuduktan sonra, “Aaaa, insanlar ne kadar da birbirlerine benziyorlarmış!” deyip, şimdi yaşayan tanıdıklarıyla, birbirleriyle onlar arasında benzerlik kurup kurmamaları...

Cenap Şehabeddin, Edebiyatı Cedide’nin güçlü kelimlerinden, şair, yazar, üniversite öğretim üyesi...

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, kalemini iktidardaki İttihat Terakki’nin övgüsüne tahsis eden Cenap Şahabeddin...

Talat Paşa, onun kaleminde “inkılabın kalbidir”, Enver Paşa ise, “inkılabın bazusu”, Cemal Paşa ise “kadife eldivenli çelik yumruk...”

Savaşın sonuna doğru, Cenap Şehabeddin, o güne kadar yaladığı çanağa, artık tükürmenin zamanı geldiğini anlamıştır, şimdi Talat Paşa da, Enver Paşa da, onun kaleminden damlayan mürekkeple karalanmalıdır; karalar, hakaret yağdırır...

Savaş kaybedilmiş, vatan işgal edilmiş, Anadolu’da milli kurtuluş hareketi başlamak üzeredir, örgütler kurulmaktadır.

Cenap Şahabeddin kararsızdır, aslında kararını vermiştir de, bahanesini aramakta, kılıfını hazırlamakta, fırsat aramaktadır. Önce Milli Edebiyat akımına karşı çıkar, çünkü milli edebiyatı savunanlar, Anadolu yanlısıdır, o halde, o da yerini almalıdır. “Türkçe kökenli kelimeleri ağzına almaktan utandığını” bile yazar...

Vatan, düşman işgali altındayken, işgalcileri savunan ve Anadolu’da Kurtuluş Savaşı yapanlara “eşkıya” diyen Ali Kemal’in gazetesinde Cenap Şahabeddin’in imzası vardır... Bursa’yı savunan vatanseverler için bakın ne der:

“İlkbaharda, Bursa Ovası’nı bir savaş alanı yapmak... Yarabbi! bu çılgın teşebbüs güzelliğe, tabiatın hukukuna, zemine ve semaya, hepsine karşı öyle ahmak bir cinayettir ki!”

Sürpriz yok. Şaşırtma, ters köşe yok. Cumhurbaşkanı Gül Ankara’nın havasını cümleye döktü. ‘Göründüğü kadarıyla’ diye başladı söze, ‘Görevi devralacak arkadaşımız Ahmet Bey’ tespitiyle noktayı koydu. Sadece yüksek rakımlı Çankaya’dan değil, siyasetin bütün mekânlarından görünüyordu Ahmet Davutoğlu’nun ismi ve cismi.

Erdoğan da ‘kardeşim’ dediği Davutoğlu’nun elini kaldırarak ‘başbakanlığını’ resmen ilan etti. Adaylığı demek lazım aslında. Genel başkanlar ‘atama’ değil, ‘seçimle’ göreve başlar. Nihai kararı delege verecek çünkü. Çarşamba günkü olağanüstü kongrede. Davutoğlu ‘tek aday’. Rakipsiz. Yarış olmayacak. Kongre formalite, karar onaylanacak sadece. Erdoğan’ı uğurlama daha öne çıkacak.

Türk siyasetinin yaşadığı ilk örnek değil bu. Turgut Özal ve Süleyman Demirel partilerini bırakarak Çankaya’ya çıktı. Özal da Demirel de sadece genel başkan değil, Erdoğan gibi liderdi. Her ikisi de arkasına bakmadan gitmedi, partilerini şekillendirmek istedi. Yerine bırakacakları ismi işaret etti. Kongreleri çok adaylı oldu.

Yıldırım Akbulut’un karşısına Hasan Celal Güzel, İsmet Abi’ye (Sezgin) karşı Tansu Çiller ve Köksal Toptan çıktı. Demirel, Özal’a göre daha esnek davrandı. Çiller’i engelleyebilirdi. Ağırlığını koymadı. Olağanüstü kongrede hem ANAP hem DYP heyecanlı yarışa sahne oldu.

Mevcut şartlarda AK Parti’de ‘aday olmak’ cesaret ister. Adaylık başvurusunu divana ulaştırmak bile kolay değil. Oysa koltuğun cazibesi çok yüksek. Kazanan hem genel başkan hem de başbakan olacak. Normal şartlarda kim şansını denemek istemez. Bünyesinde AK Parti’nin iddialı isimleri barındırdığı muhakkak. Birçoğunun içinde o aslanın yattığı da inkar edilemez.

Çoklu yarış her ne kadar ana gövdeden kopanlar tarafından kurulmuş olsa da AK Parti’nin geleneğine yabancı. Bir de buna Erdoğan’ın disiplinli parti yönetimi eklendiğinde asla ‘aykırı ses’ beklenmemeli. Parti içinde mevcut halden hoşnut olmayanlar yok mu? Var elbette. Ancak hoşnutsuzluğu yakın gelecekte söze ve eyleme dökmeleri mümkün değil. Beki ileride...

İngilizce’de bir deyim vardır, “Bana dostlarını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,” mealinde bir söz. Yani, birlikte vakit geçirdiğin, düşüp kalktığın kişiler, senin de ne tür bir kişilik sahibi olduğunu gösterir.

Dün, Kemalizm’in çağını doldurduğunu, o halde hayatını “anti-Kemalizm” üzerinde kurmanın da fazla anlamlı olmadığını yazıyordum. Ama dünyanın bu bölgesinde insanların genel eğilimi, neden yana olduklarıyla değil de, neye karşı olduklarıyla kendilerini tanımlamalarıdır. Yani burada “Bana dostlarını söyle” değil, “Bana düşmanlarını söyle” diye kurmak gerekiyor, yukarıdaki deyimi. Onun için “anti” kendisi çok önemli burada. Hattâ “anti”, neye karşı “anti” olduğundan bile daha önemli. Onun için bugün “anti-X” iken yarın bu X’in yanına geçebilirsin. Ama o zaman dax yeni duruşunun gerektirdiği gibi, bazı başka şeylere, “Z”lere, “Y”lere “anti” olmakla yükümlüsün. Önemli olan, şimdi aynı şiddet ve dehşetle “anti-Z”, “anti-Y” olman.

Biz, Türkiye’de, yirmi birinci yüzyıla AKP ile girdik, desem, herhalde çok yanlış olmaz. 2002’de bu parti seçim kazandı, hükümet kurdu; şimdi 2014’ün sonuna yaklaşıyoruz, AKP (oy tabanını hattâ genişlettiği de söylenebilir) gene iktidarda. 2002’de “hükümet kurdu” demekle yetiniyorum; 2014’te “iktidar oldu” da denebilir.

Arkasında büyük bir oy desteği var, AKP’nin, ama özellikle Tayyip Erdoğan’ın. Paradoks, aynı zamanda , yoğun bir düşmanlık nesnesi olması, olmaları. Bir cepheye göre “yıllardır en sevilen...” ama öbür cepheye göre “yıllardır en sevilmeyen...”

PKK yöneticisi Bayık’a göre IŞİD’in arkasında küresel güçler var. Libya, Suriye, Irak ve Mısır gibi ülkelere yapılan müdahalelerin yeni krizlere yol açtığını anlatan Bayık, “Sistem bu krizi yönetemeyince farklı arayışlara girdi. IŞİD’i büyütme buradan gelişti” dedi.

Foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile birlikte 20 Ağustos 2014 Çarşamba günü Irak Kürdistanı’nda Kandil bölgesindeki bir köy evinde KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık (Cuma) ile yaklaşık iki saatlik bir söyleşi yaptık. Söyleşinin ikinci bölümü şöyle:

Burada yepyeni bir dönem başlamış gibi. Hem Irak’ta hem Suriye’de. Musul’un düşmesiyle başlayan bir süreç var. Benim gözlemlerime göre bölgede yükselen iki güç var: IŞİD ve PKK. Ve bu iki güç şu anda birbiriyle savaşıyor. Doğru mu düşünüyorum?

“Görünüşte öyledir ama IŞİD’in arkasında bölgesel ve küresel güçler var. IŞİD bu güçlerin desteğini almadan böyle savaşamaz, büyüyemez, gelişemezdi. Görünüşte belki IŞİD ile savaşıyoruz ama bu işin görünen yanı. İşin perde arkası var. Esasında bazı bölgesel güçler IŞİD’i üzerimize gönderiyor.”

Bunu yapanların amacı nedir?

“Ortadoğu’da 3. Dünya Savaşı yaşanıyor. Kapitalist-modernist sistemin Ortadoğu’ya müdahaleleri oldu ama bu müdahaleler sonuç vermedi. Ne Libya, ne Suriye, ne Irak, ne de Mısır’da... Hatta kriz daha da derinleşti, yeni krizlere yol açtı. Sistem bu krizi yönetemeyince farklı arayışlara girdi. IŞİD’i büyütme buradan gelişti. IŞİD ile mezhep savaşı geliştiriyor. Bu çok tehlikeli bir savaş. Çünkü hakların kardeşliğini, birliğini ortadan kaldırıyor. Onları birbirine düşman ediyor. Halklar arası çatışmayı, savaşı geliştiriyor. Dolayısıyla parçalanmaya yol açıyor. Bir de halkların tarihlerini, kültürlerini, yani demokrasinin, özgürlüğün dayanacağı zemini tahrip ediyor. Halkları zayıf düşürüyor, adeta kendisine mecbur kılmaya çalışıyor, kendisini bir kurtarıcı haline getirmek istiyor. Bu tarzda Ortadoğu’da kontrolü yeniden sağlamak istiyor.”

Musul’un düşmesiyle beraber Irak’ın üç parçaya ayrılmasının kesinleştiği yorumu yapılmıştı. Size göre Irak’ı bölmek böyle bir projenin hedefi miydi?

“Sadece Irak’ı bölme değil mesele. Suriye’dir, İran’dır, Irak’tır. Eğer Türkiye tutumunu değiştirmezse Türkiye’dir. Zaten IŞİD’i geliştirmelerinin bir amacı da bu parçalanmayı sağlamaktır. Bir de Rojava devrimi etkisiz kılınmak isteniyor. Bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum: IŞİD İslamiyet adı altında bunları yapıyor ama İslamiyet ile en ufak bağdaşır tarafı yoktur. Her ne kadar İslam tarihini, ideolojisini kendisine esas alıyorsa, ki bu açıdan belli bir destek de buluyor kendine, özellikle Sünni kesimde, fakat yaptıkları tamamen insanlığa karşıdır. Halklara, kültürlere, din ve mezheplere karşıdır. Ortadoğu’da İslami kültür, gelenek, demokratik değerler, toplumcu değerler güçlüdür. IŞİD’in yaptıkları gerçekten herkesi düşündürüyor, herkesi sorgulamaya itiyor. İslami kesimleri de sorgulamaya itiyor.”

Bir de korku yaratıyor.

“Zaten bazıları Moğollar’a benzetiyor. Belki benzer yanları var ama esas IŞİD gerçeğini iyi anlamak gerekiyor. IŞİD aslında psikolojik savaşı iyi yürütüyor. Dengeleri çok iyi kavrıyor. Tabii biraz tarihi, İslami kültürü biraz esas alıyor ve topluma hitap ediyor. Burada biraz karşılık buluyor. Ama IŞİD Irak’ta gelişebileceği kadar gelişti. Artık son sınırdır. Bundan öteye gelişemez ve hatta giderek gerileyecektir.”

Bir türlü gidemiyor ya, her neyse, diyelim ki giden başbakanımız gibi gelen de camiden çıkamıyor.

AD de ( Ahmet Davutoğlu ) hemen son günlerde her sabahını camide başbakanlığı nasip ettiği için Allah’a dua ediyor ve sonra...

... Başbakan’ıyla aynı camide cuma namazını kıldıktan sonra aynı araçla Başbakanlık’a gidiyor. Baş başa vererek, eh artık nasıl da görev alıp açıklayacağı hükümeti birlikte biçimlendiriyorlar.

Eski Türkiye’deki şeffaflığın yeni Türkiye’de, yerinde yeller esiyor.

Nostaljik takılıyor desinler, umurumda değil... Ben yine eski Türkiye’deki hükümet kuruluşlarını kısaca anlatayım.

Hani demokrasinin işlemediği günler dediği dönemler var ya; o günlerde örneğin 1965’te Demirel ve daha sonra 1970’lerde Ecevit , hükümetini kurarken günlerce olası bakanları bir bir çağırırlar. Basının izlediği mekânlarda, hükümette şu veya bu görevi vereceğini söyledikten sonra adaya, gelebilmesi olası bakanlıkta neler yapacağını ve yapması gerektiğini konuşur, görüşlerini alırlardı.

Aday bakanın söyledikleri bakanlığa atanmasının yolunu açardı.

Yeni Türkiye’deki şeffaf olmayan uygulamaya göre, bir bakanlığa, örneğin diyelim ki Ulaştırma’ya gelmesi olası bakan bu göreve atandığından ancak TV’lerde yeni başbakanın kabine listesini okuduğu zaman haberi oluyor.

Allah verdi, başbakanım da atadı diye eşinin, anasının duaları arasında yallah bakanlığa gidiyor.

İzledinizse AD’yi hangi görevde olursa olsun destekleyeceğini açıklayan pek çokları, tabii hükümete girme olasılığını düşünerek bakan olmayı bekleyenler, AD başbakan ilan edildikten sonra evde telefon başında ellerinde 99’luk tesbih dualarla bekler olacaklar.

Sevgili okuyucularım, burada kaçıncı kez aynı konuyu yazdığım için sizlerden özür diliyorum. Aslında ülkemizi bu duruma düşürenlerin özür dilemesi gerekir ama bu görevi ben üstleniyorum.

Şimdi olayımızı ve hukukun nasıl çiğnendiğini adım adım görelim:

Tayyip cumhurbaşkanı seçildi mi?

Seçildi.

Şu anda seçilmiş cumhurbaşkanı mı?

Evet.

Anayasanın 101. maddesi bu konuda “Cumhurbaşkanı SEÇİLENİN, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği (yani milletvekilliği) sona erer” diyor mu?

Aynen öyle diyor.

Bunun aksine bir hüküm anayasa ve yasalarımızda var mı?

Yok.

AKP tarafından çıkarılan 6271 sayılı Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu’nun 20. maddesinde “Cumhurbaşkanı seçiminin kesin sonuçları Yüksek Seçim Kurulu tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı makamına bildirilir, kamuoyuna ilan edilir ve Resmi Gazete’de yayınlanır” hükmü yer alıyor mu?

Evet, aynen yer alıyor.

Yüksek Seçim Kurulu seçim sonuçlarını TBMM Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı’na ve ayrıca Resmi Gazete yönetimine bildirdi mi?

Bildirdi.

O halde bu kararın Resmi Gazete’de yayınlanmış olması gerekmez miydi?

Elbette gerekirdi.

Resmi Gazete nereye bağlı?

Doğrudan Başbakanlığa!

Yani seçim sonuçlarını Resmi Gazete’de yayınlatmayan Tayyip mi?

Ta kendisi!

Niçin?..

İşin bütün tılsımı işte bu “Niçin” sorusunda yatıyor. Şimdi yanıtını irdeleyelim.

Financial Times’da müthiş bir yazı yayımlandı birkaç gün önce. Ona dikkatimi çeken değerli okurum Çelik Kurtoğlu’na teşekkürü borç biliyorum!..

Gautam Malkani’nin yazısı, kamera karşısında kafası kesilerek infaz edilen Amerikalı gazeteci James Foley dolayımıyla IŞİD terörü üzerine… Fakat ‘bağlam’ı itibarıyla bu yazının öncelikli olarak bizim köşemize iliştiğini söylemek yanlış olmaz ( 'Terorist' is too big a Word for the darenged kilers of Isis ).

Malkani, IŞİD eylemini tüm dünyanın gözüne sokan dayanılmaz görüntünün dehşeti kadar ‘videografik niteliği’ ile de ilgileniyor. IŞİD’in daha önce bir başka yazıda tartıştığım üzere ( IŞİD'in Poüler Kültürle İmtihanı ) popüler kültürün kendisi açısından tehdit arz eden çözücü dinamiği karşısında tedbiri elden bırakmamak kadar, gerektiğinde popüler kültürden bir ‘imkân alanı’ olarak istifadeye de yönelebildiği kanaatine götüren bir değerlendirme bu...

Yazı o kadar çarpıcı ki içinde bulunduğumuz dünya halini ve ‘zamanın ruhu’nu tanımlama yolunda benim hanidir işlerliğe soktuğum ‘Meşhuriyet Çağı’ tabirinin sanattan, edebiyattan, eğitimden, mesleki özelleşmeden, ideoloji, siyaset ve dinden öte ‘terör’ü de içselleştiren bir muazzam işleyiş çerçevesi olduğunu düşündürüyor.

Malkani tam anlamıyla hislerime tercüman!.. Karşımızdaki tablonun bir terör eylemi olduğu kadar ‘şov’ da olduğunun altını çiziyor.

Kusursuz, çekici ve radyofonik bir İngiliz aksanıyla konuşan kanlı eylemcinin motivasyonunun sadece ideolojik olmadığını, aynı zamanda kendini göstermek ve ‘şovmenlik’le (‘showmanship’) alâkalı olduğunu vurguluyor.

Devamla, ‘infaz’ sahnesinin ‘Görsel Kültür’ insanının popüler bilincinde yakıcı yer etmiş ‘Seven’ filminin final sahnesiyle benzerliğine dikkat çekiyor!

Hatırlayalım, o sahnede (tıpkı kafası kesilen Amerikalı gazeteci gibi) turuncu giysili bir adam (Kevin Spacey) çöllük bir alanda diz çökmüş haldedir ve başında dikilen, silahını ona doğrultmuş adam da (Brad Pitt) siyahlar içindedir (tıpkı dehşet videosundaki IŞİD militanı gibi).

Nihayet Malkani, IŞİD saflarını dolduran ‘Cihatçı’ gençlerin pek çok sosyal medya narsisti gibi dikkat çekmek için çırpındığını ve önemsenme/kaale alınma arzusu, heyecanıyla dolu olduklarını öne sürüyor. Bu iddiasını güçlendirme yolunda da bir başka feci örnek olayı işaret etmekte. Geçen yıl Londra’nın Woolwich bölgesinde bir İngiliz askerini güpegündüz doğrayan iki İslâmcı militanın, sonrasında sokak boyunca nasıl aşağı-yukarı dolanıp insanlarla sanki röportaj verircesine konuştuklarını ve adeta bir film prömiyerinde ‘kırmızı halı’da yürür gibi kameralara da pozlar verdiklerini hatırlatıyor bize..

Mümtaz'er Türköne GÜNDEM Yazarlar Mümtaz'er Türköne

Siyaset heyecanlı bir tempoda yürüyor. Heyecan bir duygudur, başka duyguları da açığa çıkartır. Siyasî rekabetin kişiselleşmiş duygusal tonlamaları kalın bir tortu tabakası oluşturup, nesnel şartları ve derin-kalıcı izleri saklıyor. Aslında kişiler ve kişilikler bu duygusal tonlamalar altında bize sınırlar çiziyor. Olacakları, mümkün olanı göstermiyor; tersine imkânsız olanlar hakkında fikir veriyor.

Davutoğlu, bir Erdoğan değil. Erdoğan, borsada işlem gören bir anonim şirketin çoğunluk hissesini elinde tutan en büyük ortağı; Davutoğlu ise CEO’su. Halka açık bir şirketin patronu ile CEO arasındaki ilişkiyi hisse senedi sahipleri belirler. Davutoğlu bu görev için parlak bir isimdi; şirket kazandırmaya devam ederse patron sesini çıkartamaz. Öbür taraftan şirketin başarısı CEO’nun bağımsızlığına bağlı. Müdahaleler altında istediği gibi yönetemeyen bir CEO’nun başarı şansı yok.

Davutoğlu AK Parti hükümetlerinin başından itibaren politikaları üzerinde ağırlığı olan bir teorisyendi. Modernleşme döneminde Osmanlı ordusunda iki tür subay vardı: Mesleğe nefer olarak başlayıp, gösterdiği yararlılıkla paşalığa kadar yükselen okuması-yazması olmayan “alaylı” subaylarla, Harbiye’den yetişme, sevkü’lceyş bilen, bir topun namlusunun sinüs ve kosinüsünü hesaplayabilen eğitimli subaylar. Erdoğan çekirdekten yetişme bir alaylı, Davutoğlu ise çok iyi eğitim almış ve eğitim vermiş bir mektepli. Biri sezgileri ve içgüdüleriyle hareket ederken öbürünün zihninin gerisinde mutlaka sistemli bir teori işliyor. Bu teori Erdoğan’ın başında bulunduğu partinin ve iktidarın arkasında zaten duruyordu; şimdi sahibi doğrudan pratiğini de ilk elden yapacak.

Popüler İçerikler

Kılıçlı Yemin Olayında Yeni Gelişme: Teğmenlerden Sonra Komutanlar da Disipline Sevk Edildi
Icardi'nin A Milli Takım Forması Giymesi İçin CİMER'e Başvuruda Bulunuldu!
Demet Akalın 'Laiklik' Açıklamasıyla Gündem Olan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'e Ateş Püskürdü!